Âyet öyle veciz, öyle kapsamlı bir ifade ki, ‘ أَنْزَلَ ’ ile kitaplara imanı, ‘ نَا ’ ile peygambere imanı remz ediyor. Ve asırlardır peygamber gelmeyen câhil putperest güruhu doğru yola çağırırken ikna yolunu seçiyor. Zorlayarak, azarlayarak aklın ışığını söndürmeyip, son derece nazik, kibar bir hitap seçiliyor.
Onların Resûl ve kitapta şüphede, hatta inkarda olduklarını bile bile insafa davet kasdıyla tecâhül-ü ârif (bilip bilmezden gelmek) yapılıyor.
وَإِنْ كُنتُمْ فِى رَيْبٍ
‘Eğer şüphede iseniz’
Bu, mecazi bir şart cümlesidir. Çünkü şüphede, hatta inkarda oldukları besbelli olmasına rağmen, onların şüphelerinden şüphe etmek, bir rahmet, bir şefkat ifadesidir. Yani siz akıllı, izanlı kimselersiniz, bilirsiniz, anlarsınız. Ne var ki, sizi birileri ansızın şüphe kuyusuna itiklemiş de siz kendinizi şüphenin içinde bulduysanız size yardımcı olalım, delil hüccet gösterelim, sizi o çıkmazdan çıkaralım.
‘ فِى رَيْبٍ ’deki istiare bu manayadır. İnsanı fetret devri uykusundan; ilim irfan ışığına çıkarmak için eğitecek bir elçi ve bir kitap gönderildiği, gönderilen elçinin dürüstlüğü, fetaneti, ismeti, hepinizin malumudur. İçinizden çıkan; soyu sopu, nesebi temiz ve hepinizin güvenip en kıymetli eşyalarınızı emânet ettiğiniz, ‘el Emin’ diye vasıflandırdığınız Peygambere inanmamanız ancak ve ancak haset, taassup, inat ve kibrinizden olur. Onun özelliği, güzelliği, onun peygamber olduğuna delildir.
‘Allah göklerin ve yerin Nur'udur. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O, herşeyi bilir.’ (Nur, 35)
مِّمَّا نَزَّلْنَا
İndirdiğimiz kitaba gelince: Onunla yeni tanışıyorsunuz. Ama o kitap ünsiyet edebileceğiniz apaçık bir dille, Arapça olarak; azar azar yağmur damlaları gibi kırmadan, incitmeden, tane tane, meleklerin merasimiyle âyet âyet nâzil oluyor. (‘ نَزَلَ ’-indi’ fiilinde istiarei vefakiye, hem hakikate, hem mecaza muvafık gelme sanatı dolayısıyla) ulvi, tertemiz yollardan, tertemiz şekilde iniyor.
Mele-i aladan, semai dünyadan, Cebrail vasıtasıyla kalb-i Muhammediyeye, oradan imanlı gönüllere, duyarlı kulaklara, basiretli gözlere iniyor. Saf katkısız, ihtilafsız, benzersiz mucize olarak Hallak-ı âlemin nezdinden, solmaz, pörsümez, eskimez yeni olarak iniyor.
‘ نَزَلَ ’, ‘misafir, konuk’ anlamıyla da düşünürsek, camisi (ortak noktası) şöyle olur: Kur’an levh-i mahfuzdan kademe kademe ümmet-i Muhammed’e konuk oldu. Ziyaret bitince yine vatan-ı aslisine dönecek. Efendimizin (sav) ‘Öyle bir gün gelecek ki Kur’an kitaptan, hafızların kalbinden silinecek, gökyüzüne ref olunacak’ buyruğu buna delildir. Misafir iyi kabul gördüğü, iyi ağırlandığı, sevildiği, saygı gösterildiği, ikram gördüğü, ilgi uyandırdığı, memnun kaldığı yere gider.
