56- Sonra şükredersiniz diye, o ölümün ardından sizi dirilttik.
İsrâiloğulları bu serüveni kitaplarından okudukları için biliyorlardı. Efendimizin (sav) onlara malumu ilam edip (lazımı faidei haber) bildirmesi risaleti tasdik eden bir mucize idi.
Ayrıca âyet öldükten sonra dirilmenin büyük bir nimet olduğuna da işaret ediyor. İnsanlar dünyada birbirine zulmeder, haklarını gasbeder. Irz ve namuslarına halel getirir. Haklarını çoğu zaman savunamazlar, alamazlar, haksızlığa uğrarlar. Dünya hayatında kimi zengin kimi fakir, kimi sağlam kimi hasta, kimi şen kimi perişan, kimi zayıf kimi güçlü. Bunların paydası eşitlenip sabitlenmeli değil mi?
Zâlimden mazlum hakkını almalı, ağlayan gülmeli, üzülen sevinmeli. Bunun için bir mahkeme-i kübra kurulmalı. Öyle bir mahkeme ki; hâkimi bizzat ahkem’ul hâkimin olan Allah (cc) olmalı. Şahidi Resûlullah (sav), yer, gök ve suçlunun kendi azaları olmalı.
Hak yerini bulmalı. Boynuzsuz koç boynuzludan hakkını almalı. Kul hakkından korkup, haramdan sakınıp aza kanaat eden sabır ehli mükâfatını almalı. İbâdet edenler semeresini görmeli. Rahatı rızâ-i ilâhi için terk edenler huzura ermeli. Yanlarını yataklarından ibâdet için ayıranlar atlas yataklarına konmalı.
Ağlayanlar gülmeli. Aşıklar maşuklarına kavuşmalı, gözyaşları dinmeli. Ruh sükun bulmalı, yorgun bedenler dinlenmeli, gönüller muradına ermeli. Bütün bunlar için diriliş, büyük hem de çok büyük nimet olduğundan âyetin sonu ‘lealleküm teşkürün- olur ki şükredersiniz’ şeklinde güzel bir biçimde bitiyor. (hüsnü intiha)
Kural: Sözün güzel başlaması ‘Hüsnü ibtida’ güzel devam etmesi ‘Fasl’ul hitab’, güzel bitmesine ‘Hüsnü intiha’ veya ‘İktidap’ denir.
✾✾✾
Bu kadar nimetten sonra ‘Allah'ı görmeden sana inanmayız’ diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet mârifetullah (Allah'ı bilme) meselelerinin en mühimlerinden birini ve insanların alçalış ve yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını bir cümlede hatırlatıvermiştir.
İnsanlar terakki edecekleri zaman görüşleri ve kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca görüntülere bağlanıp kalmaz, akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler. Gaybın hakikatına iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri körlenir, gözleri görülebilene saplanır, görmediklerine inanmazlar, inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felâkete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felâket gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder.
Böyle, maddeden başka bir şey tanımayanlar sopasız yürüyemeyen körlere benzerler, mabutlarını da elleriyle tutmak isterler. Bunların gözünde mâneviyat, mâkulat, mücerredat, evham sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden put ararlar, bulamazlarsa yaparlar ve ona taparlar. Çünkü insanlarda ibâdet ihtiyacı yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır.
İsrailoğulları'nın bir kısmı da gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya tekrar çöküntüye uğramaları dolayısıyla Hz. Musa'ya ‘Allah'ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız’ diye diretmişler, akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, ‘Sen konuştum, kitap getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de göster!’ diye isyana cür'et etmişler, bununla Allah'ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişlerdi.
Bütün gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp kalmışlardı. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti gelmiş ve bu musibetten de yine Allah'ın rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır.