116- Yahudi ve Hıristiyan müşrikler: ‘Allah (c.c.) çocuk edindi’ dediler. Allah (c.c.) o zâlimlerin bu sözünden münezzehtir. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur, hepsi O’nun emrine boyun eğmiştir.
Cenâb-ı Hakk kullarına tevhidi öğretmek üzere tevhidden sapmış olanların serüvenlerini hatırlatıyor, onları kınıyor. Onların yanlış fikirlerine, bozuk itikatlarına, yamuk gidişatlarına hikmetiyle cevap verip çözüm üretiyor.
Öncekilerin akılsızca, sorumsuzca ortaya attıkları sapık inançların altını çiziyor. Ta ki gelecek nesil onları körü körüne taklit etmesin. Olayları kısa, net fakat açılımlı ifadelerle sadece göze kulağa değil, akıllara arz ediyor. Düşünülmesini, fikir alınmasını istiyor.
Âyette ‘Dediler ki; Allah çocuk edindi’ cümlesi, bizi alıp ta iki bin yıl öncesine götürüyor. Hz. İsa peygamber olarak gönderildiği zaman Roma düyanın en büyük imparatorluğu idi. Neredeyse tüm dünyaya hakim durumundaydı. İmranoğullarından bir peygamber geleceği dalga dalga yayılıyordu. Otoritesinin sarsılmasından korkan imparator kendine tedbirler alıyordu. Nihâyet Hz. İsa zuhur edince gizli iman eden çok sevdiği karısını önce hapsettirip işkence yaptırmış, sonra da halkın önünde öldürmüştü.
Halkı bu konuda çok sıkı denetliyor, gelen bu ilâhi dinin (Hıristiyanlığın) yayılmasını istemiyordu. Hz. İsa’yı çarmıha germeye karar verdiler. Cenâb-ı Hakk içlerinden birisini Hz. İsa’ya benzetip Hz. İsa’yı gökyüzüne kaldırdı. Daha sonra Yasin Suresi’nde geçtiği gibi, Hz. İsa’nın havarilerini, elçilerini de öldürdüler. Yine de halkın dine meylini bütünüyle engelleyemiyorlardı.
‘Pavlos’ isimli bir nasipsiz İncil’i tahrif etme cüretinde bulundu. Hz. İsa’yı ‘Allah’ın oğlu’ diye tanıttı. Dini tahrif edip din adına saçma sapan ağza alınmayacak yakıştırmalarda bulundu. Sonra gelenler de bu menfur eylemi devam ettirdiler. (Âyeti bu olaylarla düşünürsek vasıtalı kinaye, tağlib, cüz kül alakası var. )
Cenâb-ı Hakk ‘ سُبْحَانَهُ (itiraziye) cümlesiyle bu bozuk zihniyeti reddediyor.
Yerin göğün mülkü saltanatı yed-i kudretinde olan, güç ve hakimiyet sahibi zat hiç çocuğa, aileye muhtaç olur mu? Çocuk biz acizler için bir nimet, bir ziynet, bir lütf-u Rahmâni. Çünkü biz faniyiz, ölür gideriz. İsmimiz, cismimiz unutulur. Arkamızdan okuyanımız, duâ edenimiz olsun isteriz de çocuk bunun için nimettir. Ya da yaşlanınca yardıma, korunmaya, sığınmaya muhtaç oluruz da çocuklarımız hayırlı olursa bize yardımcı olurlar.
Bir de hırsla toplayıp yığdığımız malları yanımızda götüremeyeceğimizden ‘Hiç değilse çocuğuma kalsın’ deriz.
Ya da beka hırsımızdan ‘Ocağımı tüttürsün, adımı unutturmasın’ diye düşünür, çocuk isteriz. Bunun için de evlenmemiz zaruridir. Bütün bunlardan müberra olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, daima diri, daima güçlü ve bütün mülkün sahibi için çocuk edinmek şanına asla yakışmaz. Hem de herşey ona kayıtsız şartsız, isteyerek istemeyerek boyun eğmişken...
Efendimiz (s.a.v.) ‘Çocuk cimrilik, korkaklık ve câhillik sebebidir’ buyurur. Cenâb-ı Hakk’ı bu acz vasıflarından tenzih ederiz.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allahu Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması dolayısıyla ‘Baba’ adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına ‘küçük baba’, Allah'a da ‘büyük baba’ derlerdi, fakat ‘O'nun evladı var’ demezlerdi. Sonradan bazı câhiller bundan maksadın, doğurmak ve evlat sahibi olmak demek olduğunu zannederek, ‘babanın evladı olur, öyleyse oğlu var, kızı var’ demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır.
‘ الْوَلَدُ جُزْءُ أَبِيهِ / Evlad, babanın bir parçasıdır’ sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya ‘Allah'ın oğlu’ diyen hıristiyanlar, daha sonra ona ‘Allah’ da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etti.
İslâm'da Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim, mârifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehâlete ve ilkelliğe yol açacak gâyet zararlı, gâyet art niyetli olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri, işte bu oğul meselesidir.
Bu tabirin aslı سَبَّحَ - سُبْحَانَهُ 'dur. Tenzih manasındadır. Fiilin kökü سَبَحَ 'dır. Yüzmek, hızlı hareket etmek anlamındadır. Tesbih, Yüce Allah’ı tenzih etmektir. Asıl anlamı Yüce Allah’a ibâdet etmek konusunda hızlı hareket etmektir. Tesbih, ister söz, ister fiil, ister niyet olsun bütün ibâdet şekillerini kapsar.
‘Sübhan’ kavramı, ‘Allah’ın kendisi için kullanılmasından hoşnut olduğu ve O’nun kendisi için tavsiye ettiği sözler, sıfatlar ve güzel isimler’ anlamını taşımaktadır.
Sübhan, Allah’ı kullara ait kusurlu sıfatlardan uzak tutma yönüyle insanı, insanî sınırlarıyla karşılaştıran bir kavramdır. ‘Sübhan’ insanı ilâhi isim ve sıfatlarla bütünleştirerek Hak’la ittisale vesile olan bir kavramdır.
Bu âyet-i kerime, Yahudilerin ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’, Hıristiyanların ‘İsa (a.s.) Allah’ın oğludur’, müşrik Arapların ‘Melekler Allah’ın kızlarıdır’ demeleri üzerine nâzil oldu.
Hâşâ, Allah sübhandır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle fânilik şaibelerinden uzaktır. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O'nundur.