Sureler

Göster

Bakara Sûresi 143. Ayet

وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا ۗ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنْتَ عَلَيْهَا إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلَىٰ عَقِبَيْهِ ۚ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ ۗ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

143- Böylece sizi öteki insanlara şahit olasınız ve peygamber de size şahit olsun diye orta (seçkin ve şerefli) bir ümmet (toplum) yaptık. Sana Kâbe’yi kıble yapmamız; ancak peygambere (sana) uyanları gerisin geri döneceklerden ayırt etmemiz içindir. Gerçi kıblenin çevrilmesi hadisesi ağır bir şeydir, ancak Allah’ın hidâyet ettiklerine ağır gelmez. Allah imanınızı (Mescid-i Aksa’ya karşı kıldığınız namazları) boşa çıkarmaz. Muhakkak Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.


Kıble emrine sefihler gibi itiraz edip karşı çıkmadığınız, Allah ve Resûlüne itaat edip İsrâiloğulları gibi peygamberleri öldürmekten, azgınlıktan uzak durduğunuz, canla başla Nebinize ﷺ destek olduğunuz için sizi seçkin, şerefli, itibarlı ümmet yaptık.

Yine siz Yahudiler gibi peygamber öldürecek derecede müfrit, Hristiyanlar gibi nebinizi ilâh edinme tefritinde olmadığınız için sizi mutedil, vasat ümmet kıldık.

Sizi İsrâiloğulları gibi on iki soy değil, tevhidde bütünleşen tek bir ümmet yaptık. Dini İslâm sizi tevhid sancağı altında ta Livaü’l hamd sancağı altında haşroluncaya kadar topladı.

Dininiz bir, peygamberiniz bir, kitabınız bir, şehadetiniz bir. Bir olan Rabbiniz sizi “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) sloganıyla şuurlandırdı. Bu kardeşliği Nebiler Sultanı’nın bizzat uygulamasıyla, EnsarMuhacir kardeşliği ile en güzel şekliyle örneklendirdi. Asrı saadetin o güzel insanları, evlerini, eşyalarını, her şeylerini paylaşarak fedakârlık temeline kardeşlik sarayını inşa ettiler. Son nefeslerinde bile kendilerine sunulan suyu diğer kardeşe göndererek havz-ı kevseri hak ettiler.

Birbirlerini teşvik ile İslâm’ı dünyaya yaydılar. Cihat niyetiyle ticaret örtüsü altında dürüstlük, kibarlık ve yüksek şahsiyetlerinin sayesinde insanları İslâm’a aşık edip İslâm kadrosunu genişlettiler.

Bazen pusuya düşürülüp eğitim için gittikleri yerlerde şehit edildiler. Ama onların kanlarının düştüğü yerler dahi ahalisinin hidâyetine vesile oldu.

Peygamber eliyle yetişen bu mümtaz kadro, dini mübini, dünyanın kalbine altın kalemlerle nakşettiler. Nübüvvet güneşinin irili ufaklı yıldızları oldular. Efendimizin ﷺ irtihali ile karanlıkta kalan dünyayı yıldız yıldız aydınlattılar. Yolcuyu fenersiz, iradeyi fersiz bırakmadılar.

Efendimizin ﷺ irtihali kandillere katran dökse de onun uyduları, onun sevdalıları, dininin gönülden bağlıları görevlerini aksatmadılar. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin diye birbiri içinde yörüngeleşerek İslâm’ı yaymak için her türlü fedakârlığı gösterip zorluklara göğüs gerdiler.

Efendimizi ﷺ bir ömür canlarından, mallarından ve sahip oldukları her şeyden çok sevdiler. ‘Fedake ebi ve ümmi’ ağızlarından hiç düşmedi. Her zaman ve her durumda bu sözün gereğini yerine getirdiler. Rablerinin kitabında övgüye mazhar oldular. Resûlullah’a ﷺ olan bağlılıkları, samimiyetleri, saygıları vesilesiyle haşre dek insanlığın örneği ve sevgilileri oldular.

İslâm temelinin muhkem esasları olan bu sahabe-i güzin bütün ümmet-i Muhammed’e şeref kazandırdı. ‘Ümmeten vasaten/şerefli ümmet’ vasfının mevsufu yaptılar. İslâm’a serdar, müslümana yar oldular. Geçip gittikleri nurlu yola nurdan işaretler koyarak arkadan gelenlere rehber oldular.

Onlar Efendimizi ﷺ kitapta, hitapta, rüyada, aynada değil bizzat baş gözleriyle gördü, en içten duygularla, tertemiz gönüllerle sevdiler. O yüce Penaha pamuk ipiyle değil, aşk zincirleri ile bağlandılar.
 

