Sureler

Göster

Bakara Sûresi 135. Ayet

وَقَالُوا كُونُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰى تَهْتَدُواؕ قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفاًؕ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ

135- Ve dediler ki: ‘Yahudi ve Hıristiyan olunuz ki, hidâyete ermiş olasınız.’ De ki: ‘Hayır, biz bir tek Allah (c.c.)’a inanarak (hanif olarak) İbrâhim’in dinindeyiz, o hiçbir zaman Allah (c.c.)’a ortak koşanlardan olmadı.’


Kur’ân-ı Kerim öyle yüce bir üslupla inzal buyrulmuş ki; okuyanları, dinleyenleri, hele hele anlayanları bir anda yerleri gökleri tayeran ettiriyor, zerreden kürreye şarktan garba bütün âlemi seyran ettiriyor.

İnsan zihnini ışık hızıyla zevkle dolaştırıyor. Bir konuyu anlatırken başka bir konuyu işaret ediyor. Geçmişten geleceğe, muhataptan gaibe, sevinçten drama geçerken zıtları kaynaştırıp tenasupları çağrıştırıyor.

Birkaç konuyu uygun parçalara bölüp bir paydada bütünlüyor. Kısaltmalar, hazifler konuyu eksiltme yerine bilhassa manayı genişletiyor.

Bazen giriş yapıp sonucu hatırlatırken, bazen orta cümleyle giriş ve sonucu bildiriyor. Konular yağmur taneleri gibi serpiştirildikleri halde bütünlüğünü kaybetmiyor. Mecaz ile hakikat bir cümlede iç içe dürüm yapılıyor da değerinden bir şey kaybetmiyor.

Öyle derin manalar, öyle kolay sözlerle anlatılıyor ki, derinliğini ancak derinleşmiş rasih âlimler fark edebiliyor.

Tavus kuşunun tüylerinde renk olarak, gök kuşağında âhenk olarak ortaya çıkan sanat-ı ilâhi, âyetlerde mucize olarak akıllara durgunluk veriyor.

Mananın derinliği, enginliği, okuyucusunun ilmine, takvâsına ve ilâhi muhabbetine göre hissediliyor. Balıkların kendi cüsse ve kabiliyetlerine göre denizin katmanlarında yüzdüğü gibi; Kur’an denizinde de herkes kabiliyetine göre yüzüyor.

Zaman zaman hep aklıma gelir; Kur’an’ın sırf üslubu, cümle çeşitleri üzerine bir kitap yazsam, yazabilsem, o zengin üsluptan az da olsa yararlanabilsek.

Akılla gönül arasında cevelan eden şimşek gibi çakıp geçen hitâb-ı ilâhinin doyumsuz lezzetine kendini kaptıran, ondan bir daha kopabilir mi?
 

     Var mıdır bir balık çıksın bu deryadan?
     Var mıdır bir âşık geçsin bu sevdadan?

 

Bu âyet-i kerime, yahudi-hristiyan tiynetini cem sanatıyla bir çırpıda anlatıp, müminleri aynı anda uyarıp, onlara uyulmayıp İbrâhim’in hanif dinine uyulmasını öneriyor. İbrahim’in hanif, tek Allah inancını söylerken yahudinin ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ hristiyanların ‘İsa Allah’ın oğludur’ iddialarıyla ehli şirk olduklarını beyan ediyor. (tariz sanatı / dokundurma)

Cenâb-ı Hakk yasak koyarken aynı zamanda altenatif sunuyor. Mekke müşriklerine avam hristiyanlara tam yol arayanlara gösterilebilecek bozuk yolların önünü tıkarken, onları başıboş, yolsuz, ortada bırakmayıp ‘ بَلْ ’ iddirab harfiyle yanlış yolun yolcularına ‘U’ dönüşü yaptırıyor. Zaten tebliğde esas olan, doğruyu, güzeli, açık ve net olarak sunmak, akla gelebilecek şüphe ve vesveselerin yolunu kapamak, açık delillerle akla yatırmaktır. Hatta hikmet ehli, en büyük merhametin bir müminin şüphesini yok edecek delil getirmek olduğunu söylerler.

Âyette, insanları doğru yoldan sapıtmak isteyen kimseler bile direk azarlanmıyor; tenkit yerine, kavli bi’l mu’cib sanatı tercih ediliyor. Yani doğrunun sınırını belirleyerek yanlışı kadro dışı bırakma üslubu. Hani iki kişiden biri diğerine ‘aptal’ diyor. Diğeri ‘aptal sensin’ demek yerine ‘burda bir aptal var ama ben değil’ demesi gibi.

Yahudilik ve hristiyanlık, önceden hak din iken sonradan tahrife uğrayarak hak din olmaktan çıkmıştır. Hz. Mûsâ’nın getirdiği din yahudilik, kitabı Tevrat’tı. Hz. Mûsâ’ya ve Tevrat’ın değişmemiş haline inanan kimseler gerçekten hak din üzere idiler. Sonra bozuldular ve dinlerini de tahrif edip bozdular. Tertemiz, şifalı, bir kova Nisan yağmurunun içine pis ve çamurlu bir el girince o suyun şifası kalmadığı gibi, onların da hükmü bitmiştir artık. ‘Allah katında tek din İslam’dır.’ (Âl-i İmran, 19)

Hz. İsa’yı da Cenâb-ı Hakk Tevrat’ın hükümlerini tebliğ ve İncil ile gönderdi. Hz. İsa’ya, getirdiği kitaba inananlara da hristiyan denirdi.

Ama bu dini de tahrif edip ‘İsa Allah’ın oğludur’ diyerek şirke saptılar. Bunlar daha sonra sanki tahrif edilmemiş, eski safiyetinde kalmış gibi, tahrif edilmiş bozuk inançlarını din diye kabul ettirmeye çalıştılar, birbirlerinin hakkında atıp tuttular.

Cenâb-ı Hakk da her ikisinin de tevhid dini olmadığını, her ikisinin de büyük ataları İbrahim’in dininin hak olduğunu, son peygamberin de İbrahim’in hanif, müslim dininden olduğunu ilan ederek mümin müslim adaylarını uyarıp doğru yolu göstermiştir.