Sureler

Göster

Bakara Sûresi 115. Ayet

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ

115- Doğu da batı da Allah (c.c.)’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah (c.c.)’a ibâdet yönüdür. Şüphesiz Allah (c.c.) mağfireti geniş ve her şeyi bilicidir.


وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ

Doğu da batı da Allah’ındır.

Sade doğu, batı mı? Güney, kuzey, her cihet, her varlık O’nun. (Tağlib, mecazı mürsel; cüz-kül alakası)

O mekandan münezzeh olduğundan kıblenin çevrilmesi O’ndan uzaklaşmak anlamına gelmez. O’nun Kâbe’yi kıble tayin buyurması herkesin ayrı ayrı kıbleler edinmesini engellemek için. Dünyanın merkezi Kâbe’yi kıble tayin etmesine rağmen Kâbe’nin her yönünden namaz kılınması O’nun mekandan münezzeh olduğunun açık delilidir.

Cümlede hem ‘ ل ’ harf-i ceriyle hem haberin mübtedadan önce gelmesiyle tahsis ifade ediyor:

Kıblenin değiştirilmesine itiraz eden sefihler bilsin ki bütün yönler O’nun. Bütün mülk ve tasarruf ona ait. Nasıl oluyor da O’ndan gelen hükme boyun eğmeyip fikir yürütüyorsunuz? Tasarruf ve mülkiyet hakkının mecazi de olsa ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz.

Mesela sizin tapulu emlakınıza biri gelip itiraz etse, siz hemen rest çeker, sen ne karışıyorsun? O benim mülküm değil mi? İstediğim gibi tasarruf ederim, demez misiniz?

Yaşanmış bir misal: Yolda bir adam bir çocuğu dövüyor. Yoldan geçen biri müdahale edip engel olmak isterken çocuk hem ağlıyor, hem de ‘O benim babam’ diye adama çıkışıyor.

Biz insanlar bu aczimiz, bu fakrımız, bu faniliğimizle kimsenin işimize burnunu sokmasını istemezken, nasıl olur da şanı yüce Allah’ın işine karışma cesaretinde bulunabiliriz?

Günümüzde tecrübesiz, bilgisiz, bir çok şeyden bîhaber gençler büyüklerine danışmıyor, sormuyor, söylediklerine itibar etmiyor. Kimsenin karışmasını istemiyor. Müdahalelere tahammül edemeyip, evlenmeden ayrı evlere taşınıyor. En azından özel oda edinip kapıyı kilitliyor. Telefonu, interneti şifreliyor. Kimseye sormadan birini getirip ‘Bununla evleneceğim’ diyor. Ya da habersiz evleniyor veya kaçıyor.

Bu ve benzeri misallerden anlıyoruz ki; her şeyin, hepimizin yaratıcısı, sahibi olan yüce Zatın hükümlerinden yüzçevirmek, arkaya atmak, itirazvari sorular sormak, mescitlerine müdahale etmek küstahca ve budalaca bir tavır.

Meşrik ve mağrip kelimeleri ‘ مَفْعَلٌ ’ kalıbından ismi zaman, ismi mekan, masdarı mimi. Yani doğular, batılar, doğma batma zamanları, doğuşlar, hepsi sırf Allah’a aittir. Onları istediği gibi tasarruf eder.

Doğu-batı derken sanki bir uçtan öbür uca, gördüğümüz görmediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz bütün yönler. O yönlerde olan bütün mekanlar, o mekanlarda olan canlı cansız, görünen görünmeyen, hayatta veya mematta ne varsa hepsi O’nun. Hepsi O’na muhtaç. (Halliyet-mahalliyet alakası) Geçmiş gelecek, şimdiki zaman, önceki ve sonraki zamanlar. Bu zamanlarda geçen olaylar, bütün tarih, coğrafya hep O’nun.

Yerde, gökte, denizde, deniz altında daha henüz keşfedilmemiş nice nice mekanlar ve içinde olanlar hep O’nun.

Bunlar varlık ummanından bir damla. Reva mıdır; alemlerin Rabbine itiraz edelim, isyan edelim?

Bütün yeryüzü secdegahtır.

Müslümanlarda ibâdet gayrı müslimlerde olduğu gibi şu mekana, bu mekana münhasır değildir.

Allah vasidir. (Rahmet ve kudreti, lütfu, müsaadesi geniştir.)

