60- Bir vakit Mûsâ kavmi için su istemişti. Biz de ‘Asanla taşa vur!’ demiştik. Vurunca o taştan on iki göze fışkırdı. Her soy (kabile) su alacağı kaynağı bildi. Biz de onlara Allah (cc)’ın size olan rızkından yiyin, için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın!’ dedik.
İsrâiloğulları Hz. Yakub’un oniki oğlu idi. Her biri ayrı kollara ayrılıp dallanıp budaklanmışlardı. Tefsirlerde altı yüz bin kişi oldukları bildirilmiş. Hz. Musa’nın mucizesi dikdörtgen bir taşa asasıyla vurunca her köşeden üç ayrı su fışkırdı. Her soya paylaştırıldı. Herkes nereden su alacağını öğrendi.
Bu bölüştürme gruplar arası tartışmayı kargaşayı önledi. Çünkü su taksimi adaletli yapılmıştı. Bu taş seyyardı, gittikleri yere götürürlerdi.
Bu mucize ibret alanlara birçok ders veriyor. Şöyle ki;
1- İnsanoğlunun bunca zulmüne, küstahlığına, nankörlüğüne, ukalalığına karşı kendilerine tayin buyrulan hayat süresince rızıkları kesilmeyip devam ediyor. Bu olay bile tek başına ‘Rahmetim gadabımı geçti’ kudsi hadisini tasdik ve isbat etmektedir.
2- Cenâb-ı Hakk’dan sevgili kulu Hz. Musa’yı aracı ederek su istemeleri ‘Allah’a ulaşmaya vesile arayın’(Maide, 35) âyetine telmih olduğu gibi, duânın icabetine vesile olduğunu gösteriyor.
3- Suyun on iki göze oluşu, taksim yapılmasını ve taksimin adil olmasını tâlim ediyor. Günümüzde su saatlerinin hanelere göre dağılımı bu gerçekten esinlenmiş olmalı. Elektrik, doğal gaz vs. hep bu üslup üzere hanelere bölünmüştür.
Yine miras taksiminde de evladın büyük küçük olması, sağlam sakat olması, sevimli sevimsiz olması, taksimi etkilemiyor. Allah’ın istediği, öğrettiği şekilde yapılıyor.
Bu durumda herkes kendine düşeni yapmalı ki kimse zulme uğramasın, zulmetmesin.
Elektiriği taksim eden kurumlar da işi iyi takip etmeli. Vermeyenlerin yükünü verenlere yüklememeli. Veremeyenlere yardımcı olup imkan sunmalı, hırsızların kullanmalarına fırsat tanınmamalı.
4- Cenâb-ı Hakk suyu altı yüz bine paylaştırdığı halde kargaşa çıkmayışı fadlından, rahmetinden, ilminden ve sonsuz kudretinden güzel bir örnek. Gökyüzünde binlerce yıldız kendilerine pay edilmiş. Yörüngelerinde aşmadan, taşmadan seyran etmeleri de bu ahengi hatırlatmıyor mu?
5- Bu âyetten neyi, nasıl, neye göre, ne zamanda taksim edileceğini bütün aleme ders olarak sunuyor.
Toplum buna göre yapılanmalı. Okullarda, devlet dairelerinde, iş yerlerinde, çarşılarda bu adalet, bu nezaket gözükmeli. Zengin fakir, güzel çirkin, köylü kentli ayrımı yapılmamalı. Birilerini göklere çıkarırken, diğerini yerin dibine indirmemeli. Birine ayda yirmi milyar verilirken diğeri asgari ücrete tâlim ettirilmemeli. Biri üçyüz milyarlık arabada hava atarken, öbürü yırtık ayakkabısını tamire para sıkıntısı çekmemeli. Birinin bir ay boyu yediğini, diğeri bir gecede tüketmemeli.
Bir kişiye dokuz pul,
Dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz
Kuzulara şah olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa.
Bülbüllere emir var
Lisan öğren vakvaktan
Bahset tarih;
Balığın tırmandığı kavaktan. (N. Fazıl)
6- İnsanlar arası rabıtaları hiçbir sebeple koparmamalı.
