142- İnsanlardan bir kısım beyinsizler: ‘Onları bulundukları kıbleden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.’
Efendimiz Medine’de Kudüs’e yönelip namaz kılarken emri ilâhi ile Mescid-i Haram’a doğru namaz kılmaya başladı. Orada bulunan gayrı müslimlerin tepkisi henüz başlamadan yüce Allah, Habib-i edibine onların tepkilerinin ne olacağını kelimesi kelimesine bir mucize olarak haber verdi. Ta ki Habibi temkinli olup üzülmesin, onlara nasıl cevap vereceğini önceden bilsin...
Cenâb-ı Hakk idmaç sanatıyla bir çırpıda hem söyledikleri sözü hem de söyleyenlerin vasfını ‘Sefihler’ diye sıfatlı kinaye ile arz etti.
Bu kelimeyi seçmesi son derece manidardır. ‘Hafif, taşkın, cahil, savurgan, hakkı tanımayan’ anlamlarına gelen ‘sefih’ kelimesi konuyu en güzel şekilde anlatan bir beraatı istihlaldir.
Bu kimseler Efendimiz ﷺ Kudüs’e doğru namaz kılarken onunla Mekke’ye doğru namaz kılmayı arzu ediyordu. Mekke’ye, Mescid-i alay ediyor, hafif meşrep tavırla kınıyorlardı. Bu yüzden Efendimiz ﷺ Haram’a doğru kılması emrolununca yine aynı cehaleti, taşkınlığı gösterdiler. Allah’a ve Resûlüne karşı küstah bir tavır alma sefihliğinde bulundular. Şaşkınlıkları taşkınlığa döndü. İlâhi buyruğa kafa tutarcasına sorgulamaya cüret ettiler. Ve âleme ibret için ebedi ‘Sefih’ damgasını yediler.
Kendi zayıf akılları, mahdut ilimleriyle Alim, Hakim olan Allah’ın buyruğunu beğenmeyen ne kadar densiz varsa bundan dersini alsın.
Âyette bu sefihler hem tekdir ediliyor, hem de mantıklarını iyi çalıştırmaları, şüphelerinin gitmesi için deliller sunuluyor. ‘Size kıble tayin eden Allah, doğunun, batının, kuzeyin, güneyin velhasıl her yerin, her şeyin sahibi değil mi? O; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kullarını istediği kıbleye çevirir. İstediğini adli ve lütfuyla doğru yola iletir. İstediğini dalâlet vadilerinde yolsuz, yordamsız bırakır.
Hiç kimsenin O’nun buyruğuna karşı çıkma gücü kuvveti yoktur. Kimi isteyerek, kimi istemeyerek O’na boyun eğmek zorundadır. Ama O ﷻ kullarına hep hayır murad eder; şerre düşmelerine razı olmaz.’
Âyette geçen ‘Doğru yol’ her gün namazda kırk kere yalvarıp istediğimiz İslâm’ın istikamet yoludur. Yani ifrat ve tefritten uzak mutedil olup, Rabbimizin her konuda tayin buyurduğu hududun içinde kalarak, aşkınlık taşkınlık yapmadan ilerlemektir.
Dini mübinin doğru yol diye tabir edilmesi, eğri yolların da bulunduğunu, kulun yanlış adreslerle doğruluktan ayrılmamasını tembih eder.
Ayrıca yol; insana seferi, hedefi, hasreti, vuslatı, gayreti hatırlatır. Fani dünyadan baki vatan-ı asliyemize adım adım, nefes nefes yol aldığımızı, menzile varmak için doğru yoldan şaşmamamızı tembihler. Bir istiare-i temsiliye olarak bir anda çok şeyleri çağrıştırır.
‘Teşbih-i temsilin hakikatı vechi şebenin müteaddid şeyler arasında tenazuudur. Teşbihi temsili dilsizi konuşturur, acemden lisan getirir, cemadattan hayat gösterir, yakını uzak yapar. Cahil ve ahmakların (Allah’a karşı herkes cahil ve ahmaktır) anlamalarına en kuvvetli vesiledir.’
Yol deyince akla neler gelir, neler... Yolcu gidiyor ama zorla mı, hasretle mi... İsteyerek mi, istemeyerek mi... Bilinçli mi bilinçsiz mi?
Yollar binlerce... Eğri yolların içinde tek bir doğru yol: Ehli sünnet ve’l cemaat... Yolcu bunu biliyor mu? Kılavuz rehberi var mı? Yol ışıkları, yol haritası, tanıtım levhaları, ikaz işaretlerinin farkında mı?
Yolculuğu vasıtalı mı vasıtasız mı? Süvari mi piyade mi, azıklı mı azıksız mı, yol emniyeti var mı? Yol haramilerden, anarşistlerden, haydutlardan arınmış mı? Afaki ve enfüsi nice tehlikelerden beri mi? Yolda gidecek enerjisi, takati, yakıtı, nakiti, arkadaşı, yoldaşı var mı?
Bütün bu güçlükleri aşarak sağ salim menzile varmak ancak büyük bir inayeti, yüce bir himmeti, alim bir kudreti, geniş bir rahmeti gerektirir ki o da yüce Allah’ın hidâyetidir. Emrine muti, hükmüne razı olan seçkin kullarını doğru yola iletir.
Bakara sûresinin bu bölümünün (ikinci cüzün) ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet olmanın gereklerini ve bağımsız kişiliğini kazandırmaktır. Bu ümmet; kıblesi, şeriatı geniş kapsamlı, yaygın ve pratik hayat tarzı ile bağımsız bir kişiliğe sahiptir.
Kuba mescidinde de halk namazda iken biri gelip ‘Resûlullah Kâbe’ye çevrildi!’ diye nida etti. İbni Ömer (r.a) şöyle anlatır:
‘İnsanlar Kuba’da sabah namazı kılarlarken biri geldi ve; ‘Bu gece Resûlullah’a ﷺ Kur’ân âyeti indi ve Kâbe’ye dönmesi emredildi, siz de o yöne dönün!’ dedi. O anda namaz kılanların yüzü Şam bölgesine dönüktü, hep birlikte Kâbe’ye döndüler.’