          ✽     ✽     ✽

Âyette meşrık önemine binaen mağripten önce zikredilmiş. Cenâb-ı Hakk her şeye işlevine göre değer, kıymet vermiş. Mesela sağ el sol elden daha kıymetli olduğundan ‘Sağ elle tut, sağ elle al, sağ elle ver, sağ elle ye’ diye Efendimizin (s.a.v.) hadisi vardır.

Meşrık da mağripten kıymetli ki, takdim edilmiş (öne geçmiş). Meşrik doğuş, doğu, doğma zamanı, mağrip batma. Bu, maddi sahada böyle olduğu gibi mânevi sahada da böyle. Dünyadaki ilk ev olan Kâbe doğuda, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler doğudan gönderilmiş. Batıdan tek bir peygamber gönderilmemiş. Ama doğudan doğan güneş bütün evreni sarmış. Yarasalar görmüyorsa güneşin suçu ne?

Cenâb-ı Hakk meşrıki takdim etmekle insanlığın meylinin doğuya olmasını istemiş. Bu konuda Hz. İbrahim duâ etmişti; ‘İnsanların kalbini onlara meylettir’ (İbrahim, 37) Güneşe doğru gidenler aydınlanır, nurlanır. Yönünü, yolunu, yörüngesini, kendini bulur. Daha önemlisi Rabbini bulur, tanır itaat eder. İki cihan saadetine erer.

Doğudan üç mânevi güneş doğmuş:

   1- Kâbe-i Muazzama

   2- Kur’an-ı Kerim

   3- Resûl-ü Kibriyâ

Bütün bu gerçeklere rağmen maalesef meyil batıya. Efendimiz (s.a.v.) ‘Bir kimsenin hevası benim sünnetim olmadıkça gerçek müslüman olamaz’ buyurmuşken, gözler, sözler, tavizler hep batıya doğru. Afişler, reklamlar, markalar hep batıya yönelik. Türk mallarının üstünde yabancı isimler, dükkanlar, okullar, kitaplar yabancı.

Bunlar sadece bir hatırlatma. Hepimiz batıya olan aşkımızı, meylimizi çok iyi biliyoruz. Müzikten sanata, tarihten matematiğe, lisandan lisansa kadar batı hayranlığı, batı taklitçiliği. Zaten altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunu yıkan da bu meyil değil mi? Tanzimatla başlayıp hala devam etmiyor mu?
 

Ahmet Vefik Paşa, Osmanlı'nın meşhur devlet adamlarından biriydi. Valilik, nazırlık ve Sadrazamlık yapmış bir devlet adamıydı.

Ahmet Vefik Paşa idarede bulunduğu sırada hemen boğazın Avrupa Yakasındaki Rumeli Hisarının üst tarafına Amerikalı misyonerler tarafından Robert Koleji yaptırılması için arsa tahsis etmişti.

Paşa son nefesini vermeden önce bir vasiyette bulunur ve der ki:

- Beni Eyüp Sultan Mezarlığın'na gömün ki o büyük sahabeye komşu olayım.

Sultan II. Abdulhamid bu vasiyeti duyar duymaz merhum paşanın son isteğini derhal reddeder. Ve ‘Protestanlara arsa satan adam kıyâmete dek onların çan sesini’ dinlesin diyerek arzuladığı yere değil de, sattığı kolej arsasının önüdeki Rumeli Mezarlığına defnettirir.

           ✽     ✽     ✽

‘İlim (kültür) müminin yitik malıdır. Nerede bulursa alsın’ buyuran Efendimiz (s.a.v.) aynı zamanda ‘Kim bir kavme benzerse ondandır’ buyurmuştur. Bu iki hadis-i şerif de asla çelişki olmayıp birbirini tamamlayıcıdır. Sanat, icat, fen hep Allah’ın ilhamı ve ihsanıdır.

Nasıl ki arıya bal yapmayı ilham etti ise (Nahl, 68) zaman zaman insanların kabiliyetine, gayretine göre de onlara ilham vererek ezelde takdir ettiği sanatı ortaya çıkarır. ‘Bütün sanatları ve sanatçısını yaratan Allah’tır.’ Hadîs-i Şerîf

O her gün yeni bir işte, yeni bir sanatta olduğunu bizzat buyuruyor. (Rahman, 29) Onun için insanların birbirinden kültür alış verişi, asrın teknik ve teknolojisinden istifade etmek caiz ve gereklidir, hatta zorunludur.