''İşte sizi böylece orta (seçkin ve şerefli) bir ümmet yaptık.''

Yani ‘Sizi sıratı müstakime erenlerden kıldığımız, hallerinizi vasat kıldığımız gibi, ümmet-i vasat kıldık.’

Hitap bütün mü’minlere olduğu halde كَذَالِكَ kelimesinde (müfred kâf-ı hitabta) birleştirildi. Muhatap tayin edilmedi. Muhatap bütün mü’minlerdir.

‘Böylece sizi kıldık’ ifadesine, ‘Sizi yetiştirdik ve tayin ettik’ şeklinde mana verilebilir. Orta ümmet olmak, bir eğitim işidir. Aşırılıklardan uzak, dengeli bir beyne sahip olmak, kolay gerçekleşecek bir iş değildir.
 

 Kezalike’deki kâf harfi teşbih (benzetme)

‣ ‘Yehdi’ ile ilgilidir. Yani ‘Size, hidâyetimizle in’amda bulunduğumuz gibi, sizi vasat bir ümmet şeklinde yaratarak da in’amda bulunduk.’

‣ ‘Sizi kıblelerin en ortası bir kıbleye çevirdiğimiz gibi, aynı şekilde orta (vasat) bir ümmet yaptık.’ Zira Kâbe arzın ortasıdır.

‣ Bu benzetme, “Andolsun ki biz onu dünyada seçtik” (Bakara, 130) âyetinde, Hz. İbrahim hakkında Cenâb-ı Hakk’ın söylediği hususa râcidir. Yani, “Biz onu dünyada seçtiğimiz gibi, aynı şekilde sizi de orta bir ümmet kılarak seçtik” demektir. İbrahim (a.s), nebilerin vasatıdır.

‣ Bu teşbih, bir önceki âyete bağlıdır: Doğu da Allah’ındır, batı da. Bu yönler Allah’ın mülkü olmaları bakımından müsavi oldukları halde, Cenâb-ı Hakk lütfu ve ihsanı ile bir kısmını, kıble yaparak daha fazla şereflendirip yüceltmiştir. Aynen bunun gibi, bütün insanlar da Allah’ın kulu olma bakımından müşterektir. Ancak Cenâb-ı Hakk bu ümmet-i Muhammed’e, kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak, daha çok şeref verip, daha çok ibâdete layık görmüştür. Yani; ‘Kıble mekanı olarak Kâbe’yi seçtiğimiz gibi, ümmetler arasından da sizi seçtik.’

‣ Bazen zamirin merci’i meşhur ve ma’rûf olur, bilindiği için zikredilmez, zamiri zikredilir. “Muhakkak ki biz onu Kadir gecesinde inzal ettik” (Kadir, 1) âyetinde olduğu gibi. Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kimseleri azîz, istediği kimseleri zelil kılmaya kadir olduğu da herkesçe bilinen bir husustur. Buna göre ‘kezalike cealnaküm’ ifadesi, ‘Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şu hayret verici yaratması gibi, aynı şekilde biz sizi orta bir ümmet kıldık’ anlamına gelir.

‘Ümmeten vasaten’, hayırlı ümmet demektir. Çünkü bir şeyin orta kısmı koruma altında olur. Bir tehlike gelirse önce dış kenarlara değer.
 

 Ümmet

‘Ümmet’ kelimesi ‘ümm’ kökünden türemiştir. Topluluk, halk, bir amaç etrafında toplanan grup veya bir dinin mensupları, elçi gönderen cemaat, insanın boyu, yol, din, kıyamet, cins, hak üzere olan, diğer dinlere muhâlif olan, zaman, anne, yüz, taât, alim, önder, her hayrı toplayan kişi, benzeri olmayan insan, millet... anlamlarına gelir.

Elmalılı, ümmet kelimesinin ‘imam’dan türediğini, ümmetin bir gaye uğruna bir lider etrafında toplanmış insanlar birliği olduğunu söyler.

Ümmet kelimesinin bir anlamı da ‘Anne’dir. Müstearun minh anne, müstearun leh ümmettir. Her birimiz, bir diğer mü’min kardeşimizi ümmet olarak kabul edersek, şu şekilde düşünebiliriz: Nasıl ki bir anne çocuklarına şefkatlidir, çok yakından ilgilidir. Hiçbir zaman evladını hor görmez, kırıcı davranmaz, sevmekten vazgeçmez. Suçlu bile olsa onu kalbinde taşımaya devam eder. İşte mü’minler de birbirinin annesi gibidir. Birbirlerine bir anne gibi şefkatli, yakın, candan, fedakâr, sevgi dolu olunca hakiki ümmet olabilirler.
 