Kur’an da takvâ dolu kalplere nüfuz eder. Kur’an-ı Kerim edebiyatta zirve olan bir kavme mucize olarak gelmiş. Nice şairler, edipler, hatipler onun karşısında acze düşüp hayretlerini gizleyememişlerdir. Bir çoğu onun insanüstü bir kelam olduğunu sezerek müslüman olmuş. Kimi de âyetlerin benzerini getirmek için olanca gücünü harcamış, başarılı olamamış.
‘Acaba bir daha denesek yapabilir miyiz?’ sapık fikrine karşı Yüce Mevlâ onlara meydan okurcasına ‘Bir surenin mislini getirin’ buyurur. Sonra (istiare-i tahakkümiye yolu ile) eğer getiremezseniz, ki (zaten) getiremeyeceksiniz, buyurur. Yani dili Arabi, edebiyatta zirve, husumette uzman (insan, zekasının en doruk noktasını eleştirmekte kullanır) kimseler getiremiyorsa, çıraklar, çömezler nasıl getirsin? Yalnız başınıza beceremezseniz, bu işe ehil bildiğiniz kimseleri yardıma çağırsanız dahi buna asla muvaffak olamayacaksınız. Çünkü o eşi benzeri olmayan sonsuz kudret, sonsuz ilim, sonsuz rahmet sahibi kainatın yegane sahibinin sözüdür. O’nun kelam sıfatının ezeli ve ebedi tecellisidir. Onunla iddialaşmak, onun sözünün misli bir söz söylemek kimin haddine? Nasıl ki O’nun halk (yaratma) sıfatında benzeri yok, hiç kimsenin bir kıl yaratmaya, bir çekirdek zarı oluşturmaya gücü yetmiyor; öyle de, kelam sıfatının tecellisi kelamının da mislini getirmek aciz kullarının haddine mi? Zayıf aklı, mahdut ilmiyle böyle bir işe kalkışmak, vagonu bakkal terazisiyle tartmak gibi aptallık olur.
Burada emir, emr-i tacizidir (aciz bırakma). Âyetin bu bölümüne kadar muhatabı bilgilendirip şüphesini, cehlini gidermek için deliller verdi, aklını çalıştırma yöntemleri sundu. İnanmak niyetinde olan inanır. Öğrenmek niyetinde olan öğrenir. Ama niyette küfür, şirk varsa, inanmak istemediğinden elli dereden elli su getiriyorsa, yüreği inkar pası ile kaplıysa ona gereken ateştir, cezadır. Böylelerine ceza hazır beklemektedir. Kuran’ın meydan okuması (tehaddi) kıyâmete kadar sabittir.
Efendimiz (sav) için ‘Kulumuz’ buyrulması, onun şanını medih içindir.
❊ Has kulun alâmetleri:
1- Rahat etme sevdasından uzak olan
2- Bütün gücünü Allah’a itaate sarf eden
3- İnsanlar içinde mertebesinin, şöhretinin düşmesini isteyen has kullardandır. Zünnûn-u Mısrî
Haydi bunun gibisinden bir sûre getiriniz. Yani üslubda, belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam onun eşi bir sûre de siz bulunuz. Hatta Allah'tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını farzettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı size baş, el, ayak olmak isteyecek ne kadar yardakçılarınız, şahitleriniz, önderleriniz varsa hepsini de çağırınız.
‘ شُهَدَآءَ ’ kelimesi ‘şehid’ kelimesinin çoğuludur. ‘Şehid’ ise, hazır, şahit, nâzır, örnek mânâlarına gelir ki, burada herhangi birisi demektir.
‘ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ / Eğer davanızda sadık iseniz.’ Yani bu konuda şüpheye yer olduğu fikrinde haklıysanız bunu yapmanız ve yapabilmeniz gerekir. Siz böyle demekle şairlerde, filanlarda aynıları var demek istiyorsunuz. Varsa haydi bulun getirin, bugün değilse yarın getirin, öbür gün getirin, eğer sadık iseniz. Sıdk (doğruluk) kelimesi, altı anlamda kullanılır: Niyet ve irâdede sadâkat, vefâ ve azimde sadâkat, amelde sadâkat ve dinin bütün makamlarında sadâkattir. Bunların hepsinde sadâkatle nitelenen kimse sıddıktır.