Şimdi E-5 karayolunda kağnılarla, at arabalarıyla, merkep, katır vs. ile gidebilir misin? Müsaade ederler mi? Yasak olan onların edepsizliğine, din dışı insanlık dışı hallerine uymak ya da hoş görmektir. Arının balını herkes yer, istifade eder ama kimse arı gibi olmak istemez. Batıya uymakla batıdan gelen teknolojiden istifade etmek ayrı şeydir. Üstelik bütün fenlerin temelini Peygamberler ve İslam bilginleri atmış. Onlar da onların kitaplarından istifade ettiklerini itiraf etmişler. Zaten hiçbir şey birden, bir kimseden çıkmamıştır. Bütün keşif ve icatlar tedricen ortaya çıkmış, bir ağ gibi büyümüştür.

Hani lokantada zeytini çatalla yakalamaya çalışan kimsenin elinden garson çatalı alıp bir kerede yakalayınca müşteri; Tabi, der, ben yordum, sen yakaladın!

İcatlar da böyle. Her bilge, ömrü ve ilmî araştırmaları kadar bir yere gelmiş, diğeri devam etmiş. Tıpkı karıncaların erzak taşıması gibi birisi yoruluncaya kadar taşıyor. Yorulunca başkası devreye giriyor.

Sonra bütün tabiat kanunlarını koyan, yaratan, zamanı gelince sebepler zinciriyle ortaya çıkaran Allah’tır. Kaşifler onu ortaya çıkarırlar. İcat etmezler. Tıpkı telefon kartını elle kazıyıp şifreyi bulmak gibi bir şey.
 

Müslüman Bilim Adamları

Akşemseddin

Tıp alanında derin araştırmalar yapmış olan Akşemseddin, ‘Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur’ diyerek mikrobun tarifini yapmıştır. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık 100 sene öncedir.
 

el-Cezerî

Otomatik âletleri ilk defâ yapan Müslüman Türk âlimi (1136). Cezerî, haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetiğin ilk kurucusudur. Sekiz asır sonra İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak 1951 senesinde üstün denge durumunu ortaya koymuştur.

Cezerî’nin Kitâb-ül-Hiyel adı da verilen meşhûr eserinde su saati, kadranlı su saatinin, saat-i müsteviye ve saat-i zamâniye olarak nasıl yapılacağı, çeşitli kapların yapılışı, hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması, havuzlar ve fıskiyeler, derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten âletler ve muhtelif makinaların yapılışı hakkında şekiller bulunur.

Yaptığı makinalar, kendi kendine öten tavus kuşları, otomatik saatler, robot filler, ele su döken robot insanlar, Cezerî’nin ne büyük bir su mühendisi olduğunu ortaya koymaktadır.
 

ez-Zehravi (936)

Avrupalı papazlar, 1163 tarihinde ‘Papazlar Meclisi’nde aldıkları bir kararla, tıpla ilgili bütün okulları kapattırmışlardır. Onlara göre doktorlar birer sihirbaz ve yalancıydı. Doktorluk suçtu. İslâm dünyası ise aynı çağda dev adımlar atıyor, büyük doktorlar yetiştiriyordu. Bu doktorlardan biri de Ebu'l-Kasım Zehravi idi.

Ameliyatlarda kullandığı aletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Günümüzde yapılan araştırmalar, bu işte kullandığı ‘Safra’ isimli maddenin bakterileri imha edici özelliğe sahip olduğunu ispatlamıştır. Böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ilk defa o tesbit etti. Ve bu ameliyatı ilk defa o gerçekleştirdi. Yaptığı ameliyat, çağımızın en ileri gelen operatörlerinin yaptıkları ameliyatla aynı idi. Bulduğu ameliyat yöntemleri ve 200 civarında alet hâlâ kullanılmaktadır.
 

Cabir bin Hayyan (721)

Câbir bin Hayyân, maddelerin atomik yapısını tespit ederek, atom hakkında, ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söylemiştir: ‘Maddenin en küçük parçası olan ‘el-cüz'ü la yetecezza’da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez.

Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teâlâ’nın kudret nişanıdır.’

Yani Hayyan, Dalton ve Hahn'dan yüzyıllar önce bu buluşları gerçekleştirmiştir.

Kitab al-Kimya adlı eseri, Simya ve Kimya kelimelerinin kökeni olmuştur

          ✽     ✽     ✽

Âyetin sonu konuyu özetliyor. İnkarcı, şüpheci ilgisizlere işaret için ‘ اِنَّ ’ tekit harfiyle başlayıp ‘Muhakkak Allah vasi (rahmeti, ilmi, ihsanı geniş) her şeyi bilendir’ buyrulmuş.