Ümmet Kelimesinin Kur’ân'daki Manaları:

1- Grup. Bir cemaati veya küçük bir topluluğu ifade eder. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir ümmet bulunsun...” (Âl-i İmran, 104)

2- Millet. Sosyolojik manada ümmet kelimesi, vatanı, bayrağı, anayasası ve sosyal müesseseleri olan bağımsız bir milleti ifade eder. “Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yunus, 47)

3- Topluluk. Aynı cinsten olan, aynı değerler etrafında toplanıp benzer davranışları sergileyen topluluk ümmettir. Bu anlamda, aynı cinsten olan hayvanlar topluluğuna da ümmet denilir. “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmetten başka bir şey değildir.” (En’am, 38)

4- Yol, hayat taraf, din. Din, davranış biçimi, takip edilen yol ve ahlâk manalarına gelir. “Hayır, şöyle dediler: Bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince gitmekteyiz.” (Zuhruf, 22-23)

Bakara, 143 ve Âl-i İmran 104-110. âyetlerdeki ümmet kelimesi ise, insanlığın içinden bir grubu veya milleti ifade eder. Bu âyetler, rastgele bir toplumu değil, nasıl bir toplum olması gerektiğini bildirmektedir. Bu sûreler Medenidir. Mekki âyetlerde ümmetten beklenen, bu kadar açık belirtilmemiştir.
 

 Vasat

Vasat, fiil kalıbında alındığında yerleştirmek, koymak, ara bulucu olarak seçmek veya atamak, ara bulucu olarak davranmak, ortada veya merkezde olmak, ortada durmak, ortayı tutmak, aşırı uçlardan orta yolu tutmak... manalarına gelir.

İsim kalıbında alındığında orta, ortalama, orta derece, ortalama alet, iki şeyin arası, vücudun orta kısmı, meydan, çevre, etraf, âlem, merkez, dairenin merkezi, öz, iç, mümessil, ilim ve amelde doğru, adil, güzel meziyetlere sahip, yönetici kadro, araç, cemiyet muhiti... anlamındadır.

‘Vasat’ kelimesi, isim olduğu zaman (ümmeten vasatan, gibi) ortadaki س harfi harekelenir. Bu şekliyle sadece Bakara 143’te bir kez geçer. Zarf olduğu zaman ise, ortası sakin olur (وَسْطٌ).

‘Vasatan’ (âdil, dosdoğru) demektir. “قاَلَ اؤَْسَطُهُمْ / en âdilleri dedi...” (Kalem, 28) Ebû Said Hudri ‘vasatan’ kelimesini Efendimiz’den ﷺ ‘adlen’ diye rivâyet etmiştir.

Cenâb-ı Allah’ın, ‘Sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık’ buyruğu, ümmet-i Muhammed’i öven bir ifadedir. Çünkü bu vasfı zikrederek, onları şâhidler yapmasına âdeta sebeb kılmış, ardından Resûlü’nün şehadetini de buna atfetmiştir. Onların ‘şahidler’ kabul edilmesi de, ancak âdil olmaları durumunda caiz olur. Böylece, ‘vasat’ kelimesinden, ‘adalet’ manası kastedildiği anlaşılır.

Vasat, her şeyin seçkini ve iyisi, güzeli manasınadır: “Sizler insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i İmran, 110) Hz. Peygamber, ‘خَيْرُ الُْامُورِ اوَْسَطُهَا / İşlerin en hayırlısı en vasat olanıdır’ buyurmuştur.

Çünkü ‘vasat’ bir şeyin ortası ya da dairenin merkezidir. Vasat öyle bir noktadır ki, hiçbir tarafa diğerinden daha yakın değildir. Ona ulaşmak için etrafındaki şeylerin yakılıp yıkılması, ortadan kaldırılması gerekir. Daha sonra övülmeye değer özellikler için istiare yoluyla kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü kahramanlık gibi övülmeye değer her nitelik, ifrat ile tefrit arasında, ulaşılması kolay olmayan vasat noktadadır. Fazilet vasat olandadır. Burada ‘Vasat ümmet’ ile maksat ilim ile ameli bir arada toplayan adaletli, hayırlı kimselerdir.

Tebaa, ortalarında bulunan reislerinin etrafını sarar ve onu aralarına alırlar. İşte bu manadan dolayı, en seçkinlerine ‘فلُانٌ اوَْسَطُناَ / O bizim en faziletlimizdir’ derler. Allahu Teâlâ katında da ümmeti Muhammed’in şanı, şerefi yüksektir.