Âyette su dağıtılırken bile her soya ayrı göze tayin edilmiş. Soylar su için birbirinden ayrılmamış.
Akraba ilişkileri kesilir, koparsa insanlar tesbih taneleri gibi dağılır, kaybolur. Sevgi, saygı, yardımlaşma gibi erdemler ortadan kalkar.
Fakir bir kimseye halası, dayısı, teyzesi, dedesi, amcası harçlık verdiğinde asla başkalarının vermesi gibi ezilmez, üzülmez. Onlara karşı da saygısı, sevgisi artar. Ama irtibat kesik olunca birbirinden haberi bile olmaz.
Akraba ilişkileri kesik olan kimselerin çoğunlukla arkadaş kurbanı olduğuna hepimiz şahidiz. Mesela, yeni evlenmiş genç bir bayan düşünelim. Eşinin ve kendisinin ailesinden yüz çevirip irtibatlarını koparmayı başarınca, kendine kumar, eğlence arkadaşları bularak vakit geçirmekte, haddi aşmaktadır.
Yine aileden irtibatını kesen delikanlı da arkadaşlarla oturmayı tercih edip, orada istediği kötülükleri yapma imkanı oluşturduğu ve ileri hayatında kendini affedemeyeceği hatalar yapmakta olduğu göz ardı edilmemelidir.
7- Âyette ‘Her soy meşrebini bildi’ buyrulması da manidardır. Hani bir deyim var: ‘Aslını inkar eden haramzadedir.’ ‘Kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş’ Günümüz insanı maalesef bu konuda da duyarlı değil. Kendine zorlanarak da olsa okuma, iş kurma imkanını sağlayan ana baba, ne yazık ki evladından gereken saygı, ilgi, sevgiyi görememektedir.
Sözde okumuş, aydın evlat bazen kıyafetlerinden, bazen konuşmalarından utanarak ana babasını arkadaşlarına tanıtmaktan bile utanır. Artık diğer akrabaları söylemeye ne hacet?
Aylar geçer, ana babayı sormaz, ilgilenmez. Yani o kadar okumasına rağmen meşrebini bilmez.
8- İnsanları herhangi bir şey için taksim edildiğinde yöresi, töresi, kültürü, yaşı, seviyesi, derecesi göz önünde bulundurulup psikolojik baskı uygulanmamalıdır.
Mesela hapishanede bilgili, faziletli, asaletli sözde fikir suçlulalarını canilerin, katillerin arasına koymak, onları iki kere cezalandırmak sayılır.
Âyetin son cümlesi; ‘Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünü fesada vermeyin.’
İnsan yiyip içerek enerji topluyor, hayatı, hücreleri yenileniyor. Allah’ın lutf u keremiyle aldığı enerjiyi, kuvveti Allah yolunda faydalı bir şekilde kullanmalı. Hele hele O’na asi olmakta, O’nun yarattıklarına eziyet, zulüm etmekte asla kullanmamalı.
İnsandan istenen asli görev Allah’a itaat, mahluka şefkat olduğunu hiç mi hiç unutmamalı. Diyelim ki; size bir konak emânet edilmiş. İç mimarisi size verilmiş. Siz onu en güzel şekilde yapmanız gerekirken, o güzel konağı yıkıp, tarumar ediyorsunuz.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın güneşle, ayla, yıldızlarla aydınlattığı, ağaçlar, çiçekler, dağlar, denizlerle donattığı, türlü türlü nimetlerle bize emânet ettiği yeryüzünü ve içindeki varlıkları ilâhi kanun ve tüzüklere uymamakla korumayıp yok etme çabası içinde olmak ne hazin bir iş, ne azim bir nankörlük olur.
Hele hele genç zihniyetin beynini yalanlarla, hilelerle, oyunlarla bulandırıp birbirini kırdırma eylemlerine girmek ne büyük hainlik! Zaten içki, uyuşturucu, internet aracılığı ile hayatları mahvetmek, insanların duygularıyla oynayıp gadab, şehvet ve akıllarını raydan çıkarıp hayvandan aşağı düşürücek işlerde kullanmak yahudiler ve yardakçılarının başlarının altından çıkmıyor mu? Necip Fazıl’ın deyimiyle, Yahudi kendi yumurtasını pişirmek için komuşusunun evini yakan kimsedir.