Kuba ehlinin haber-i vahid (bir kişinin haberi) ile namazda da olsalar hemen amel etmeleri, sahabenin Kur’ân ve Resûlullah’tan gelen emirler konusunda birbirlerine güvenmelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar biliyorlardı ki hiçbir sahabe bu konuda yalan söylemez ve iftirada bulunmaz. Bundan dolayı sahabe Resûlullah’tan nakillerinde adil kabul edilmiş ve kendilerine güvenilmiştir.
Allah ﷻ, onlar henüz demeden, bu sözü söyleyeceklerini haber vererek Efendimize gaybtan haber verme mucizelerinden birini ihsan etmiştir.
Ayrıca bu haber, Efendimiz’in ﷺ bu konuşmaları birden duyup, üzülmesini engelledi, eziyeti daha az olmuş oldu. Üstelik Allahu Teâlâ vereceği cevabı da Habibine bildirdi, onların sözüne karşı Resûlünü hazırlıksız bırakmadı.
Mazi yerine muzari kullanılması kesinlik ve tekrar içindir. Bu da sefihlerin sözlerini tekrarlayacağına işarettir.
Bir konuda, düşmanların söyleyeceklerine onlardan önce cevap vermek, aradaki fikrî çatışmayı kesin bir şekilde reddeder. Böylece Müslümanların bu tarz yersiz suçlamalara hazır olmalarıyla, böyle hadiseler meydana geldiği zaman muzdarip olmamaları sağlanmıştır.
Saygıdeğer bir kişi, henüz ihtiyaç duyulmadan hasmına karşı hazırlık yapıp, onun fikirlerini çürütür. Çünkü yay, oku atmadan önce gerginleştirilip sağlamlaştırılır. Silahın temizlik ve yağlaması atıştan önce yapılır. Allahu Teâlâ’nın, Yahudi ve müşriklerin kıble değişince yapacakları itirazı bildirmesi, dövüş sanatı çalışan kişinin insana benzer bir maketle prova yapıp çalışması gibidir.
Allahu Teâlâ Enfal Sûresi 60. âyette “Savaş için atlar hazırlayın” buyurmuş, maddi cihada hazırlık emredilmiştir. Bu âyet-i kerimede de Efendimizi ﷺ ilimle cihada hazırlayarak, inkarcı sorulara cevaplarımızın hazır olması gerektiğine işaret edilmiştir. Savaş için at besleyen sevap alırken, insanlara tebliğ için cevap hazırlayan sevap almaz mı?
Lügatta ‘ince ve hafif şey’ anlamında olan sefih kelimesinin çoğulu ‘السُّفهََاءُ’dür. Vakarı ifade eden ‘hilim’ kelimesinin zıddıdır. Noksan akıllılığı ifade eder. Bundan dolayı çocuklara da sefih denir.
Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen, çok cahil, çok yalancı ve çok iftiracı demektir. Lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden ayırd edemeyip, faydalı şeyleri bırakarak, kendisine zarar veren şeylere yönelen kimse hafiflik ve ‘sefeh’ ile vasfedilir. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizlik, görüş ya da ahlâkî bakımdan tutarsızlık demektir. Süfehâ, ‘Zayıf akıllı cahiller’ demektir. Zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır.
Şer’an sefihlik, akıl ve dinin emirlerinin aksine hareket etmektir. Şu halde dünya ve ahiret işlerinde, isabetli görüşe malik olmayan ve ne yaptığını bilmeyen kimseye sefih denir.
Sefahat, görüş ve düşüncede heva ve hevese uymak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da aklın hükümsüz kalmasından dolayı budalalıktan kaynaklanır. Sefih kavramı Kur’ân’da türevleriyle birlikte on âyette geçmektedir.
Kur’ân’da üç sınıf için ‘sefih’ kavramı kullanılmıştır:
1. İslâm’ı kabul etmedikleri için kafir ve münafıklar. Din hususundaki cehalet (sefeh), dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlıdır. Bu sebeple hiçbir kâfir yoktur ki ‘sefih’ olmasın. ✺ ✺ ✺
Akıllı insan hayvanlarda bulunan şu on hasleti edinir:
Horozun cömertliği, Güvercinin zayıflığı, Doğanın sükuneti, Karganın ihtiyatı, Tavusun gam ve kederi, Hüdhüdün basireti, Parsın azameti, Atın dobralığı, Devenin sabrı, Köpeğin sadakati. Eski Şark El Yazması’ndan
‣ Bunlar yahudilerdir. Çünkü onlar Hz. Peygamber’in ﷺ kendi kıblelerine yönelmesiyle, artık bütün hususlarda kendilerine muvafakat edeceğini zannediyorlardı. Ne zaman ki kıble değiştirildi, onlar kederlenerek: ‘Muhammed (putperest) atalarının dinine döndü. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi, onun Tevrat’ta müjdelenen peygamber olduğunu anlardık’ dediler.
‣ Bunlar müşrik Araplardır. Çünkü müşrikler, Hz. Peygamber ﷺ Mekke’de iken Beytü’l Makdis’e yönelmesinden sıkıntı duyuyorlardı.
Efendimiz ﷺ Medine’ye gelip Kâbe’ye yönelmeye başladığı zaman, ‘Demek ki icad ettiği dinden usandı, bize muvafakat etmeye mecbur kaldı. Ecdadının dinine dönmesi muhtemeldir. Eğer bu kıble üzere sebat ederse, onun için daha iyi olur’ dediler.
Ayrıca bu grubun müşrikler olduğuna ‘مِنَ الناَّسِ / İnsanlardan’ sözü de delalet eder. Çünkü Kur’ân ıstılahında Mekke’de nazil olan âyetlerdeki ‘İnsanlar’ tabiri ile müşrikler murad edilir.
‣ Âyette kastedilenler münafıklardır. Çünkü bu isim münafıklara has bir kelimedir. “İyi bilin ki onlar (münafıklar)dır sefihlerin tâ kendileri.