‘Alîm - عَلٖيمٌ ’ sigası cihetinden beş ayrı manaya geldiğinden; bilen, bildiren anlamı, âlimlere, kâşiflere işaret etmektedir.

‘Nereye dönerseniz orası Allah’ın cihetidir’ cümlesinde ‘vechu’ müteşabihtir. Asıl manasını ancak Allah bilir. Derin âlimlere yorum izni verildiğinden âlimler asırlar boyu farklı yorumlar yapmışlardır. Onlardan istifade ederek bir nebze de olsa anlamaya çalışalım:

Vecih lugatte ‘yön, karşı, mevki, şekil, normal yol, doğruluk, yüz’ anlamına gelir. Bu Cenâb-ı Hakk için mecazdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk muhalefetün lil havadis’tir (yarattıklarından hiçbir şeye benzemez). Sanatkar sanatına benzer diye bir kaide yok. Nitekim saati Hz. Yusuf icad etmiş. Peki saat hiç Hz. Yusuf ’a benziyor mu? İlk elbiseyi Hz. İdris icat etmiş, hiç aralarında benzerlik var mı?

Bu benzetmeler biz zayıf akıl, mahdut ilim sahibi olduğumuzdan aklımız alsın, anlasın diye yapılmıştır. Yani bizim anladığımız dilden konuşulmuş. Bizim küçük çocuğa ‘atta gidiyoruz’ veya kediye; ‘pisi pisi’ dememiz gibi bir şey.

Biz bu benzetmeleri ilmî formüllere vurarak anlamaya çalışırız. Şöyle ki;

Benzetme yapmaya teşbih, mecaz, istiare denir. Benzetilene müşebbehi bih, benzeyene müşebbeh, ‘gibi’ kelimesi edat-ı teşbih, ortak yana da vech-i şebe denir. Bu ve benzeri formüller kapalı olanı açmaya, bizce zor olanı kolaylaştırmaya yarar. ‘Onun için biz misalleri anlatıyoruz, bunu ancak âlimler anlar’ (Ankebut, 43) buyurularak misalleri anlamak için beyan ilmini tahsil etmemiz gerektiğine işaret ediliyor.

Cenâb-ı Hakk ‘nereye dönerseniz orası benim huzurumdur. Ben her yerde hazır nazırım, mekandan münezzehim’ yerine vecih kelimesini (ismi müstear) seçmiş ve bizim izanımıza sunmuş. Şimdi ortak yanı düşünüyoruz ve şunları anlıyoruz; ve bunlar asla bizim anlayışımız, kavrayışımızla sınırlı değildir. Sadece deryadan bir katre:

Biz birisine gittiğimizde kapıyı çaldığımız zaman o şahsı karşımızda görmek, yüz yüze olmak isteriz. Aracıların, mabeyncilerin olmasını istemeyiz. Halbuki günümüzde bir başbakanın huzuruna çıkmak isteyen bir vatandaş bir çok aracılardan geçerek en az üç ayda huzura çıkabilir.

Buna göre Cenâb-ı Hakk kullarına adeta şöyle diyor:

‘Siz kıbleye yönelip Allahu ekber dediğinizde ben bütün perdeleri kaldırırım. Sizinle benim aramda nefsinizin kesif perdelerinden başka birşey kalmaz. Arada mabeynci, aracı bırakmam. Her ne zaman buluşmak isterseniz, namaz kılın, konuşmak isterseniz Kur’an okuyun.’


     Bir mümin Hızır’ı (a.s.) merak edip onu görmeyi, onunla konuşmayı yana yakıla ister. Bir gün Hızır (a.s.) karşısına çıkar ve şu ikazı yapar:
    - Sen neden Hızır’la kavuşmayı bu kadar arzularsın? Hızır Allah’ın aciz bir kulu. Onunla konuşmak yerine bir cüz Kuran okuyup Rabbinle konuşsan ya!
 

Hani dilimizde yüz vermek tabiri var ya, yani önemsemek, benimsemek, içtenlikle davranmak, reddetmemek, nazını çekmek, katlanmak, affetmek manalarında. Bir de yüz yüze şifahen görüşmek, görüşmenin en üst düzeyi. İşte namaz da böyle bir makamdır. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmamızı sağlar.