Bu zihniyet neslimizi hedefinden saptırmış, eğitim ve gençlik heyecanları yanlış yola kaydırılıp sürüler halinde kumara, içkiye, fuhşa, uyuşturucuya, eğlenmeye, haksız kazanç yollarına, tembellik ve her türlü fenalığa sürüklemiştir.
Genç bayanlar çırıl çıplak sokaklarda endamını teşhir ederken, genç baylar da aralarında kaç kişiyle flört ettiklerinin havasını atmakta. Güçlü, kuvvetli, akıllı gençlerimiz ana babaya destek olacaklarına onlara ömür boyu yük olarak keyiflerince, sorumsuzca, ilgisizce bencil bir hayat yaşamakta, evlenip yuva kurmaktan kaçınmaktalar. Tembelliklerini kalıplaşmış cümlelerle örtmeye çalışmaktalar: Bekarlık hürriyet, bekarlık sultanlık diye kendilerini kandırmaktalar.
Bekarlığın tazyikiyle işledikleri günahları düşünmeyip vicdan azabı çekmedikleri için mezmum hayatları kendilerine güzel gözükmektedir.
Kur’an’ın her âyeti değil, her kelimesi uçsuz bucaksız derya. Biz bu çalışmamızda ancak bazı kelimelerin köküne inip, hakikat ve istiarelerini işlemeye çalışacağız.
Bu âyette geçen ‘ تَعْثَوْا ’ kelimesinin lugat manası: Yılan sokması, yün vs.ye güve düşüp yemek, ısrar etmek, yılan, güve, küçük güve, güvercin, kötü dilli, bön, ahmak, kuraklıkta birbirini yiyen engerek yılanı, şarkı söylemek, insanları hayır ve menfaatten alıkoymak, başarısız, takatsız, tamamının bozulması, çok kıllı olmak, dişi sırtlan, rengi karamtırak olan erkek sırtlan, omuza kadar inen saç, fesadda, küfürde ve kibirde ileri giden, asayişi bozmak, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk etmek.
Bu manalar sadece dört lugat kitabından bulduklarımız. Kim bilir daha kapsamlı lugatlarda ne manalar var! Hele Lugat-ı Okyanus’ta bazen bir kelimenin üçyüz manası olduğunu, her kelimenin aşağı yukarı yirmi-otuz manası olduğunu Osmanlıca yazılan bu dört ciltli dev kitapta okuyoruz.
Not: Said Nursi Hz.leri bahsi geçen Lugat-ı Okyanus Kitabı’nı (Sad) harfine kadar ezberlemiş.
Âyetimizi bu kelimenin diğer manalarına göre düşünürsek;
لَا تَعْثَوْا :
Kötü dilli, bön, ahmak olmayın. Bozmayın, başarısız, takatsız olmayın. Yaptığınız işi bitirin, saçınıza, sakalınıza, bıyığınıza, başınıza dikkat edin, karmakarışık olmasın. Erkekleriniz kadınlarınız gibi saçlarını uzatmasın. Şarkı türkü söylemeyin (dinlemeyin).
Engerek yılanı gibi birbirinizi yemeyin. Güve gibi içten içe kemirmeyin. Israrcı olmayın. Güvercin gibi söz taşımayın, mafyalık yapmayın. Küfürle, fesatla kibirlenip haddi aşmayın. İnsanlara hayır ve menfaatte engel olmayın.
Teşbihin gizli, kapalı, tek kelimeyle yapılan kısmına istiare denir. Âyetlerin asıl manasını verdikten sonra istiare formüllerine uygulanan kelimelerde çok enterasan, ilginç, derin manalar fark edilmektedir. Müfessirin-i kiram kendinden bir şey katmayıp, ehl-i sünnet ve’l cemaat inancı ve bilgileri sınırında Kuranî kelimelerin köküne inerek güçleri yettiği kadar mana devşirmişlerdir.
Kur’an’ın meal manası Fahri Hocamızın açıklamasıyla bir tabak meyve çekirdeği. Ulema-i kiram bu çekirdekleri alet ilimleriyle mârifet bahçelerine ekip büyütüyor, meyve vermeye başlıyor. İşte o zaman tefsir husule geliyor.