Fakat bunu bilmezler...” (Bakara, 13) Münafıklar bu sözü alay etme gayesiyle söylemişlerdir. Onlara göre kıblenin değiştirilmesi, sırf abesle iştigal ve şahsî görüş ile hareket etmektir.
Münafıklar küfrü izhar edip iman bilgilerini gizlediler. Tekzip izhar edip doğruluğunu bildikleri şeyleri gizlediler. Yine bunun gibi sefihçe iyilik izhar edip kötülüğü gizlediler. Onların basiretleri zahir batın kötülükleriyle kör ve sefih oldu.
‣ ‘Süfeha’ kelimesine, bu sayılanların hepsi dahildir. Çünkü bu, başında elif-lâm bulunan âmme bir lafızdır. “Kendini bilmez (sefih)den başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir?” (Bakara, 130) âyet-i kerimesi de buna delalet eder.
Yani mana şöyledir: Bu söz kimden sadır olursa sefih odur, ister müşrik, ister Yahudi, ister hristiyan olsun sefihlikte eşittir. Onlara ‘Sefihler’ denmesi, İslâm’ın hakikatini kavramaktan aciz ve örtülü olmalarındandır. Eğer aklıselime sahip olsalar, Kur’ân’ı delil olarak kabul ederlerdi. Fakat onlar cihetlere saplanıp bu konuda aşırı gittiler. Kıblenin değişmesini anlamayıp, inkar ettiler. Bütün cihetlere vakıf olan tevhidi bilemediler.
Kıble, Beytü’l Makdis’ten Kâbe yönüne çevrilince, kafirler Müslümanları kınayarak: ‘Onları üzerinde oldukları Kıblelerinden döndüren sebep nedir?’ dediler.
Bir başka görüşe görüşte ise; Yahudilerin kıblesi batı, hristiyanlarınki ise doğu idi. Kıblelerine yönelmedikçe, namaz kılma adetleri yoktu. Hz. Peygamberin ﷺ Kâbe’ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, üçüncü bir kıblenin çıkmasını yadırgayarak; ‘Bir kimse bu iki kıbleden başka bir kıbleye nasıl yönelebilir?’ dediler.
‘Kıblelerinden’ şeklinde, kıblenin Müslümanlara izafe edilerek söylenmesi, onların ihtisasını ziyadeleştirmek içindir. Çünkü onlardan başka bir ümmet bu kıbleye yönelmemiştir. Müşrikler zaten namaz kılmaz, ehli kitap da namazlarında bu kıbleye dönmezlerdi.
Ayrıca bu izafet, bu soruyu soran sefihlerin Yahudiler olmadığını da gösterir. Çünkü onlar olsaydı ‘Kıblemizden’ der, mütekellim zamiriyle izafet yaparlardı. Fakat sefihlerin Yahudiler olduğu görüşüne göre tefsir edilirse, o zaman bu izafet Müslümanların o kıbleye bir yıl ve birkaç ay dönmeleriyle, adeta kendilerine ait olduğunu ifade eder.
Yahudilerin Beytü’l Makdis’e kıble olarak dönmeleri dinlerinin aslından değildi. Beytü’l Makdis Hz. Mûsâ zamanında yoktu, Tevrat’ın ilk beş bölümünde Beytü’l Makdis’ten bahseden bir kısım bulunmaz. Beytü’l Makdis’i Hz. Süleyman bina etti, dua ederken ona yönelirlerdi. Fakat bu da Beytü’l Makdis’in yahudilere namaz kıblesi kılındığını göstermez. Belki daha sonra gelen peygamberler Allah’ın ﷻ vahyi ile kıble olduğunu bildirmiş olabilir. Ancak Müslümanlar, kendi peygamberlerine Allah’ın ﷻ bildirmesiyle, bizzat vahiyle ona yöneldiler, Beytü’l Makdis (geçici olarak bile olsa) onlara ait kıble oldu.
Allah ﷻ kullarına dünyada ilk ev olarak Kâbe’yi bina ettirmiş, sonra onu kıble ve mescid olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in eliyle tekrar inşa ettirmişti. Buna rağmen sonraki asırlarda bir müddet için Beytü’l Makdis kıble olarak tayin edildi. Bunun hikmeti şudur: Allahu Teâlâ Hz. Mûsâ ve Hz. İbrahim’e Beytü’l Makdis’in civarını umran hale getireceğini vaad etmişti. Hem bu vaadin tahakkuku, hem de İsrâiloğullarının kalplerinin daha fazla mutmain olup imana bağlanması içindi.
‣ Beytü’l Makdis nebilerin kıblesi idi. Rüknü Yemani’nin arasında namaza dururlardı.
‣ Melekler Beytü’l Makdis’ten göğe yükselir ve yine oradan oldukları yere inerler. Efendimiz ﷺ oradan miraca çıkmıştı.
‣ Yapılan tespitlere göre uzay çalışmaları için gönderilen hava araçlarının da bütün giriş çıkışları Beytü’l Makdis hizasından gerçekleşmektedir.
Kıble kelimesi قِبْلةَ masdarından gelir. مُقاَبلَةَ anlamındadır. Namaz kılan kişi o yönü, o yön de namaz kılan kimseyi karşısına aldığı için bu isim verilmiştir. قبل fiili lügatta; yüzünü döndü, razı oldu, karşılaştı, yeniden başladı... manalarına gelir.
قِبْلةَ masdarı lügatta; Ön, evvel, senet, taahhüt, karar, önce, taraf, dağ eteği, başlangıç, güç, takat, yön, cihet, Kâbe, süs iğnesi, güzellik, seher yeli, nesil, topluluk, taraftar, benzer, zümre, kefil, başkan, soy, kabile, sınıf, gem dizgini, kafa kemiği... demektir.
