61- Ve bir vakit siz: ‘Ey Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe katlanamayacağız. Sen artık bizim için Rabbine duâ et de, yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bizim için çıkarsın!’ dediniz. Mûsâ da: ‘O daha hayırlı olanı şu aşağı olan şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? İnin şehre, sizin için orada istediğiniz şey var!’ dedi. Onların üzerine horluk ve yoksulluk vuruldu ve Allah (cc)’ın gazabına uğradılar. Bu Allah (cc)’ın âyetlerini inkar ettikleri ve peygamberleri haksız yere öldürdüklerindendi. Bu, isyan edip aşırı gittiklerindendi.
Suçlular sahrada bütün ihtiyaçlarını hiç çalışmadan, yorulmadan elde ettikleri halde yine nankörlük ve küstahlıklarından vazgeçmediler. Teşekkür edip minnettar olacaklarına bıldırcın kuşu, kudret helvası gibi kıymetli ve gökten inen rızıkları beğenmeyip, yerden biten sarımsak, soğan vs. bitkileri istediler. Ednâyı âlaya tercih ettiler. ‘Bir yemeğe sabredemeyiz’ diye hezeyanlar kopardılar.
Benî İsrâil’in şahsında nefsi emmarenin sıfatları anlatılıyor. Ta ki nefsimizi tanıyıp onu zapt u rapt altına alalım. Rabbinin buyruğuna boyun eğdirelim. Aksi halde ha İsrâiloğulları ha İsmâiloğulları fark etmez. Aynı sonuca düçar olunur. (İsrâiloğullarını müşebbehi bih kabul edersek müşebbeh nefsimiz, vechi şebe ortada)
Oysa bir çeşit yemek sıhhat için en büyük vesile. Günümüzde insanlar tek çeşitli kürler yaparak sıhhatine, ideal kilosuna ulaşmaya çalışmıyorlar mı? Efendimiz (sav) hayatı boyunca hep tek çeşit yemedi mi? Nefis, çeşitten, teferruatlı yemeklerden, kıvır zıvırdan hoşlanıyor.
Beslenmede amaç bedenin kuvveti. Yemeye teşvik olsun, zorlanılmasın diye Yüce Hâlık damak lezzeti, çeşitli tat alma duyguları vermiş. Asıl mide sindirim sistemi; Bediüzzaman’ın deyimiyle müdür. Damak tadı sadece bir kapıcı. Kapıcıyı isteklerini vererek memnun edip içeride müdürü (koca bir sistemi) kızdırmak, zorda bırakmak reva mı?
Sağlıklı beslenme az, ihtiyaca göre, besin değerlerini göz önüne alarak, uygun zamanlama ile, mevsimin ve kendi sıhhi durumuna göre beslenmektir. Tabii en önemlisi de helâlinden, tayyibinden olmasıdır.
Onlar iki yemeğe ‘Bir’ diyerek inkar ve yalan yolunu tuttular.
Onlara hem hayvanî, hem bitkisel iki çeşit gıda veriliyordu. Hem de günlük, taze olarak.
Nefis de böyle, kendine verileni azımsar, inkar eder. Teşekkür etmez, hırslı ve tamahkardır. Yediğini yer, yemediğini İsrailoğulları gibi saklar, kokutur. İstekleri yerine getirildikçe tatmin olmaz, doyuma ulaşmaz.
Hep yeni isteklerde bulunur. Cehennem karakterlidir, doldurukça ‘Daha yok mu?’ der.
Nefsimizin isteklerini yerine getirmekle asla başa çıkamayız. İsteklerini yerine getirdikçe azgınlığı, tuğyanı, isyanı, nisyanı, gafleti artar. Ona yapacağımız şey, arzularını yerine getirmemektir. Gazali’nin tabiriyle nefis süt emen çocuk gibidir. Sütten kesmedikçe o emmeye devam eder. Onu en iyi açlık terbiye eder. ‘Kim nefsini hevasından nehyederse, ona Me’vâ cenneti vardır.’
Ashabdan Hz. Semure b. Cündüb’ün oğlu yemekten sonra kusmuştu. Çok yedikten sonra kusmayı hayra alamet saymayan Hz. Semure şöyle söyledi:
‘Şâyet bu kusmadan dolayı ölmüş olsaydın, cenaze namazını kılmakta tereddüt ederdim!’
Yani çok yemekten dolayı ölen insanı cenaze namazı kılınmayacak kadar günahkar kimse gibi görüyordu ashab! Hemen kendimize bakıp, tehlikeli fazlalıklardan kendimizi kurtaralım.
İsrâiloğulları Hz. Musa gibi ulû’l azim bir peygamberden nasıl bir duâ istiyorlardı? Basit arzularına, nefsani isteklerine nasıl da Allah’ın peygamberini aracı ediyorlardı?
Bu isteklerinin altında sinsice, başka bir istek yatıyordu. Bu sahradan inip ekilen, biçilen, ziraate elverişli bir karyeye gitmek istiyorlardı.
Nefis de böyle aceleyi sever. Âhireti unutur. dünya sevgisinin tazyikiyle dünyalık duâlar, bedduâlar eder. Verilen nimetle yetinmez başkasını ister. Duâları sinsicedir. Mesela der ki; ‘Allah’ım! Sen bana çok para ver, ben de fakirlere vereyim.’
