40- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, ahdime vefa edin (sözünüzü yerine getirin) ki, ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Ve ancak benden korkun.
Efendimize (sav) vahiy indiğinde çevresinde Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar vardı. Hepsi de Efendimizi (sav) inkar ediyorlardı. Sanki daha önce hiç peygamber gelmemiş, hiç kitap inmemiş gibi davranıyorlardı. Kimi câhilliğinden, kimi de hased ve hainliğinden imana yanaşmıyorlardı. Cenâb-ı Hakk enfüsi (ruhi) ve afaki (maddi) bir çok delil getirdikten sonra genel olarak anlamaları için bütün insanlı-ğın babası Hz. Âdem’den bahsedip insanın yaradılış gayesini anlatmış. Ve yeryüzüne cennet medeniyeti görmüş olan Hz. Âdem’i peygamber olarak göndermiş, insanlara ‘Beni Âdem Âdemoğulları’ diye hitap etmiş.
Cenâb-ı Hakk, Efendimizi (sav) inkarda ileri giden yahudi güruha da ‘Ey İsrâil oğulları’ diye hitap ediyor. Ta ki kendi dedeleri olan Yakub’un da Allah’ın bir elçisi olduğunu düşünerek bu son peygamberi tekzibden kaçınsınlar.
‘Beni İsrâil’ hitabında (idmaç sanatıyla) hem medih hem zem yapılmış: Siz hem peygamber soyu olasınız, kitabınızda son peygamberin vasıflarını okuyup onu evladınız gibi tanıyasınız, hem de inkar edesiniz. Bu size yakışır mı? Üstelik size kendi âleminizde kimseye verilmemiş nimetler verdik. Sizden peygamberler, melikler gönderdik. Peygamberlerin nice mucizelerine şahit oldunuz. İnanmayanların nasıl helâk olduklarını gördünüz. Şimdi neden kitaplarınızda geleceği vaad edilen, vasıfları zikredilen Peygambere inanmıyorsunuz? Halbuki siz o peygamberin gelmesi için duâ edip yalvarıyordunuz.
İşte size inam ettiğim nimet: Son peygamber. Âlemi nura gark eden, zulmü, isyanı, fesadı, şirki, küfrü, vahşeti, tahakkümü ortadan kaldırıp asrını Asr-ı Saadet’e çeviren bir peygamber. Ben size vaad ettiğim ahir zaman nebisini gönderip verdiğim sözü gerçekleştirdim. ‘Siz benim ahdimi yerine getirin ben de sizin ahdinizi yerine getireyim.’ (Bakara, 40) Şimdi siz bana verdiğiniz ahdi yani son peygambere uyup ona tabi olacağınıza dair sözünüzü yerine getirin ki ben de size ‘Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.’ (Bakara, 274) ahdimi yerine getireyim.
‘Ancak benden korkun.’((Bakara, 40) (Vefayı terk hususunda benden korkun) Ona inanıp tabi olmakta hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmayın. Horluktan, zilletten, dışlanmaktan, mevkiden düşmekten, şeytanın iğvalarından, çevreden, Allah’tan gayrı hiçbir şeyden korkmayın. Siz ehli kitap olarak zaten Allah’a inanıyorsunuz.
İnancınızı gözden geçirin, tazeleyin, kuvvetlendirin. Rabbinizi isimleri, sıfatları, sanatları ve hükümleriyle iyice tanıyın. Bütün kuvvetin, otoritenin O’na ait olduğuna kesin olarak inanın. O mülkün asıl sahibidir. Yükselten de alçaltan da, veren de alan da O’dur. Allah’a olan inancınız, bilginiz, sevginiz, güveniniz tam olursa peygamberin sizin soyunuzdan veya İsmailoğullarından olması fark etmez. Çünkü temelde hepiniz insansınız ve Âdemoğullarısınız. İbrahim peygamberin soyundansınız.
Hepiniz birbirinizdensiniz. Sizi bir anadan, bir babadan yaratıp şubelere, kabilelere ayıran Allah (cc) birbirinizi tanımakta kolaylık olsun diye ayırmıştır. Taassub için değil. Kibir ve gurura kapılasınız diye değil. Âhirete inanan insanlar olarak böyle yapmak size asla yakışmaz.