Yahudi ve Hristiyanlar, İslâm’ı tenkit etmek için şöyle dediler:
‘Nesh, cehaleti gerektirir. Bütün yönler, Allah’ın mülkü ve mahlûku olma bakımından eşittir. Kıblenin bir yönden başka bir yöne çevrilmesinin faydası yoktur. Abes ile iştigal etmek ise Hakim olan Allah’a yakışmaz. Bu da, bu değiştirmenin Allah tarafından olmadığını gösterir.’ Allah ﷻ onların bu asılsız itirazlarına cevap vererek şöyle buyurdu:
قلُْ gizli bir sualin cevabıdır (istinafen fasıl). Sanki Efendimiz ﷺ ‘Yâ Rabbi! Sefihler böyle dedikleri zaman ne diyeyim?’ demiş, Allahu Teâlâ da ‘Habibim onlara de ki: Doğu da batı da Allah’ındır’ buyurmuştur.
Aslında her yön bir kıbledir, ibadete duran kul ne tarafa dönerse yüce Allah’ın yönü o taraftır. Herhangi bir yönün kıble olarak belirlenmesi yüce Allah tarafından bir yönlendirmedir ve o tarafa dönmek O’na itaat anlamı taşır. Yoksa bu; Allah’ın o tarafta değil de (haşa) bu tarafta olduğu manasına gelmez.
Yani mekanların hepsi, bölge ve nahiyelerin tümü, bütün esrarı ile mülk ve tasarrufları Allah’ındır. Allah’ın hiçbir mekana ihtiyacı yoktur. Hiçbir yer bizatihi kıble olmaya müstehak değildir. Herhangi bir yerin kıble olması ancak Allahu Teâlâ’nın emretmesiyle olur.
‘Allah’ ismi, Rubûbiyet sıfatları ile muttasıf, varlığı münferit olan Vâcibu’l vücud’un ismidir.
‘Vacibu-l Vücud’ demek, varlığı zaruri olan, yani bir an için yokluğunu farz etmek imkansız olan zat, demektir. Allah ﷻ, varlığı zorunlu olma sıfatıyla muttasıf bir mevcud-u hakikidir. O’nun varlığı Zatının muktezasıdır. Varlığında Zatından başka bir şeye muhtaç değildir. Bir an olsun yokluğunu farz etmek muhaldir.
Ondan başka mevcudat bizatihi varlığa müstahak değildir. Çünkü varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile yokluğa mahkumdur.
Bu isim, Allah’ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür; çünkü, bütün ilâhi sıfatları cem eder. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet eder. Mesela ‘Er Rahman’ yalnız merhameti, ‘El Kahhar’ yalnız kahrı, ‘El Alim’ yalnız ilmi ifade eder. Allah ﷻ ismi şerifi ise bu manaların hepsini birden toplu olarak ifade eder. Onun için manadaki bu topluluğu mülahaza ederek ‘Yâ Allah’ diyen bir kimse Cenâb-ı Hakkı bütün isimleriyle zikretmiş olur. Bu hususiyetlerden dolayı Esmaül Hüsna içinde Allah ﷻ ismi şerifi ism-i azam’dır. Şanı büyük, bereketi daha bol, feyzi ve inayeti daha süreklidir. Bu ismi şerif daima aşıkların gıdası, sadıkların nevası olmuştur.
Ya Allah’a baş eğer, hiç kimseye eğmezsin;
Ya herkese baş eğer, hiçbir şeye değmezsin... C.Numanoğlu
Kulun bu isimden nasibi, Allah’a ﷻ kulluğa çok gayret etmesi, bütün kalbi ile O’na bağlanmasıdır. O’ndan başkasını görmemeli, başkasına iltifat etmemeli, başka hiç kimseden bir istekte bulunmamalı, kimseye boyun eğmemeli, korkmamalıdır.
Allah ﷻ ismi şerifi bütün isimlerin, sıfatların birleştiği ismi cami olup, bu isimden Cenâb-ı Hakk’ın bütün noksanlardan münezzeh olduğu öğrenildiği gibi, kul da kamil olmaya çalışmalı, noksanlarını azaltmalı, faziletlerini çoğaltmalıdır.
Bunu elde etmek için; öncelikle Allah bilgisi edinilmelidir. İnsanın ömrü doğduğu günden değil Allah’ı bildiği günden itibaren başlar. Hz. Nuh hakkında Allahu Teâlâ “Bin sene yaşadı, ellisi müstesna” (Ankebut,14) buyurmuştur. Çünkü Hz. Nuh bu elli yıldan sonra tebliğe, Allah’ı ﷻ tanıtmaya başlamıştır. Allah’ı ﷻ bilmeyen; gezen ve konuşan bir ölüdür. Birçokları sevdiklerinin ölümünden kederlenir, acılar içinde kalır.
Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur.
Yani ‘Doğru yola veya Kâbe’ye yönlendirir.’ (Tevcih) BuradaFatiha’daki ‘اِهْدِناَ الصِّرَاطَ الْمُسْتقَِيمِ’ duasına sarih bir alaka vardır. “Yâ Rabbi, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.
Gazap ettiklerinin ve dalâlette bıraktıklarının yoluna değil” (Fâtiha 6-7)
Burada iki istisnadan söz edilir. Sıratı müstakimden sapan iki ana grup yahudiler ve hristiyanlardır. Yahudinin sapması; maddeye ağırlık vererek, manayı görmezden gelen materyalistçe bir sapmadır. Hristiyanlar da madde aleyhine ve ruh lehine dengeyi bozmuş, maddeyi yok farz ederek ruhu ve manayı putlaştırmışlardır. Bu iki durum da sapmadır, dengesizliktir. İslâm ümmeti maddeyi de, manayı da kabul eden denge unsurudur.
Ayrıca yahudilerin bir diğer sapması; bildikleriyle amel etmemeleri, hristiyanların sapması da bilgisizce amel etmeleri olmuştur. Yahudilerde bilgi var amel yok, hristiyanlarda da amel var ama bilgi yoktur. Bu ümmetten bildikleriyle amel işlemeyenler yahudilere, bilgisizce amel işleyenler de hristiyanlara benzemektedir. Allah bu konuda da İslâm ümmetini denge unsuru kılmıştır. Bu ümmet bilgiyle ameli, düşünceyle hayatı birleştirmiştir. İslâm ümmeti ne Komünizm gibi, toplumu putlaştırıp, toplum menfaati adına ferdin haklarını öldüren, ne de kapitalizm gibi bireyi putlaştırıp, her türlü davranışa özgürlük tanıyan ve bu konuda hiçbir sınır tanımayan bir ümmet değildir.