Nitekim Efendimiz ‘ الصَّلَاةُ قِرْبَانُ كُلِّ تَقِيٍّ / Namaz her müttakiyi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcıdır’ buyurmuştur.

Âyette zahir manayla beraber kıbleye yönelmekte asıl maksadın kalple, ruhla ve hayatın gidişatıyla Hakk’a yönelmek olduğunu anlıyoruz.

Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızâsına erilebilir, Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş ve her şeyi kuşatmıştır, kullarına da müsaade edicidir. Sınırlamayı ve sıkıştırmayı sevmez.

Allah âlîmdir, her şeyi tamamıyla ve hakkıyla bilir. Kendisine yapılan ibâdet ve duâdan haberdar olur. Nerede yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan değil, kullarını korumak ve onları tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir.

Bu âyette ibâdet için, özellikle namaz için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescit ve mabetlerinden başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmete yeryüzünün her yanı mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları Beytü'l-Makdis'den daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için hissiyatlarını okşayacak şekilde güzel bir öğüt verilmiştir.

Hanefî uleması şöyle der: ‘Kim kıbleyi şaşırırsa araştırır ve namazını kılar. Yanlış istikamete kıldığı anlaşılırsa namazı iâde etmez, çünkü kendisine vâcib olan ‘kıbleyi araştırma’ işini yerine getirmiştir.

Şâfiî merhum ise, bu durumda: ‘Namazını, vakti içinde veya bilâhare iade eder, çünkü kıbleye yönelmek kesin bir vecibedir’ buyurur.

Taşıt içinde namaz vakti geçme ihtimali varsa taşıt durdurulmaya çalışmalı, mümkün değilse kıbleye niyet ederek kılınmalıdır. Esasen taşıt üzerinde kıble belli değilse farz namaz kılınmaz. Ancak nafile namaz kılınabilir.
 

el-Vasi (c.c.)

Bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan. Geniş rahmetiyle bütün varlıkları kuşatan. Sınırsız ilmi, olmuş ve olacak her şeyi içine alan.

el-Vasi ismi şerifi Kur’anı Kerim’de 9 defa geçmektedir. Bunlardan yedi tanesinde ‘Allah Vasidir, Alîmdir’ şeklinde gelerek Allah’ın sonsuz ilminin genişliğine işaret edilmiştir. Bir kere ‘Vâsian Hakîma’ şeklinde gelmek suretiyle Allah’ın hikmetinin şümulüne ve sonsuzluğuna işaret edilmiştir.

Bir defa da ‘ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ / Senin Rabbin, mağfireti/bağışlaması bol-geniş olandır’ şeklinde kullanılmış ve genişliğin haşa Allah’ın zat-ı akdesine değil, onun sıfatlarına ait bir özellik olduğuna işaret edilmiştir.

‘Vasi’ kelimesi zahirine hamledilemez. Allah’ın kudret ve mülkünün genişliği, O’nu nasıl râzı edeceklerini kullarına beyan etmesiyle lütfunun genişliği manasına gelir.

Bu ismin Cenab-ı Hakk hakkında ifade ettiği anlamlar:

   1- Allah Teâlâ genişletir, O’ndan başkası genişletemez.

   2- Allah Teâlâ rahmeti, mağfireti, kudreti, hikmeti, ilmi geniş olandır.

   3- O’nun sıfatları, isimleri sınırsızdır, bir sınır belirlemek, sınırlı olduğunu düşünmek mümkün değildir.
 

Rasûlullah’ın (s.a.v.) bu isimden nasibi:

✦ Efendimizin (s.a.v.) Cenab-ı Hakk’ın sınırsız rahmet ve mağfiretine güveni tamdı,

✧ Rızık endişesi taşımazdı,

✦ Düşman korkusu bilmezdi,

✧ Yarın kaygısı bulunmazdı,

✦ Ümitvardı, asla yeise düşmezdi.

✧ İnsanların, Allah’ın rahmetini daraltmalarını istemezdi.

✦ İlâhî rahmet ve mağfiretin insanların işlediği günahlardan daha geniş olduğunu, rahmetin her şeyi kuşattığını anlatır, insanları ümitsizlikten kurtarmaya, lâyıkı şekilde kulluk etmeye çağırırdı.
 