Vasat olmak; bir şeyin ortası, normali, korunmuşu, mutedili, merkezi olmaktır. İslâm’ın hükümleri de Hristiyanlık ve Yahudilikteki muamelat hükümlerinin ortasıdır. Mesela gadap konusunda Hristiyanlıkta ‘biri yüzüne vurduysa, çevir öbür yüzüne de vursun’, Yahudilikte ‘bir vurduysa sen iki vur’, Müslümanlıkta itidal olarak; ‘vurana o miktarda vurabilirsin ama affetmek daha efdaldir’, hükmü getirilmiştir.

Vasat ümmet; hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. ‘Ey müslümanlar, sizi, tüm insanlığın size bakıp hizaya geleceği, sapıkların sapıklıklarını sizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet yaptık.’

Ancak bu özelliklere sahip olan bir ümmet, tüm insanlık üzerine şahitler olabilir. Dünya üzerindeki toplumların dengesi bu ümmet vasıtasıyla kurulacak, insanlık, adâlet, özgürlük, müsavat bu ümmetle yeryüzüne ulaşacaktır. Eğer bu ümmet yeryüzüne hakim duruma gelirse, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşarsa dünyanın dengesi düzelecektir.

Vasat ümmet; aşırılıklar karşısında dengeyi sağlayan, hem zevkü sefayı, hem de abartılmış bir zühdü reddederek insan fıtratını gerçekçi değerlendiren toplumdur.

Bu ümmet coğrafi bakımdan da vasattır. Yerleştiği topraklar doğu-batı, güney-kuzey arasında odak noktayı teşkil etmiştir.

Bu ümmet insanlığın da ortasıdır. Beşeriyetin çocukluğu bu ümmetle bitmiş, akli bakımdan reşitlik dönemine girmiştir.
 

‘Vasat’ Kelimesinin Kur’ân'daki Manaları:

İçine girmek. Bir topluluğun arasına dalmak, oraya sızmak ve girmek. “Derken düşman topluluğunun tâ ortasına dalanlara.” (Adiyat, 5)

Orta halli. Yeminini bozan insanın ödeyeceği keffâretin miktarı için bu kelime kullanılmıştır. “…Bu durumda yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak…” (Maide, 89)

Makul olmak. Kalem, 28’de ism-i tafdil olarak yer alır: “Onların en makul olanı dedi...”

Bu âyette, en akıllı, en adil ve en dengeli manasına gelir, psikolojik açıdan beyinsel dengeyi ifade eder. Bakara, 143’ü bu anlamıyla düşünürsek, mana şöyle olur: ‘Sizi zihnen dengeli, makul bir millet kıldık.’ Zihnen dengeli olmayan insanlar, ‘orta ümmet’ olamaz.

Orta. “Namazlara ve orta namaza devam edin.” (Bakara, 238)

Vasat ümmet kavramını ahlâkî manada alırsak, ifrat ve tefrite düşmeyen topluluk; eğitim manasına alırsak, insanların problemlerini çözecek seviyede yetişmiş, bilgili ve adil toplum; şahsiyet anlamında ise, makul ve zihnen dengeli insanların oluşturduğu topluluk manalarına gelir. Yani vasat ümmet; zihnî yapısıyla uyumlu, davranış itibariyle de bulunduğu ortama intibak eden, beyin, gönül ve nefis arasında denge kurmuş, ölçülü kişilerden kurulu bir toplumdur.
 

 Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlere üstünlüğü

˗ Bu ümmetin dalâlet (sapıklık ve bozuk bir iş) üzerine birleşmeyeceği bildirilmiştir.

˗ Bu ümmetin müctehidlerinin icmaı dinde senet ve delildir.

˗ Allahu Teâlâ bu ümmete umumi kıtlık vermeyecektir.

˗ Düşman tarafından hepsi birden helak olmayacaktır.

˗ ‘Müslüman’ ismi, bu ümmete mahsustur. Daha önce başka bir millet bu isimle zikredilmemiştir.

˗ İslâmiyet, kendinden önceki dinlerin en mükemmelidir.

˗ Bu ümmete her yüz senede bir müceddid gelecektir.

˗ Cennete ilk bu ümmet girecek, Cennetliklerin çoğunu bu ümmet teşkil edecektir.

˗ Cennete ilk önce bu ümmetin Peygamberi ﷺ girecektir.

˗ Cehenneme en son bu ümmet girecektir.

˗ Bu ümmetin az bir ameli dahi sevap bakımından en çoktur.

˗ Aralarında Kutub denen büyük evliya zatlar bulunur.

˗ Kabirlerine günahlarla girerler, mü’minlerin onlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemeleri sebebiyle af olunurlar. Kıyamet günü kabirlerinden günahsız çıkarılırlar.
 

    Beri gel, serseri yol!

    O’nun Ümmetinden ol! Sel sel kümelerle dol!

    O’nun Ümmetinden ol!

    Sen, hiçliğe bakan yön!