Âyet-i kerimede ‘Sıratı müstakim’in nekre gelmesi, azamet ve yeniliğine işarettir. Yani istenildiğinden daha güzel, önceden beri gidilen, bilinen sırattan daha farklı, selamete daha çok götüren, gadabı ilâhi ve dalâletten salim, müstakim yol demektir.
Ardından bu sıratı müstakime hidâyet, sırf ilâhi meşiete (dilemeye) bağlanmıştır. Meşiet-i ilâhiyeye bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde bunun özellikle tahsis edilmesi, bu sırata ulaşmanın kulların kesbi ile olmayıp sadece fazlı ilâhi ile olduğuna tembihtir.
Kesb konusunda meşiet-i ilâhiye, meşiet-i ibadı takip eder. Bu gibi vehbi hususlarda ise kulun kesbi, meşiet-i ilâhiyeyi takip eder. Cenâb-ı Allah ﷻ her şeye maliktir ve dilediği kulunu yalnız meşieti ile peygamber yapar. Peygamberlik bir kesb işi değildir.
‘Dilediğini hidâyete erdirir’ buyruğunda icaz vardır. Allahu Teâlâ kimleri hidâyet edeceğini “…dilediklerini seçecek ve kendine yönelenleri de hidâyete eriştirecektir” (Şura, 13) âyetiyle beyan etmiştir. Yoksa -haşa- Allah’ın ayrım yapması gibi bir şey söz konusu değildir.
Burada sırat kelimesinin tevriyesi ve الي harfi cerinin intiha-i gaye manalarını düşündüğümüzde; şu manayı ifade eder: Bu dünyada kendi iradenle, isteğinle doğru yola gittiysen fırsatı iyi kullandın demektir. Aksi halde zaten eninde sonunda Sırat’a geleceksin.
‘Dilediğine hidâyet eder’ ile kasıt, evliya ve sevdikleridir. Doğru yola iletmesi; O’na kavuşmaya, zahiri ve batıni nimetlerine ulaştırmasıdır.
Allahu Teâlâ bize ‘Doğru yolu yapın’ demiyor. Doğru yolu zaten hazırlamış. Bize sadece o yolda yürümek kalıyor. Biz yürümeyi bırakıp yol yapmaya çalışmamalıyız. Sırat-ı müstakim her zaman Allah’ın yönlendirmesiyle bilinir; ancak Rabbü’l âleminin göstermesiyle doğruyu buluruz. Dolayısıyla kıbleye yönelmek; kalp, kafa, ruh, hayat, kısacası her şeyiyle Allah’a yönelmektir.
Sırat-ı Müstakim’in manaları: İslâm, peygamberlerin yolu, vasat ümmetin yolu, kulluk, hak yol, din, sebilü’r reşat, hidâyet, hakikat, sünnet yolu, en doğru yol.
هَدَي fiili lügatta; doğru yolu bulmak, yoluna girmek, yol göstermek, yol tarif etmek, çölde yolunu bulmak, Mekke’ye kurbanlık sevk etti, hediye verdi, yemeklerini getirip bir yerde yediler, sulh yaptılar, şiirle yerdi, beyan, akli ve nakli deliller, indirilen şeylerin verdiği fayda, aslan, önde olan, rehber, çıkıntı, değnek, su içinden sivrilen kaya, gündüz, yol, itaat ve kulluk, saygıdeğer kişi, hal ve gidiş, yön, maksat, gelin, deve, esir, sıratı müstakim, irşad, Kur’ân, iltifat... manalarına gelir.
Hidâyet; irşat etmek, doğru yolu göstermek, nazikçe rehberlik yapmak, ahiret saadetinin yolunu göstermektir. Zıddı saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir.
Yahudiler batı tarafında Allah’ın Hz. Mûsâ’ya ikramda bulunduğunu, ona vahyettiğini zannettikleri için mağribi yani batıyı kıble edindiler.
Hristiyanlar da Hz. Meryem Hz. İsa’yı dünyaya getireceği zaman şehirden çıkıp doğu tarafına gittiği için doğu tarafını kıble zannettiler.
Kâbe her ne kadar Hz. İbrahim’in kıblesi ve Efendimizin ﷺ doğum yeri olsa da; mü’minler kendi görüşleriyle, içtihatlarıyla hareket etmeyip, sırf Allah emri olduğu için, sadece O’na itaat için Kâbe’yi kıble edindiler. Bunun için ümmeti Muhammed seçkin ümmet vasfıyla tebcil edildi.
Allahu Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e kıble tayin etmesi, darlıktan veya -haşa- bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik-beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir.
‣ İnsan, mücerred ve aklî bir şeyi anlamaya çalışırken, zihninde birtakım hayali şekiller meydana getirir. Bu hayali şekiller, o soyut manaları kavramaya yardım eder. Bir mühendis proje yaparken, önce çizimle o hayali somutlaştırır. İbadet için kıble tayin edilmesindeki hikmetlerden biri budur.
Soyut duygular, beş his ile algılanan zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara kavuşamaz. Duygular ancak o zaman tamamen boşalarak dış âlemle uyumlu hale gelir.
İslâm, ibadet sistemini bu fıtri temele oturtmuştur. Bu yüzden ibadetler sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu yöneliş, somut bir şekle bürünmelidir; namazda kıyam, kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur’ân okuma, rüku ve secde, Hacc’da belirli bir yerde ihrama bürünme, sa’y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesip tıraş olma gibi. Bu hareketlerin her biri ayrı bir ibadettir.