Kulun bu isimden nasibi:

1- Allah Teâlâ’nın sınırsız rahmet, mağfiret, af… gibi sıfatlarının yanında sınırlı ibâdetlerimize güvenmemek,

2- O’nun sınırsız sıfatları yanında işlediğimiz kusurlardan dolayı ümitsizliğe düşmemek,

3- İstenilen her genişliği, O’ndan istemek, asla başkasından istememek,

4- Sınırsız olan sıfatlarını, isimlerini sınırlı gösterecek fiil ve sözlerden uzak durmak,

5- Cenab-ı Hakk’ın vâsî ismiyle tecelli edeceği, muamele edeceği insan olma liyâkatı için çaba sarfetmek.

Yüce Mevlâ bazı kullarına bol bol geniş servet vermiştir ki, bu durumda bu ismin rolü büyüktür.

Yüce Mevlâ bazı kullarına da ilim yolu ile tecelli etmiş olup onları geniş bilgi sahibi kılmış, ilim yolunda çalışanlara dilediği kadar ihsan ederek idrakini, ilmini genişletmiştir.

Bazı kullar vardır, pek çok zorluklarla karşılaşırlar, haksızlıklara maruz kalırlar fakat onların sadırları geniş olup vuku bulan onca zorlukları, olumsuzlukları, gam, tasa veren olayları sineye çekerler de hazmederler. Mârifetullah ilmine karşı sadırları ummanlar gibi olup ne kadar ibâdet, taat etseler de asla doymak, yorulmak nedir bilmezler, usanmak, sıkılmak gibi haller onların semtine uğramaz. Gönül âlemleri ummanlar gibidir. İşte bunlar, ‘el-Vasi’ isminin tecellisine mazhar olmuş melek huylu kullardır.
 

Sırları

‘Yâ Vasi’ ism-i şerifini her gün 137 defa okuyan kimsenin kalbinden kin, haset ve diğer zararlı fikirler uzaklaşır, gönlüne ferahlık gelir, rızkı artar.

El-Vâsi' ism-i şerîfini söyleyen, fakirlik sıkıntısına düşmez. Bu isme devam edenin her duâsı kabul olur üzerinden gam, keder, kasavet kalkar, huzurlu ve mutlu olur.

Bu ismi zikredenin ömrü uzun ve afiyette olur, her türlü zor işinde Allah’ın yardımını görür. Sağlam bir niyetle zikre devam ederse bazı sırlar bu kula açılır ve üzerinde mânevi perdeler Allah’ın izniyle kalkar. Yûsuf Nebhânî

 

el- Alîm (c.c.)

Mahlûkatın icadı ve yaratılışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi var ki, nihâyetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor.

Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gâyet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın ‘Âlim’ isminin kemalini bizlere gösteriyor.

          ✽     ✽     ✽

Hatem-i Esam’a sorarlar: Siz namazı nasıl kılarsınız?

O şöyle cevap verir: Namaz saati yaklaşınca abdestimi alırım, namaz kılacağım yere gider oturur ve bir süre tefekkür ederim. Sonra namaz kılmak için ayağa kalkarım. Kâbe’yi iki kaşımın arasına, Sırat köprüsünü ayağımın altına, Cenneti sağıma, Cehennemi soluma aldığımı düşünürüm. Azrail’in tam tepemde olduğunu kabul ederek ümit ve korku duygularıyla Allah’ın huzuruna dururum. ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir alırım. Ağır ağır Kur’ân-ı Kerim okur anlamını da düşünürüm. Tevâzu ile rükû eder, huşû ile secdeye kapanırım. Namazın sonunda sağ ayağımı dik tutar sol ayağımın üstüne otururum. Böylece namazımı ihlâs (içtenlik) ve samimiyetle kılmaya çalışırım.

 

Sebeb-i Nüzul

1- Âmir İbnu Rebî'a (r.a.) anlatıyor: ‘Biz karanlık bir gecede Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir seferde idik. Kıble istikametini bilemedik. Herkes kendi istikametine yönelerek namazını kıldı. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.v.)'a açtık. Namazı iade edip etmeyeceğimizi sorduk. Bu âyet nâzil oldu. Biz de namazı iade etmedik. İbni Abbas

2- Âyet kıblenin tahvili hakkında dedikodu yapan yahudilere karşı nâzil olmuştur. Bu itibara göre Bakara 144, 149, 150. âyetleri ile bu âyetin hükmü nesholunmuştur.

3- Efendimiz (s.a.v.) hayvanı üzerinde Mekke’den Medine’ye doğru namaz kılıyordu. Bunun üzerine nâzil oldu.