Birtakım insanlar: ‘Allah’ın bize peygamber gönderdiği, Muhammed el-Emîn'in Peygamber olduğu, Kur'ân'ın Allah kelamı olduğu ne belli? Bu bize şüpheli geliyor, kuşkulanıyoruz, bunu bile bile değil, bilmediğimizden, şüphe ettiğimizden inkâr ederiz’ diyebilirler.
Bunun için Cenâb-ı Hakk genel tevhid ve kulluk davetinin ardından Resûlünün peygamberliğini ve Kur'ân'ın ebedî bir mu'cize olduğunu açıkça göstermek için, şüphesi olanlara karşı açıktan bir musabaka, bir yarış ilan ediyor ki buna ‘tehaddî (meydan okuma) mu'cizesi’ denir.
Peygamber Efendimizin (sav) mucizeleri çoktur. Fakat maddî ve zamanla ilgili olan mucizelerin kuvveti, bulunduğu zamanın ve muhitin dışına çıkmaz. Beşeriyetin dinden istifadesi harikalara sarılmak değil, Allah'ın sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarılmaktadır, yani İslami ilimlerdedir. Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın özel yardımıdır.
Hidâyetten gaye ise, zorluktan kurtarmadır. Şu halde mucizenin en önemlisi ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize ise Kur'ân'dır. Hiçbir insan, hatta bütün insanlar Kurân'ın benzerini yapamazlar. Bu, bizzat ilâhî vaad ve taahhüd altındadır. En büyük dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya kalkışırlarsa aciz kalırlar.
Kur'ân'da fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler Kur'ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlub olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini derhal bağlamış veya hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de bunu isbat etmiştir.
Napolyon Bonapart Mısır'a geldiği zaman savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize sanarak: ‘Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi, fakat ben daha büyüğüm’ demişti (haşa). Bu gururu sonucunda Akkâ kalesi mağlubiyetinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihâyet söndü gitti ve o zamandan beri Fransızlar onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum) Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed (sav)'in peygamberliğinin ebedî bir kanunu ve delilidir.
Cihada Niyet, Sıdk ve İhlâs
Bir bedevi gelerek Resûlullah (sav)’e iman etti. Sonra da sordu: ‘Seninle hicret edeyim mi?’ Resûlullah (sav) onu ashabından birine teslim edip meşgul olmasını söyledi. Sonra yapılan gazvede Resûlullah (sav), bir miktar ganimet elde etmişti. Bunu taksim etti ve bedeviye de bir pay ayırdı. Bedevî ‘Bu nedir?’ diye sordu. Resûlullah (sav) ‘bu payı sana ayırdım’ dedi. Adam: ‘Ben bunun için sana tabi olmuş değilim, ben (eli ile boğazını göstererek) şuraya bir ok atılıp ölmem ve cennete gitmem için sana tabi oldum’ dedi. Resûlullah (sav) de ‘Sen Allah (cc)’a sadık oldun mu Allah (cc) da sana sadık olur (dilediğini verir)’ dedi. Askerler bir müddet durdular. Sonra düşmanla mukatele etmek üzere kalktılar. Adamcağızı az sonra sırtlayıp Hz. Peygamber (sav)’e getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmiş ve ölmüştü. Resûlullah (sav): ‘Bu, o adam mı?’ diye sordu, ‘Evet, odur!’ dediler. ‘Öyleyse Allah (cc)’a doğru söyleyip sadakat gösterdi, Allah (cc) da ona sadakat gösterdi’ buyurdu. Adam, Resûlullah (sav)’in cübbesi ile kefenlendi. Resûlullah (sav) cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı. Okuduğu duâdan işitilenler arasında şu da vardı: ‘Ey Allah’ım, bu senin bir kulundur. Senin yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şahitlik ediyorum.’ Nesâî