71- Mûsâ: ‘Allah (cc) şöyle buyuruyor: ‘O ne boyunduruğa girip yeri süren, ne de ekin sulayan bir inektir. Alaca değil, ayıpsız ve salmadır’ dedi. Onlar: ‘İşte şimdi hakikati getirdin’ dediler ve o ineği bulup boğazladılar ki; az kalsın bunu yapamayacaklardı.
Bu sorunun cevabıyla tatmin olmuş gibi gözüküyorlar. (‘Şimdi Hakk’ı getirdin’, cümlesinden sonra hazfolunmuş cümleler olduğundan vasıtalı kinaye sanatı vardır.)
Hz. Mûsâ’dan, son sorunun cevabını alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihâyet gerçeği itiraf ederek, ‘işte şimdi tam doğruyu söyledin’, dediler.
Onların ‘İşte şimdi hakkı getirdin’ demeleri de bir yalan, bir safsata. Sanki onlardan çok özel, çok farklı bir şey istenmiş de o istenen şeyi yerine getirmek için bilgi yetersizliği varmış (Haşa). Bu tavırlarıyla lüzumsuz sorular, gereksiz bahanelerle emr-i ilâhiyi itham etmelerini mazur göstermeye çalışıyorlar. Yani şöyle demek istiyorlar:
‘Biz hemen sığırı kesecektik. Ama yeterli bilgi alamadık, ancak şimdi doyurucu bilgi geldi. Kabahat sizin. (Haşa) tam tarif yapamadınız.’
Bu tavır yahudilerin her zamanki hileci, yalancı, suçlayıcı, tahakkümcü, dikbaşlı hallerinin bir örneğidir. Bu olay ve kahramanları, aynı zamanda nefs-i emmarenin sıfatlarını (önceki âyetlerde geçtiği gibi) anlatıyor.
Islah olmamış, terbiye görmemiş, Kur'an ahlâkına bürünmemiş, Resûlullah’ı (sav) örnek almamış her nefsin durumu aynı. Örnekler farklı olsa da karakter, davranış, tînet, düşünce, fiiliyat aynı. Cenâb-ı Hakk’ın ‘Kalpleri benzeşti’ nazm-ı celili bunu tek kelimeyle ifade etmekte.
O gün sığır kesme emrolunmuştu. Canları istemediği için kırk dereden su getirdiler. Bugün de aynı. Asrımızın en büyük hastalığı en acı kaybı beş vakit namaz emrini kulak ardı etmek, gerçeği yansıtmayan bahaneler öne sürmek de buna benzemiyor mu?
Önce, ‘kırk yaşından sonra kılarım’ sonra ‘dizlerimi bükemiyorum’ ya da herkesin sık sık duyduğu sudan bahaneler. Rahmetli Fahri Hocamız çok üzülerek zaman zaman derdi ki: ‘Eskiden evlerde su yoktu, mahallede bir çeşme vardı. Altmış kişi o çeşmeden abdest alırdı. Ama camiler tıklım tıklımdı. Şimdi bir binada neredeyse elli altmış musluk var. Ama ne yazık ki abdest alıp camiye giden yok.
Ne yazık ki asrımızda insanımızın çoğu emr-i ilâhiye boyun eğmiyor. Her şeye bilir bilmez itiraz ediyor. Ve her konuda kendini haklı çıkarıyor.
- Oruç tut.
- Tutamam, çalışıyorum. Ölüyorum, havalar sıcak.
- Zekat ver.
- Ben çalışıp neden ona vereyim? O da çalışsın.
- Hacca git.
- Daha erken. Her şeyden elimi eteğimi çekeyim sonra.
- Sakal bırak.
- Yaşlanıp dede olunca.
- Örtün.
- Çalışıyorum, okuyorum. Emekliliğime az kaldı.
- Evlen.
- Bir çiçekle yaz geçmez.
- Sigarayı bırak.
- O beni rahatlatıyor, stres atıyorum.
- Saygılı ol.
- O eskidenmiş.
Bahanelerimizi saymaya kalksak, bahaneler yetmez. Nüfus kağıdında müslüman yazan insanlarımızın müslümanlığı maalesef kağıtta kalıyor, sözde kalıyor, isimde kalıyor. Türkiye’de İslamiyet’i tam yaşayanların sayısı ancak yüzde beş. Ya yüzde doksan beşi nerede? Ne yapıyor? Hangi mazeretin gölgesine siniyor?
Neden çarşıya pazara, tv’ye, internete, gezmeye, sinemaya, çakırkeyfe, tatile zaman buluyoruz da mülkün yegâne sahibinin emirleri, yasakları hafife alınıyor? Yahudice itirazlar gökkubbeye yükseliyor?
Sanki hesaba çekilmeyecek, yaptıklarından sorulmayacak gibi umursamaz, dengesiz, ibâdetsiz, itaatsiz, huzursuz bir hayat tarzı. Sen en büyük olan Rabbine itaat etmezken, küçüklerinden saygı beklemen abes değil mi? Bugün çocuklarımızın, her istediğini yaptıran, söz buyruk dinlemeyen, asi, pervasız, ev teröristi olmalarının sebebi sanırım anlaşılıyor.
İsrailoğullarında sâlih bir adam vardı. Onun küçük bir oğlu ve buzağısı vardı. Adam buzağıyı alıp ormana götürdü ve:
- Allah’ım! Bu buzağıyı oğlum için sana emânet ediyorum. Oğlum büyüyünceye kadar onu koru ve sakla, dedi.