Bir düşünsenize Hz. Muhammed’den önce sizin soyunuzdan gelen peygamberlere nasıl davrandınız? Mesele sırf soy sop meselesi olsaydı o peygamberleri yalanlamaz, öldürmezdiniz.
Birçok mucizeleri görüp birçok felâketleri yaşayıp, peygamber sayesinde kurtulduğunuz halde ona öyle nankörlükler, öyle küstahlıklar yapmaz, Rabbinize asi olmazdınız.
Size denizi kupkuru yol yapıp Firavun’dan kurtardı. Düşmanınızı aynı denizde boğdu. Onların kıyılmaz mallarına, bağ bahçelerine sizi varis kıldı. Buna karşılık siz Musa’nın Tur’a gitmesini fırsat bilip buzağıya taptınız. Malumu ilama ne hacet? Siz soyunuzu, başınıza gelenleri zaten biliyorsunuz.
Şimdi nefis ve hevanıza uyarak, menfaatinize taparak inkar yolunu tutup buna başka gerekçeler bulmaya çalışmayın. Çalkalandıkça bulanıyorsunuz, durun durduğunuz yerde, deprenmeyin.
İnanın kurtulun. Arzularınızı, hevalarınızı bir düşünce, bir fikir saymayın.
Allah yaparsa işin mermere sapla dişin
Allah yapmazsa işin muhallebi yerken kırılır dişin.
Kur’an’da geçen İsrailoğulları hitabı, aslında kinaye yoluyla ümmet-i Muhammed’e târizdir. Çünkü kainatın Nebisi, ümmet-i Muhammed’in son zamanda bütünüyle İsrailoğullarına benzeyeceklerini haber vermiştir.
Cenâb-ı Hakk, raydan çıkmış, küfre-inkara sapmış kimselere hitap ederek aynı zamanda bu tip insanlara nasıl tebliğ yapılacağını da öğretiyor.
İnsanı, özellikle nefs-i emmareyi küfre ve nifaka, inkara sokan nedir, bunu düşünmek gerekir. Zaten Rabbimiz bunu soruyor: ‘Ey insan! Seni kerim olan Rabbinden aldatan nedir?’
Nefsin gayesi, hedefi, arzularını tatmin. En güzel şekilde yesin, içsin, giysin, gezsin, en güzel mekanlarda barınsın, cinsel duygularını tatmin etsin ve bu hal biteviye devam etsin, hiçbir şekilde sansür konmasın. Bütün iş bundan ibaret.
Bu nefsi taşıyan insan, kendini hayatta tutan cazibe (çekici), dâfia (itici), müdrike (akıl) kuvvetlerini hepsini arzularına esir eder, menfaatine alet eder ve bunları bu uğurda tepe tepe kullanır. Bu durumda insan, nefsini ilâh edinmiş, kendisine verilen bütün zîr-ü zeber ederek nefsin boyunduruğuna girmiştir. ‘Şu kimseyi görmez misiniz; nefsini ilâh edinmiş’
Sanki bu âyet-i kerime, böyle bir nefsi muhatap alarak şöyle diyor: Madem senin bütün gayen nefsini râzı etmen, isteklerine ram olman; o halde düşün, bütün taleplerine cevap vermeye çalıştığın bunca nimet kimin? Bu canı sana kim verdi? Hayatını idame için bu kuvvetleri, nimetleri, istekleri, havayı, suyu, harareti, gıdayı sana kim bahşetti?
Seni o kıyamadığın nefsi emmareni soğuktan, sıcaktan, her türlü tehlikelerden kim koruyup barındırıyor? Sen kimin arzında yiyip içiyor, kimin mekanında temekkün ediyorsun?