    Hep sıfır, arka ve ön!

    Dosdoğru Kâbe’ye dön!

    O’nun Ümmetinden ol! N. Fazıl
 

‘Vasat’ her iki uçtan uzak olan, demektir. Bir şeyin en dengeli yeri, onun ortasıdır. Çünkü orta; diğer uçlardan daha düz ve dengededir. Kenarlar daha çabuk bozulur ve dengesini kaybeder. En orta kısım ise kuşatılmış vaziyettedir. Bu durumda vasat ümmet, sanki hiçbir tarafa meyletmeyen, ifrat-tefrit uçlarından uzak, tamamen dengeli ve ahlâken faziletli demektir.

‘Vasat/dengeli ümmet’ tabiri, bize her konuda dengeli olmayı, dengelerin önemini hatırlatıyor.

 

İmam Şazeli hazretleri anlatıyor:

Mescidi Aksa’da yatmış, istirahat ediyordum. Rüyamda gördüm ki; haremin ortasında, Mescid-i Aksa’nın dışında bir taht kuruldu. Oraya bölük bölük insanlar girdiler.

- Bu toplantı nedir? dedim.

- Enbiya ve Resûllerin toplantısıdır. Onlar, kendisinden vaki olan sui edep sebebiyle Hüseyin Hallac’a şefaat için,
Muhammed Mustafa’nın yanında toplandılar, dediler. 
Tahta baktım. Efendimiz ﷺ yalnız tek başına tahtın üzerinde
oturuyordu. İbrahim, Musa, İsa ve Nuh (aleyhimüsselam) gibi peygamberler de yerde oturuyorlardı. Durup onların
konuşmalarını dinledim. Hz. Musa, Efendimize ﷺ 
şöyle söyledi:

- Ümmetimin alimleri Beni İsrail’in nebileri gibidir’ buyurdunuz. Onlardan birini bize göster.’

Efendimiz ﷺ, ‘Şu’ buyurdu ve İmam-ı Gazâlî’yi işaret etti.

Mûsâ (a.s), İmam Gazâlî’ye bir soru sordu. İmam Gazâlî on cevap verdi. Mûsâ (a.s) itiraz etti:

‘Cevabın suale mutabık olması lazımdır. Halbuki burada bir sual, on cevap var.’ Bunun üzerine İmam-ı Gazâlî:

‘Efendim! Bu itiraz size de varid oldu. Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda bu sualin cevabı
‘Asamdır’ olması gerekirken siz ‘O benim asamdır, dayanırım. Koyunlarıma yaprak silkerim. Onda başka
ihtiyaçlarımı da görürüm’ buyurdunuz. Maksadınız Allahu Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?

- Evet.

- Ben de sizin gibi ulül’azm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için böyle cevap verdim.

Hz. Musa, Peygamber Efendimize ﷺ şöyle dedi:

- Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. Ruhu’l Beyan
 

‘Vasat’ kelimesinin istiare-i mekniyyesi ile;

Nasıl ki dünyanın dengesi bozulunca kıyamet kopar, vücut dengesi bozulunca hastalıklar baş gösterip beden ölüme yaklaşırsa, insanlığın dengesi olan Ümmet-i Muhammed de bozulduğunda sosyal denge alt üst olur. Tüm insanlık zarar görür. Bu dengeyi ferdi olarak da korumamız gereklidir. İnsan iç dünyasında ifrat-tefritten uzak, mutedil bir hayat tarzı oluşturamazsa, hem maddi hem manevi olarak sarsılır, hızlı bir çöküşe doğru yol alır.
 

 Adalet

‘Vasat’ kelimesinin bir anlamı da, adalettir. Adalete ‘vasat’ denmiştir çünkü adalet ziyade ve noksan arasında orta olmaktır. Adil; iki taraftan birisine meyletmeyen kimsedir.

Adalet dört kısımdır:

1. Allah’ın emrine uyarak hükmedilirken adaletli davranmak, yani insaflı olmaktır.

2. Sözde, konuşmada, haberleşmede adalet. “Konuştuğunuzda ölçüyü aşmayın.” (En’am, 152)

3. Kurtuluş sebeplerine sarılma, doğru davranışlara, salih amele yönelme anlamındaki adalet. (Bakara, 123)

4. Allah’a eş koşmaktan sakınmaktır “... Ne var ki kâfirler başka güçleri Allah’a (muadil) eş değer bulurlar.” (En’am, 1)

İslâm’a göre güçlü olmak, kazanmayı mutlaka hak haline getirmez. Gücü yetse, gâlip gelse, hedefine ulaşsa bile, Müslüman adâletten ayrılmamak zorundadır. İslâm Müslüman’ı helâlleşme konusunda müthiş bir dikkate dâvet eder. Çünkü hak sahibi ahirette sıkışınca dünyada helal etmiş olsa da hakkını tekrar isteme hakkına sahiptir.
 