Adam öldü. Buzağı ormanda büyüdü. Tam yaşına girdi. Yaşlılık ile gençlik arasındaydı. Yabani büyüdüğü için gördüğü her şeyden kaçıyordu.
O sâlih adamın oğlu büyüdüğünde, hayırlı bir evlat oldu. Geceyi üçe bölerdi; üçte birini namazda, üçte birini uykuda ve diğer üçte birini de annesinin başı ucunda geçiriyordu.
Sabah olduğu zaman sırtına odun alır, pazara götürür, Allah’ın dilediği bir fiyat ile satardı. Sonra o paranın üçte birini sadaka olarak dağıtır, üçte birini geçimi için kullanır ve diğer üçte birini annesine verirdi. Bir gün annesi ona:
- Oğlum! Baban sana bir buzağı miras olarak bırakmıştı. Onu götürüp ormanda bırakarak Allah’a emânet etmişti. Git, İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhından onu sana geri vermesi için duâ et. Onun alameti, ona baktığında seni hayal dünyasına götürüp sevinç verir. Sanki güneşin ışınları onun sarı tüylerinden çıkmaktadır.
O sığıra güzelliğinden ve sarılığından dolayı altın sığır diyorlardı. Onun süslü ve insana hoş gelen bir sarısı vardı. İnsana burukluk veren kötü bir sarıya sahip değildi.
Genç, ormana gitti. Onu gördü. Otluyordu. Genç ona seslendi:
- Sana İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un ilâhı ile azimet ediyorum, emrime uy, yanıma gel, dedi. Sığır, o gencin sesine kulak verip, koşa koşa geldi. Önünde uslu uslu durdu. Genç, sığırın boynunu tutup bağladı. Sığır Allah’ın izniyle dile gelip konuştu:
- Ey annesine iyilik yapan genç! Sırtıma bin, seni istediğin yere götüreyim, bu sana çok kolaydır, dedi. Genç:
- Annem bana ‘Onu boynundan tut’ diye emretti. Sığır:
- İsraloğullarının peygamberlerinin hakkı için! Eğer sen bana binersen, ebediyen bana gücün yeter ve ben de ebediyyen seni taşırdım. Eğer sen dağa yerinden oynaması için emretsen, dağ yerinden sökülür, seninle beraber hareket eder. Bütün bunlar, senin annene olan iyiliğindendir, dedi.
Sonra genç o sığırı alıp annesine götürdü. Annesi ona:
- Oğlum! Sen fakirsin. Hiç malın yok. Geceleri namaz kılmak ve gündüzleri de odun taşımak artık sana meşakkat verip zor geliyor. Git bu sığırı sat, dedi. Oğlu:
- Kaça satayım? dedi. Annesi:
- Üç dinara sat. Bana danışmadan satma, dedi. O gün o sığırın pazarda edebileceği değer üç dinardı. Genç, sığırı alıp pazara götürdü. Allahu Teâlâ, o gence annesine yapmış olduğu iyilikten nasıl bir hayır kazanacağını bildirmek için ona bir melek gönderdi. Melek ona:
- Bu sığırı kaça satıyorsun? dedi. Genç:
- Üç dinar. Annemin rızâsı şartıyla, dedi. Melek:
- Ben bunu altı dinara alıyorum! Anneni işin içine sokma, dedi. Genç:
- Sen bana bu sığır ağırlığınca altın versen, ben anneme danışmadan ve rızâsını almadan yine satmam, dedi. Genç, gidip durumu annesine aktardı. Sığırın değerini ona haber verdi. Annesi:
- Dön! Git onu benim rızâm ile altı dinara sat, dedi. Genç, sığır ile yine pazara gitti. Melek geldi:
- Annen ne buyurdu?
- Annem, bunu altı dinardan aşağı satmamamı emretti. Bu değerden noksan bir değer ile satmam.
- Annene gidip danışmaman üzere bunu senden on iki dinara satın alıyorum.
Genç, satmaktan kaçındı. Yine annesine geldi. Bunu ona haber verdi. Annesi ona:
- Oğul! Sana gelen insan sûretine girmiş bir melektir. Seni imtihan etmek istiyor. Sana geldiğinde, ona, ‘Sen bu sığırı satmamızı emreder misin, yoksa emretmez misin? diye sor. Ona göre hareket et, dedi. Genç, sığırı ile tekrar pazara gitti. Yine melek geldi. Annesinin söylediklerini meleğe sordu. Melek:
- Annene git. Ona bu sığırı tutup satmamasını söyle. Bunu Mûsâ b. İmran senden İsrailoğulları içinde öldürülmüş bir maktulün katilini bulmak için satın alacaktır. Bunu ancak, derisinin dolusu altın ile satarsın. Allahu Teâlâ, İsrailoğullarına bu sığırın kesilmesini takdir etti, dedi.
Çok geçmeden İsrailoğulları kesecekleri sığırın vasıflarını sordular, Allah onlara bu sığırı tarif etti.
Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı. Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivâyet etmişlerdir. Nihâyet emri yerine getirdiler. Sığırı bulup derisi dolusu altına satın aldılar ve kestiler.
Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur.
‘ كَادَ ’ haberde yakınlık manası taşıdığı için fiil sınıfına girmiştir. Üzerine nefi geldiğinde haberi nefy eder.