Sapıkları doğru yoldan çıkaran asıl sebep, somut şekiller arayan insan fıtratının eğitilmemesidir. İnsanlar, duygularının aradığı büyük gücün taş, ağaç, yıldız, güneş, ay, hayvan, kuş gibi maddi varlıklarda olduğuna inanmışlardır. Bu yüzden İslâm, yüce Allah’ı her türlü tecessüm düşüncesinden ve herhangi bir yönden münezzeh tutarak, insan fıtratını ibadetlerdeki hareketlerle tatmin eder. İnsan kalbi, bütün varlığıyla Allah’a yönelirken, aynı anda Kâbe’ye doğru da yönelir. Allah’ın mekandan münezzeh olduğunun delili, kendisine yönelinen Kâbe’nin içinde her yöne namaz kılınıp cihet tayin edilmemesidir. Eğer namazda kıbleye dönmek farz olmasaydı herkes kafasına göre bir yöne dönerek -haşa- Cenâb-ı Hakk’a mekan tayin edeceklerdir.
‣ Zayıf bir köle, azametli bir hükümdarın meclisine girdiğinde, yüzünü mutlaka melike dönmesi, ona arka dönmemesi, onu en güzel şekilde tavsif etmesi, son derece hizmet ve itaatta bulunması gerekir. Namazda kıbleye teveccüh etmek de, hükümdara yönelip, ona sırt dönmemek gibidir. Namazda okunan dualar, ona övgü ve medh yerine; rükû ve sücûd ise, melîke hizmet etmek yerine geçer.
‣ Kıbleye yönelme bir yüzleşmedir. İnsan günde beş kere Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkacaksa, O’na asi olmaması gerekir. Onun için Şafiler subhaneke duası yerine “Ben yüzümü yerleri gökleri yaratan Allah’a çevirdim” (Enfal, 79) âyetini okurlar. Bu da bize masivaya değil, teveccühlerin Allah’a olması gerektiğini gösterir.
‣ Namaz kılmaktan maksat, kalbin Allah’ın huzurunda olduğunu bilmesidir. Bu huzur ise, ancak kıpırdamamakla, bu da kişinin bütün namazlarında aynı istikâmete yönelmesiyle elde edilir.
‣ Allahu Teâlâ bütün mü’minlerin bir babanın evladı gibi ülfet ve uyum içinde olmalarını sever. Eğer herkes namazında başka tarafa yönelse, aralarında ihtilâf olduğu vehmini verirdi. İşte Cenâb-ı Hakk, aralarındaki muhabbet ve ittifakı ortaya koymaları için, bir yön tesbit etmiş ve ona yönelmelerini emretmiştir. Bunda, Allahu Teâlâ’nın, hayırlı fiillerde kullarının birlikte olmasını sevdiğine işaret vardır.
‣ Kâbe alttan, üstten göğe kadar merkezdir. Çepeçevre ona yönelen yeryüzü sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer saf teşkil ederek, tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil eder. Kâbe’yi yerin altında cinler, hizasında insanlar, üst tarafta melekler tavaf eder.
‣ Bir ümmetin ruhî birliği, aralarında maddî birliğin görünmesiyle anlaşılır. Kâbe de ümmetin ruhanî birliğini gösterir. Kıblesiz bir ümmet olamaz. Dünyadaki bütün Müslümanların en mühim ibadetlerinde aynı yöne dönmeleri, hepsinin bir noktada birleşip kalplerinin tek bir yere bağlanması demektir.
‣ Allahu Teâlâ Kâbe’yi, ‘Evim’ diyerek kendine nisbet etmiştir. Mü’minleri de, kulluk sıfatıyla yalnız kendisine nisbet etmiştir. Bu her iki izafet de, tahsis ve tekrim, şereflendirmek içindir. Allahu Teâlâ sanki,
‘Ey mü’min, sen benim kulum; Kâbe evim, namaz bana yapılan hizmetimdir. Bana hizmet hususunda, yüzünle benim evime; kalbinle de bana yönel!’ demektedir.
‣ Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmişlerdir. Biz müslümanlarsa bütün nurların kendi nurundan yaratıldığı, nurların efendisi olan Hz. Muhammed ﷺ’in doğduğu yere yöneldik.
‣ Kâbe yerin göbeği ve ortasıdır. Allahu Teâlâ’nın namazlarında yerin ortasına yönelmelerini kullarına emretmesi, her şeyde adalet ve itidalin gerekli olduğuna işarettir. Bu teveccüh, şubeden merkeze yöneliştir.
‣ Allahu Teâlâ Kâbe’ye yönelmeyi emrederek, Hz. Muhammed’i ﷺ sevdiğini ortaya koymuştur. Hz. Peygamber ﷺ, yahudilere muhalefet etmek için, uzun bir müddet bunu arzulamıştı.
‣ Tek bir kıble tayin edilmese herkes kendine göre bir tarafa yönelecek ve Allahu Teâlâ’ya mekan izafe edilmiş olacaktı. Kıblenin bir tane olması bunu engelledi. Harem’de Kâbe’ye her cihetten dönülerek namaz kılınabilmesi Allah’ın ﷻ mekandan münezzeh olduğunun isbatıdır.
İstikbali kıble bir teveccüh, bir şeref, bir itidaldir. Halkın tek bir cihete ictimaı nurdan istifadede vatanların ittifakı için büyük bir tesirdir. Bunun için mahalle halkını namazda cem etti ki ittifak etsinler. Cumayı vâcib kıldı ki belde ehli ittifak etsin. Haccı farz kıldı ki ehli afak ittifak etsin.
Cihet tayini ancak semavi emirle olur. Hz. İbrahim’e cihetlerin en efdali Kâbe tahsis olundu. Çünkü Kâbe insan toprağının mebdeidir. Arz Kâbe’nin toprağından yaratılmaya başlandı. İnsan zahiren Kâbe’ye teveccüh etse de batınen Hakk canibinden mebdeye teveccüh etmiş olur.
Yer ve sema da Hakka icabet eder. Nitekim âyette: “Yere ve göğe isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11) buyruldu.