''İnsanlara şahit olasınız ve peygamber de size şahit olsun diye''

‘Şahit’ kelimesi fiil olarak mahkemede şahitlik etmek, bir mecliste hazır olmak, kesin olarak haber vermek, bildiğini söylemek, bir hadiseye şahit olmak, muttali olmak, yemin etmek, bir şeyi huzura getirmek, haber vermek, namazda Ettahıyyatü okumak... manalarına gelmektedir.

İsim olarak ‘şehadet’, ikrar, delil, görünen âlem, müşahede edilen, meclis, cemaat, petekteki bal, duyulardan biri ile idrak etmek, duyum... manalarına gelir.

Şehadet, müşahede ve şuhûd, görmek demektir. Göz ile görmek ve kalb ile bilmek arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu için, kalpteki mârifet de, bazen müşahede ve şuhûd diye; bir şeyi bilen de, şâhid ve müşâhid diye adlandırılır.

Bir şeye delâlet de, o şeye şâhidlik olarak adlandırılır. Bir şeyi haber veren, onun durumunu ortaya koyduğu için, bu haber veren de şâhid diye adlandırılır. Sonra bu lafız menkul-ü şer’i olarak, ‘Husûsî lafızlarla, husûsî bir tarzda insanların haklarını haber veren kimseye’ tahsis edilmiştir.

Eğer şahitlik eden bu şehadetiyle o kişinin zararına yol açacaksa, ‘شَهِدَ عَليَ / Aleyhine şahitlik etti’ denir. Eğer şâhidin şehadeti o kişiye fayda verecekse o zaman ل harf-i ceriyle شَهِدَ لهَُ denir.

Âyet-i kerimede لتكَُونوَا شُهَدَاءَ عَليَ الناَّسِ cümlesinde عَليَ harf-i ceri tam yerinde kullanılmıştır. Çünkü ümmet-i Muhammed’in şehadetiyle diğer ümmetlerin asileri zarar göreceklerdir.

Ancak ‘Efendimizin ﷺ ümmeti için şehadeti de عَليَْكُمْ diye عَليَ harf-i ceriyle ifade edilmiştir. Oysa ümmet, Efendimizin ﷺ şehadetinden faydalanmıştır. Neden ل harf-i ceri tercih edilmedi?’ diye akla bir soru gelebilir. Buna şöyle cevap verilir:

‘Şahitlik’ adaletli olmayı ve tezkiye etmeyi gerektirir. Şahitlik eden, o kişiyi gözetler, haline tam vakıf olunca şahitlik yapabilir. Onun adil olduğuna hükmedip, temize çıkarır. Bu nedenle شَهِد fiili, ‘رَقبَ / gözetledi’ ve ‘طَلعََ / muttali oldu’ anlamlarını da tazammun eder. Burada da, gözetledi ve denetledi manası kullanılmış, عَليَ harf-i ceriyle müteaddi olmuştur.

Âyetin manasının ‘Hakka muhalefet etmiş oldukları fiilleri sebebiyle, insanların aleyhine şehadette bulunasınız diye!’ olduğu da söylenmiştir.
 

 Ümmeti Muhammed’in Şahitliği

1- Resûlullah’ın risaletini tebliğde ehli kitap üzerine şahit olmaları

2- Önceki ümmetlerin resûllerinin risalet ve tebliğlerine şahit olmaları

3- Bütün ümmetlere hüccet olmaları. Hüccetleri şehadet diye tabir olundu.

Bu şehadet; ümmet-i Muhammed’in her dinin hak ve hakikatini, o dinlerin mensuplarının doğrularını-yanlışlarını bilmeleridir.
 

Bu şehadet dünyada mı, ahirette mi olacak?

‣ Bu şehadet ahirette gerçekleşecektir. Ümmeti Muhammed adil olduklarından ahiret günü enbiyanın huzurunda ve ümmetler arasında şahitlik yapacaklar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

‘Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler. Cenâb-ı Hakk, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, ‘Siz bunları nereden biliyorsunuz?’ diyecekler. Muhammed ümmeti de, ‘Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber’in diliyle bildirdi’ diye cevap verecek. Bunun üzerine Hz. Muhammed ﷺ getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek, onları açıkça tezkiye edecektir.’