Aslında fakirleri bahane ederek kendisi için ister. Eğer maksat fakirler olsaydı ‘Ya Rabbi fakir kullarına bol bol ver, kimseye muhtaç etme’ derdi.
Âyette ismi geçen bu sebzelerin özelliğini şöyle özetleyebiliriz:
Sarımsakta A vitamini var. Gece körlüğü, diğer göz problemlerinin yanı sıra bazı cilt bozukluklarını önler, bağışıklığı artırır, kanserden korur.
Baklada B vitamini var. Kan yapar, kavrama ve beyin faaliyetlerini geliştirir. Enerji, öğrenme, büyüme kapasitesi üzerinde olumlu etkisi vardır. Vücudun yaşlanmasını geciktirir.
Soğanda C vitamini var. Dokuların gelişmesi ve tamiri için gereklidir. Antistres hormonlarını geliştirir ve kanseri önler. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir.
Mercimek ve yeşil sebzelerde B5, B6, B12 vitamini var. Fiziki ve zihni sağlığı etkiler. Bağışıklığı güçlendirir. Dokuların gelişimi ve tamiri için gereklidir. Kanseri önlemede yardımcıdır. Kalp-damar hastalıklarına iyi gelir. Kemiklerin oluşumu ve tamirine yardımcı olur. Ayrıca mercimek kalp yumuşatır. Yetmiş Peygamberin yiyeceğidir. Onun için itikafta mercimek çorbası tercih edilir.
Onların sinsice yaptığı duâya karşılık böyle bir cevap.
Gazab-ı ilâhiyi çeken nankörce, küstahca, nefislerinin daha da azmasını istercesine yapılan duâ onların helâkine vesile oldu. Üzerlerine zillet, meskenet vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar.
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّٖنَ بِغَيْرِ الْحَقّؕ
Bunlar iki kutsal varlığa büyük saygısızlık gösterdiler. Allah’ın âyetlerini ve Allah’ın peyamberlerini hiçe saydılar.
Azizi zelil gördüler, zillete uğradılar. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük isyan ve hududu ilâhiyi aşmak olduğundan kendi değerlerini nezdi ilâhide sıfırladılar. ‘Gazab olunanlar’ unvanını aldılar.
Nefse gelince, kendine verilen maddi-mânevi nimetlere şükretmez, iyi kullanmazsa hep yeni yeni isteklerde bulunur. Yaşantısı kendisini ‘şımartır’, azar, hezeyanlar koparır.
Kibirlenir, Cenâb-ı Hakk’a baş kaldırır. Âyetlerini umursamaz, resûllerini ve onun varislerini hiçe sayarak manen katleder. Asilikle haddi aşar ve gadab-ı ilâhiyi üzerine çeker. Sonra da daha dünyadayken malını, rütbesini, çevresini, imkanlarını kaybederek zillet ve meskenete düşer.
Tevekkül Böyle mi Olur?
Büyük velilerden Şakik Belhi bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır oynadığına şahit oldu. Yanına yaklaştı ve sordu:
- Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi:
- Herkesten bana ne? Benim için bir tehlike söz konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her ihtiyacımız o köylerden sağlanıyor.
Bu açıklama Şakik'i adeta bir şamar gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı endişe içindeydi. Kendi kendine şöyle dedi:
- Hey Şakik kendine gel! Şu köle nihâyet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet içinde hissediyor. Sen ki bütün canlıların rızkını garanti eden Allah'a inanıyor, tevekkül ediyorsun. Bu nice tevekküldür ki rızık endişesi içindesin?
Mısır: Hem özel isim, hem de cins ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman gayrı munsarıf olur; cerr ve tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi munsarıf olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman genel olarak kasaba anlamına gelir.
‘Mısır’ kelimesi, hem şehir, hem Mısır ülkesi anlamına gelen çift manalı tevriyedir. Bu âyetde her iki anlamıyla da tefsir edilmiştir. Lakin İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri vaki olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki kasabalardan herhangi birine hamletmişlerdir.
Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde bu emir sırf bir kınama ve azarlama emri olur. Yani ‘Mısır'a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belanızı da bulursunuz!’ anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında yine azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur. Bunun için karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip ‘mısır’ denilmiştir. Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır'daki esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular.
Bu noktaya gelince, Cenâb-ı Hakk, onları yine muhatap tutma şerefinden mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe ve ezikliğe mahkum oldular ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar, müstehak oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha sûresinde zikrolunan ‘kendilerine gazab edilenler’den oldular.
Bu baskı, bu gazap, bu kötü akibet şunun için idi ki, onlar, Allah'ın bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her türlü kötülüğü yaptırır.
Nebiy: Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren demektir. Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu ‘enbiya’ ve ‘nebiyyîn’ olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile) nebîîn okunur. Her resûl nebîdir, fakat her nebî resûl değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin yerine kullanıldığı da olmuştur.
Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın koyduğu hükmün aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı âşikâr olduğu halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri nass ile hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir. Burada, bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret buyurulmuş oluyor.
Bir gün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma.
Nankörlük büyük isyan,onu yabana atma. M. Balcı
Zillet ve meskenetin vurulmasında nisbetli kinaye var. Zillet ve meskenetin devamının sübutu murad edilmiştir. Binaya mühür vurulmaktan kinaye olmuş.