Miraçtan sonra Kâbe kıble kılındı. Medine’de iken Mescid-i Aksa kıble kılındı. Medine’ye dönünce on altı ay kadar Kudüs’e doğru kılındı. Yahudiler onunla ülfet ettiler. Sonra Kâbe’ye döndü. Zira nihayet noktasından hidâyete rucu oldu. Kemali nihayete erdi. Zahiren teveccüh Kâbe’ye iken halin teveccühü Hakk’a olmalıdır. Kâbe veya miraç ibadete mesafe yeri değildir. Cenâb-ı Hakk mesafeden münezzehtir. Bu nedenle: ‘Dilediğini doğru yola iletir’ buyurdu.
Doğu ile batı arasında tek bir kıble vardır. Hadis-i Şerif
‣ Kim kıbleye hürmet ederse Allah ona ikramda bulunur. Hadis-i Şerif
‣ Namazda kıbleye yönelmek, namazın dışındaki şartlardandır. Ancak sadece bedenen kıbleye yönelmek yeterli değildir. Asıl istenen, kalbini masivadan ayırıp Allah’ın ﷻ emirlerine bağlamaktır. Kıbleye zahiren yönelmek, deruni hisleri harekete geçirmek ve onlar kalbe isyan etmesin diye zapt edip, belli bir tarafta durdurmak içindir. Çünkü azalar istedikleri tarafa yöneldiklerinde kalbi de kendi emirlerine alır ve Allah ﷻ yolundan ayırırlar.
‣ Yüzün kıbleye yönelmesi için diğer yönlerden ayrılması zaruri olduğu gibi, kalbin de Allah’a yönelmesi için masivadan ayrılması şarttır. İhya
‣ Vaktin evvelinde Kâbe’yi hayal-i nazara almakla namaz kılmak menduptur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihata ettiklerini görürsün. Bediüzzaman
‣ Kıble, bu cemaatin namaz kılarken tarafına döneceği basit bir yön ya da basit bir mekân değildir. Bu mekân düşüncede, kişilikte, amaçta, endişe ve ideallerde, yapıda farklılığın sembolüdür.
Peygamber Efendimiz, Medine’ye gelip Beytü’l Makdis’e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş Arapların gücüne gitti. Onlar cahiliye döneminde Kâbe’ye saygı göstermeye alışmış, orayı geleneksel ziyaret yeri ve kıble olarak benimsemişlerdi. Üstelik bu yüzden yahudilerden kulaklarına gelen böbürlenici, hava atıcı laflar ve bu olayı koz olarak kullanmaları sıkıntılarını arttırıyordu.
Daha sonra tekrar Kâbe’ye dönerek namaz kılınması emredilince, bu defa Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti. Oklarını müslümanların vicdanlarındaki iman temeline yönelterek şöyle dediler; ‘Eğer Beytül Makdis’e yönelmek yanlış idiyse, bunca zaman kıldığınız namazlar boşa gitti. Eğer oraya yönelmek doğru idiyse o zaman başka bir yöne dönmenin gerekçesi nedir? Bu ne iş böyle; kâh buraya, kâh oraya?
Bunda kesinlik ve kararlılık olsa böyle olur mu?’
Yahudiler, müslümanların yüce Allah’tan sevap alacaklarına olan güvenlerine, hatta Peygamberimize duydukları güvene oklarını yöneltiyorlardı. İslâm’dan çıkıp, dinden dönenler oldu. Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar. Bazı Müslümanlar, ‘Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?’ diye telaşa kapıldılar. İşte kıble henüz değişmeden, bu hallerin olacağına işaret etmek üzere bu âyetler nazil oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye gelmiş ve on altı ay Beytü’l Makdis tarafına namaz kılmıştı. Kıble’nin Kâbe’ye çevrilmesi, Bedir gazasından iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra meydana geldi. Resûlullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle namazını kılarken âyet geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rekâtını Mescid-i Aksa, son iki rekâtını Mescid-i Haram tarafına kıldı. Peygamberimizin yer değiştirip Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınlar yer değiştirip birbirlerinin yerini aldılar. Bundan dolayı o mescide Mescidü’l-Kıbleteyn adı verildi. Derhal etrafa haberler gitti.
Resûlullah’a ﷺ biat eden kadınlardan Tüveyle b. Eşlem anlattı:
‘Biz Benî Harise’deki yerimizde namaz kılıyorduk. Abbad b. Bişr geldi ve: ‘Resûlullah Kâbe’ye döndü’ dedi.
Bunun üzerine erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçtiler. Sonra kalan iki rekâtı Kâbe yönüne doğru kıldılar.’ Kıble değiştirme, namazı bozan amel-i kesir olsa, o anda ilâhî emre itaat zarureti bulunması ya da amel-i kesirin yasaklanmasından önce vuku bulmasından dolayıdır.’
Kuba mescidinde de halk namazda iken biri gelip ‘Resûlullah Kâbe’ye çevrildi!’ diye nida etti. İbni Ömer (r.a) şöyle anlatır:
‘İnsanlar Kuba’da sabah namazı kılarlarken biri geldi ve; ‘Bu gece Resûlullah’a ﷺ Kur’ân âyeti indi ve Kâbe’ye dönmesi emredildi, siz de o yöne dönün!’ dedi. O anda namaz kılanların yüzü Şam bölgesine dönüktü, hep birlikte Kâbe’ye döndüler.’
Kuba ehlinin haber-i vahid (bir kişinin haberi) ile namazda da olsalar hemen amel etmeleri, sahabenin Kur’ân ve Resûlullah’tan gelen emirler konusunda birbirlerine güvenmelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar biliyorlardı ki hiçbir sahabe bu konuda yalan söylemez ve iftirada bulunmaz. Bundan dolayı sahabe Resûlullah’tan nakillerinde adil kabul edilmiş ve kendilerine güvenilmiştir.