Ahirette dört türlü şahitlik olacaktır:

1- Kulların amellerini tesbit etmekle görevli meleklerin şehâdeti. “Her nefis, yanında bir sürücü ve şâhid olduğu halde gelir.” (Kaf, 21)

2- Peygamberlerin şehâdeti. “Ben onların arasında olduğum sürece, onlar üzerinde bir gözcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni çekip aldın, onların üzerinde şâhid yalnız sen kaldın!” (Maide, 117)

3- Hz. Muhammed’in ümmetinin şehâdeti. “Ve, peygamberler ve şâhidler getirilir...” (Zümer, 69); ve “Şâhidlerin dikileceği gün…” (Mü’min, 51)

4- Uzuvların şehâdeti. “O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları şeyler hususunda onların aleyhine şehâdette bulunurlar.” (Nur, 24)

‣ Bu şehâdet dünyada yerine getirilir.

‘Tâ ki insanlara şâhid olasınız diye’ ifadesi, ümmet-i Muhammed’in icmâ halindeki görüşlerinin bir hüccet (delil) olduğuna işarettir.

Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine, bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan, verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir. Şahit, davacı ile davalı arasında, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve itibar edilir kimsedir. Bu nedenle hareket ve davranışları bakımından örnek alınan kimselere de ‘şahit’ denilir.

İşte Allah ﷻ, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâklı, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam manasıyla adil, hakim bir ümmet teşkil etmek için, Resûlullah’ın ﷺ gölgesinde insanları sırat-ı müstakime hidâyet buyurmuştur.

Bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan büyük bir ümmet olmuşlardı.

İnsanlara şahit olmak, bütün insanlara İslâm’ı götürmek, Kur’ân’ı tanıtmak, dünya üzerinde Allah’tan ve onun âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersiz tek insan kalmayacak biçimde herkese ulaşmaktır. İşte o zaman müslümanlar insanlara şahitlik görevini yapmış olur.

Allah bu şerefi ümmet-i Muhammed’e nasip etmiştir. Ama bu görevin büyük sorumlulukları da vardır. Bu ümmet kendi döneminde işlenen bütün suçlardan da sorumludur. Dünyanın herhangi bir köşesinde, herhangi bir köyünde bir günah işleniyorsa, müslümanlar güçleri nisbetinde ondan sorumludur. Çünkü oraya İslâm’ı götürememiş, hakkı duyuramamış, orada Allah’ı anlatamamıştır.
 

Bir cenaze geçirildi ve hayırla anıldı. Bunun üzerine Peygamber ﷺ üç defa
‘Vacip oldu’ buyurdu. Bir cenaze daha geçirildi, bu da kötülendi. Bunun hakkında da
Peygamber 
ﷺ üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdu. Hz. Ömer (r.a),
- Annem babam sana feda olsun! Bir cenaze geçirildi ve hayır ile tavsif edildi.
Bunun üzerine üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdunuz. Bir cenaze daha geçirildi, o da şer ile
vasfedildi buna da üç defa ‘Vacip oldu’ buyurdunuz. Bunun sebebi nedir? diye sordu.

Allah Resûlü ﷺ cevaben şöyle buyurdular:
- Hayırla andığınız kimseye Cennet vâcib oldu. Şerle andığınız kimseye de Cehennem vâcib oldu...
deyip üç kere 
‘(Çünkü) sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.’ buyurdu. Sahih-i Müslim

 

 Efendimizin Ümmetine Şahitliği

1- Resûlullah’ın, ümmetine Rabbinin risaletini tebliğ etmesi

2- Onların lehine imanlarına şahit olması

3- Hüccet getirici olması

‣ Efendimizin ﷺ bu dünyadaki şahitliği, kendi asrındakilere Kitabullah’ı talim etmesi, insanlara dini anlatmasıdır. Uhrevi şehadet ise tüm peygamberlerin ümmetlerine karşı şahitlikte bulunacak olmasıdır.

‣ Şahit (şehadette bulunan), hakkında şehadet olunana karşı bir gözetleyici ve bir kontrol edici gibidir. Resûlün şehadet edeceğinin hesaba katılması adeta sapmaktan alıkoyan, hak ve adalete bağlı kalmanın garantisi mesabesindedir.

‣ Efendimizin ﷺ şehadeti, ümmetinin her ferdinin dindeki rütbesine muttali olması ve onun amel etmesine engel olan şeyleri bilmesidir. Efendimiz ﷺ ümmetinin kötülüklerini, ihlas ve takvalarını hak nuruyla bilmektedir. Ümmeti de Efendimizin ﷺ nuruyla diğer ümmetlerin iyilik ve kötülüklerini bilmektedir.