Seni görme, işitme, tadma, dokunma, hissetme, anlama, düşünme, akletme gibi eşsiz duygularla hassalarla kim bezedi? ‘De ki: O'dur ancak sizi yaratan, size dinleyecek kulak, görecek gözler, duyacak gönüller veren! Fakat sizler pek az şükrediyorsunuz!’ (Mülk, 23)
Seni hiç yoktan var eden, hayat hakkı veren, türeten, üreten, çoğaltan, sevindiren, güldüren, düşündüren, fark ettiren, hislendiren, ağlatan, hiçbir mahluka vermediği latif kabiliyetleri, fasih dilleri, ince bilgileri kim verdi?
Düşün bir kere; gökten suyu kesse halin ne olur? Paran, pulun, mevkin seni doyurabilir mi, susuzluğunu giderebilir mi? ‘Size kim bir akarsu getirebilir?’ (Mülk, 30)
O halde aklını başına al; Mün’im’i düşünmüyorsun, nefsin sana perde olmuş. O halde O’nun verdiği ve her an tepe tepe kullandığın nimetleri düşünme yolunu tut. O nimetin kaynağını, sahibini bul, O’nunla aranı düzelt. O’nu gücendirme ki, nimetin tamamına vasıl olasın. O’nsuz ne dünya olur, ne âhiretin. Ev sahibini, mülk sahibini râzı etmeden O’nun mülkünde rahatça yaşayabileceğini sanıyorsun, heyhat!...
O, sana belli bir zaman mühlet veriyor, imkan veriyor diye uzun emellere kapılıp cezalandırmayacağını mı sanıyorsun? Bu sese kulak ver ve irkil: ‘De ki az bir zaman metalanın (yaşayın, zevklenin), mutlaka dönüşünüz ateştir.’ (İbrahim, 30)
İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır ki, İbrani dilinde bunun mânâsı safvetullah (Allah'ın seçkini) veya Abdullah (Allah'ın kulu) demektir.
Nimet kelimesinin Allah'a izafesinde, nimetin değerinin büyüklüğüne, bolluğuna ve güzelliğine işaret vardır. Çünkü bu tür izafet, Allah'a izafe edilen şeyin şereflendirildiğini gösterir. Beytullah (Allah'ın evi), Nâkatullah (Allah'ın devesi) izafetlerinde olduğu gibi.
Nimetin kulları çok, nimeti verenin kulları ise azdır. Yüce Allah ‘nimetimi hatırlayın’ emri ile İsrail oğullarına verdiği nimetleri hatırlattı ki, nimetin kadrini bilsinler. Muhammed (sav)'in ümmetine gelince, ‘Öyleyse siz beni anın ki, ben de sizi anayım’ âyetiyle onlara, nimeti vereni hatırlattı ki, nimeti vereni düşünerek nimetin kadrini bilsinler. İkisinin arasında ne kadar fark var!..
Allah’ın kullarına en büyük nimeti, onlardan râzı olmasıdır.
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Yahya Kemâl Beyatlı
✧ Vefa, bir şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yapmak demektir.
✧ Bir kimse birşeyi tam olarak yerine getirdiğinde ‘ أَوْفَى ’ ve ‘ وَفَّى ’ denilir.
✧ En yakın arkadaşınla bile şakaların zarif olsun. Dost ol, öyle ki, sana da dost olsunlar. Dostluğunu kötü gününde göster ki, kötü gün dostu bulasın. Dostlarına vefâlı, düşmanlarına müsâmahalı ol ve yere yıktığın düşmanını tekmeleme, âlicenaplık göster. Vefâ ve âlicenaplık, yüksek ahlâkın iki parlak şiarıdır.
✧ Hiçbir zaman mal, makam ve servet ile mağrur olma. Çünkü bunlar, ahde vefa eden dostlar değildir.
✧ Vefa imandandır.
✧ Kimseden vefa görmesem de, vefa göstermeye devam edeceğim. Hz. Ali
✧ Vefasız kimseler yıkık bir köprü gibidir. Mevlâna
✧ Hastalığı, sadakayı, musibeti gizlemek vefadandır.
❊ ‘ اُوفِ بِعَهْدِكُمْ ’ kavlinde müşakale fenni var. Yani cümlede lafzı aynı ile iade etmektir. Bazıları bu fenne müşareke derler.