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
سَيقَوُلُ السُّفهََاءُ مِنَ الناَّسِ Buradaki sefihlikte gaybet ve cehalet sefahati vardır. Hüccet eshabına kalp erbabının halleri gizli olduğu zaman bu işin sefihi olurlar. Kalp erbabı, gaybı müşahede, hakkı tasarrufta halden hale dönerler. Fiilden fiile geçerler. Sefihler bunların hareket ve sükunlarına itiraz ederler. Onların muamelelerinde her şeye ta’n ederler (kınarlar). Çünkü onlar kötü gözle, çirkin niyetle bakarlar.
Kula düşen, tereddüde düşmeksizin, sırf Allah’ın buyruğu olduğu için, emirleri hemen yerine getirmektir. Gerçek taât, Allah’ın emrine ihlasla bağlanmak ve amel etmektir. İbadetlerin illet, sebep ve hikmetlerini araştırmak taât değildir. Allah’ın hükümleri ve fiilleri meşakkat, zorluk ve garazdan uzaktır. Kullar Allah’ın emirlerinin illet, sebep ve maksatlarını bilmekle mükellef tutulmamıştır. Allah’ın ahkamının, efalinin sebep ve maksatlarını dâhiler bile anlayıp kavrayamazlar.
قلُْ لِلهِّٰ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ Doğu-batı Allah’ındır. Çünkü hakikate eren kullar Allah için doğarlar, Allah için batarlar. Onların kalpleri ancak Allah’ın vechine teveccüh eder.
• Cenâb-ı Hakk’ın kıble emrine itiraz eden Yahudi, Hristiyan ve müşrik güruh için ‘Sefih’ sıfatlı kinayesi getirilmiş. Bu kelime Nisa Sûresi’nde de henüz aklı başına gelmemiş, büluğa ermemiş zavallı yetimler için kullanılmıştı.
Müstearun minh ‘Süfeha’, Müstearun leh Allah’ın emrine itiraz edenlerdir. Camisi, en ahmağın en akıllının fikrini beğenmemesidir. Delinin doktora, çocuğun ebeveynine, suçlunun hakime, talebenin üstada, çırağın ustaya, gencin yaşlıya, cahilin alime ukalalığı gibi yersiz ve saçmadır. Hele bu ukalalık Allah ve Resûlü’ne karşı olursa çok daha vahimdir.
• Onların pek çok başka özellikleri olmasına rağmen, sadece akılsızlıkları öne çıkarılarak ‘Sefihler’ diye isimlendirilmeleri tağlib sanatıdır.
• ‘Akılsızlar diyecekler’ dedikten sonra özellikle ‘insanlardan’ diyerek kayıtlaması, adeta bir tariz; ‘Sen insan ol da, Allah’ın verdiği aklı sefihlikte kullan. Olacak iş mi?’
Onların insan olduğu malum olduğu halde tekrar ‘مِنَ الناَّسِ /İnsanlardan’ şeklinde sıfatlaması, onların sefihlikte son noktaya ulaştıklarına tembihtir, mübalağadır. İnsanlar kısımlara ayrılsa, bunlar sefihler sınıfını oluşturur ve onlardan başka insanlar içinde sefih kimse bulunmaz.
• ‘İnsan’ ünsiyet eden, yadırgamayan, alışan, cana yakın, mahlukatın göz bebeği... manalarına gelen bir kelime. Bu açıdan düşündüğümüzde de medhe benzer zemmi tekit olur. Yani; ‘Sen insansın. Ünsiyetli, alışan bir varlık iken ihtilaf ediyorsun. İnsan olarak hiçbir şeyi, hiçbir mahluku yadırgamaman gerekirken Allah’ın emrini yadırgıyorsun. İnsan gibi görünürken insanlık dışı hareket ediyorsun. Kendi hemcinsinle ünsiyet etmen gerekirken Allah ve Resûlüne aykırı davranıyorsun.
• مِنْ harfi cerinin ibtida anlamını düşündüğümüzde, delaleti tazammuniye ile insanın itiraz etme huyunu hatırlarız. İnsan ilk duyduğu şeye bilse de bilmese de itiraz eder. Sonrasında kabul etse de öncelikle itiraz tavrı takınır. İtiraz insanın genlerinde vardır.
• ‘Diyecekler’ denip, ‘Soracaklar’ buyrulmamış. Onların öğrenme amaçlı değil, sırf laf olsun diye konuştuklarına işaret edilmiş.
Ayrıca قاَلَ fiilinin anlamlarından biri de, yalan söylemektir. Sefih kelimesinin anlamlarından olan ‘Çok yalan söyleyen kişi’ manasıyla aralarında muraatı nazır var.
• ‘كَانوُا عَليَْهَا / Üzerinde bulundukları’ ifadesinde عَليَ harf-i ceri mecazen bir yerleşiklik manasındadır. Mü’minlerin Kâbe’ye bağlılığının ne kadar sağlam olduğunu gösteren bir istiare-i tebaiyedir.
Mü’minlerin Kâbe’ye yönelmeleri, ona olan sevgileri, adeta Kâbe’yi tamamen kaplamış, bu kıble onların sevgi ve bağlılığı altında kalmış. Çok önemsenen şeylerin üzerine düşmek gibi, mü’minler de Kâbe’nin üzerine düşmüş, onu korumak için, etrafını tamamen sarmış, çevrelemişlerdi. Arının çiçeğe konup bal alması, bir şebnemin güle inip onu şenlendirmesi, bülbülün güle kavuşması, yağmurun toprakla buluşması gibi mü’minler de Beytullah’la buluşup muradına erer. Rabbin rahmetiyle kuşatılırlar.
• ‘Doğu da batı da Allah’ındır’ cümlesi, yeryüzünün tamamından kinayedir. Çünkü insanlar ıstılahta, güneşin doğması ve batması itibarı ile yeryüzünü ‘doğu-batı’ diye ikiye taksim ederler.
• ‘يهَْدِي مَنْ يشََاءُ / Dilediğini hidâyet eder’ cümlesi, Yahudilerin kıblesinin değil, Allah’ın ﷻ Müslümanlara emrettiği kıblenin hidâyet olduğuna tarizdir. Veya İslâm kıblesine imadır.