Yine muhterem Hocamız meal okumayı Sarayburnu’nda oturup denizi seyretmeye, tefsiri de dalgıç elbiselerini (on iki ilmi öğrenerek) giyip, denizin dibini araştırıp, inci mercan toplamalarına benzetirdi.
Kur’an’ı en azından mealiyle okumayı, az da olsa manasına vakıf olmayı tavsiye eder, ‘Bal kavanozunun dışını yalamaktan tad alamazsınız. İçindeki balı tadın, meal okuyun fakat tefsir derslerinden, sohbetlerden geri kalmayın’ tavsiyelerinde bulunurdu.
‘ لَا تَعْثَوْا cümlesinden bir istiare kurarsak, birçok manasından sırtlan manasını alalım. Ondaki özellikler yeryüzünde fesat çıkaranların özelliğiyle benzeşiyor. Şöyle ki; sırtlan dört-beş kişilik sürüler halinde yaşayan, en büyük düşmanı aslan olan, başkanları dişi kraliçe olan, artık ve leşle geçinen, en güçlü çeneye sahip, insanların otlattığı sürülere saldıran bir yırtıcı hayvan.
Bu ansiklopedik bilgiden sonra yapılan teşbihin ortak yanlarını şöyle sıralayabiliriz:
Sırtlanlaşmayın, yırtıcı olmayın, çenenize sahip olun, gece hayatı ve gece entrikalarına dalmayın. Çirkin çirkin bağırıp çevrenizi incitmeyin. Artık yemeyin (zina yapmayın), küçük gruplar oluşturup kirli işler (mafya-hafiyelik) yapmayın, sinsi sinsi hilelere girişmeyin, kadınlarınızı başınıza amir yapmayın. Hadisi şerifte, ‘Kadınlar idareci olursa, yerin altı, üstünden hayırlıdır’ buyrulmuştur.
Mert olun, aslandan kaçmayın, mert, cesur ve müttaki insanlara düşmanlık yapmayın, yiğit olun yırtıcı olmayın, vahşileşmeyin, insan olun.
Verirler ‘ben acizim, kudret senin’ dedikçe
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe (N.Fazıl)
Çobanlık müddeti sonunda veda için gelen Hz. Musa'ya Şuayb (as), bir eve girmesini ve orada bulunan değneklerden birini seçip almasını söylemişti. Bütün peygamberlerin kullandığı asalar nesilden nesile aktarılmış ve o anda Şuayb'(as)ın emânetine tevdi edilmişti. Musa içeri girince bir asa sıçrayıp eline geldi. Dışarı çıkıp asayı Şuayb'a gösterdi. Şuayb: ‘Onu bırak! Başkasını al!’ dedi. Eve girip asayı bıraktı. Ama yine aynı asa sıçrayıp eline geldi. Defalarca denemesine rağmen asa değişmedi. Sonunda Şuayb kızdı ve ‘sana başkasını al, demiyor muyum!’ diye çıkıştı. Hz. Musa bu işin elinde olmadığını ve her defasında aynı asanın sıçrayıp eline geldiğini söyleyince Şuayb: ‘Bunda bir hikmet olmalı’ diye düşündü ve: ‘Peki öyleyse al bakalım!’ dedi.
Mukatil'e göre asayı, Hz. Musa'ya, geceleyin Medyen'e doğru giderken Cebrail (as) vermiştir.
Alimlerin çoğuna göre Hz. Musa'nın asası ‘Cennet ağacından (Mersin ağacı)’ olup, Musa (as)'nın boyu kadar, on arşın uzunluğa sahipti ve onu Adem atamız Cennetten yere indirmişti. Asırlar boyu insanlar onu birbirine devretti ve sonunda Hz. Şuayb'a kadar geldi. O da Hz. Musa'ya verdi.
Asanın adı, Said İbn Cübeyr'e göre Mâsâ; Mukatil ibn Süleyman'a göre Nef'a; İbn Hıbban'a göre Ğıyasu; diğer bazı alimlere göre de Ulayk 'dir, rengi de sarıdır.
İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Allah'ın emri ve Hz. Musa'nın yere bırakmasıyla asa, daha önce yılan değilken yılan oldu. Musa atınca, asadan dönme yılan, önce bir ağaca varıp onu yedi, arkasından bir kayayı yuttu. Bu esnada Hz. Musa, kayanın yılanın karnında düşünce çıkardığı sesi işitip kaçtı. Allah tarafından: ‘Ey Musa! Tut onu!’ denildi, ama o tutmaya cesaret edemedi. İkinci, üçüncü defa tutması söylendiyse de yapamadı...
Rivâyetlere göre Hz: Musa'nın asası, iki çatallı olup, alt tarafı eğri idi. Bu alt tarafta keskin iki tane dişi (budağı) vardı. Hz. Musa geceleyin bir yere veya çöle gittiğinde, eğer ay ışığı yoksa, asanın çatal kısımları etrafı bir meşale gibi aydınlatırdı. Susuz kaldığında kuyuya şarkıtır, asa da -ne kadar derin olursa olsun- kuyunun dibine ve suyun bulunduğu yere kadar uzanır; baş tarafı hemen kova gibi olur ve ihtiyacı olan suyu temin ederdi. Yiyecek bir şeye ihtiyaç hissederse asayı yere saplar ve günlük ihtiyacını karşılardı. Şâyet canı herhangi bir meyve arzu ederse, asayı toprağa saplardı; bu esnada asa derhal Hz. Musa'nın istediği meyvenin ağacı olur, dallanır budaklanır, hemen anında meyvesini verirdi.
Bir başka rivayete göre ise, asa badem ağacındandı. Musa (as) dilediği vakit ondan taze badem yerdi. Sopası elinde iken bir düşmanla karşılaşırsa, çatal kısmı derhal iki ejderha olur, onun adına düşmanla çarpışırlardı. Hz. Musa darda kaldığında, asasını yüksek, sarp ve yalçın kayalara, geçit vermez dağlara ormanlara vurduğunda ona yol açardı.
Eğer bir nehri veya büyük bir suyu geçmesi gerekir; gemi ve kayık da olmazsa asayı suya vurur, bu vuruşla su ikiye bölünür; geniş bir yol meydana gelirdi.
Çatalların birinden bal yer, diğerinden süt içerdi. Bir yere giderken şâyet yorulur ve yürümeye tahammülü kalmazsa asaya biner, böylece istediği yere bir at sırtında gider gibi gider, fakat yolculuk sırasında asla sarsıntı ve sallantı hissetmezdi; yolunu gösterir yani kılavuzluk yapar; düşmanlarıyla çarpışırdı. Güzel koku arzu ettiğinde, esans neşreder, Musa da beden ve elbisesine dilediği gibi sürerdi. Şâyet yolda hırsız, hayırsız kimseler olursa asa dile gelip başka bir yol takip etmesini söylerdi.
Hz. Musa asası ile koyunlarına yaprak silker; yılan çıyan gibi haşeratı, yırtıcı hayvanları yine onunla kendisinden kovup uzaklaştırırdı. Yürürken asayı omuzuna alır ve ona heybesini, torbasını, yiyecek ve giyeceklerini asardı.
Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenâb-ı Hakk'tan su diliyor, yağmur duâsına çıkıyor. Cenâb-ı Allah da bu duâyı kabul ile istenilenden daha büyük harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor. Duânın arkasından da fiilî teşebbüsü emrediyor: ‘Asân ile taşa vur!’
Hz. Musa, bu ilâhî emre derhal uymayıp da ‘asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?’ gibi aklî ve indî bir kıyas yapsaydı, bu nimet tecellî etmeyecekti, duâlar, araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor. Mânevi sebep olan duâ, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. Maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidâyet tamamıyla tecellî ediyor. Bunu da ‘yiyin, için, fesat çıkarmayın’ irşad ve ikazı takip ediyor.
Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır. Sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini anlatmak değil, olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti Musa gibi bir şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek her türlü mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür.
Ayrıca Hakk Teâlâ'nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle mânevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve ihlâs ile duâ etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duânın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. Fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan ilâhî telkînin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.