‣ Şahitlikte en önemli asıl, tezkiyedir. Tezkiye edenin (şahitlik edenin), hakkında şehadette bulunduğu insandan daha adil ve efdal olması gerekir. Şâhidin kendisi, tezkiyeye ihtiyaç duymaz. Bu nedenle Efendimiz ﷺ ümmetine şehadet eder ama ümmeti onun hakkında şehadet edemez. Nitekim Veda Haccı’nda Efendimiz ﷺ ‘Tebliğ ettim mi?’ diye sormuş, insanların ‘Evet’ demesi üzerine ‘Şahit ol ya Rabb’ buyurmuş, tebliğine Allah’ı şahit tutmuştur, ‘Sizler şahit olun’ dememiştir.

Önceki şehadetin sılası sonraya bırakılmış, ikinci şehâdetinki ise takdim edilmiştir. Birincide maksad, onların şehadetlerinin diğer ümmetlerin aleyhine olduğunu göstermek, ikincisinde ise Hz. Peygamberin ﷺ sadece ümmet-i Muhammed’e şâhid olacağını göstermektir.
 

Harun Reşid devrinde, İmam-ı Ebû Yusuf halifenin kadısıydı.
Bir dava görülüyordu. Harun Reşid baş vezirini şahit olarak
mahkemeye gönderdi. Fakat vezir hemen halifenin huzuruna koştu ve

- Ey mü’minlerin emiri! Kadı efendi şahitliğimi kabul etmiyor, dedi.
- Nasıl olur?
- Bilmiyorum efendim.
- Pekala, kendisinden soralım.
Kadıyı huzura çağırıp, sordu:
- Yâ imam! Niçin vezirimin şahitliğini kabul etmiyorsun?
- Kabul edemem! Çünkü defalarca rastladım, bu zat size hitaben
‘Bendeniz (köleniz)’ diyor. Eğer bu adam sizin kölenizse, bilin ki
kölenin şehadeti yarımdır kabule şayan değildir. Ve eğer köleniz değilse
yalan söylüyor, yalancının şahitliği ise bizim mahkememizde geçmez.

- O halde ben şehadet ederim! Ebû Yusuf aynı vakarla cevap verdi:
- Sizin de şahitliğinizi kabul edemem! Zira ezan-ı Muhammedi’yi duyuyor,
sonra da Müslümanların arasına cemaate gelmiyorsunuz.

Halife boynunu büktü, tek kelime olsun söyleyemedi…

 

''Sana Kâbe’yi kıble yapmamız; peygambere (sana) uyanları gerisin geri döneceklerden ayırt etmemiz içindir.''

وَمَا جَعلَْناَ الْقِبْلةََ ifadesinde جَعلَ fiili تشَْرِيع manasındadır. Çünkü mefulü olan ‘kıble’ teşri şeylerdendir, halk âleminden (kendisine yaratma taalluk eden şeylerden) değildir. Bunun için burada جَعلَ fiili tek meful almıştır. ‘Senin için önce Beytü’l Makdis’e dönmeyi teşri buyurup daha sonra Kâbe’ye döndürmemiz, ancak sana itaat edip, senin döndüğün yere dönecek kimselerle, ökçeleri üzere gerisin geri dönecek kişiler açıkça birbirinden ayrılsın diyedir. İmanı üzere sebat edecek olanın, sebat etmeyenden açıkça ayrılması için böyle yaptık. Bu, her insanın amelinin karşılığını görmesi için bir imtihandır.’

Diğer görüşe göre ise bundan kasıt ikinci kıble yani Kâbe’dir. ‘التَّٖى كُنْتَ عَليَْهَا’ ifadesinin manası, ‘Sen oraya yöneleceğine inanıyordun’ şeklindedir. ‘كُنْتَ عَليَْهَا’ kıble’nin sıfatı değil, ‘جَعلَْناَ / yaptık’ fiilinin ikinci mefulüdür. Buna göre mana şöyledir: ‘Biz kıbleyi, senin şu an yönelmekte olduğun kıble ciheti -ki o da Kâbe’dir- yapmadık. Önceleri Mekke’de yöneldiğin ciheti, yönelmen gereken kıble kılmamızın tek sebebi, insanlar için bir imtihan olmasıdır. Seni sırf bu maksatla tekrar ona döndürdük.’
 

'' إِلَّا لِنَعْلَمَ  / Ancak ayırt edelim diye''

Araplar cahiliye döneminde de Kâbe’ye saygı besler, burayı milli gururlarının sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf Allah’a bağlanmasını, yüce Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan, yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; tarihî, ırkî ve coğrafi tüm şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu. İşte bu yüzden müslümanların Kâbe’ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i Aksa’yı kıble edinmeleri emredilmişti. Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran her şeyden tamamen arınması sağlanmıştı. Ayrıca bu değişiklikle, Efendimize ﷺ yabancı duygulardan sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetle bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve tarih gururuyla inancından dönenler birbirlerinden ayrılabilecekti.

Kâbe’den Mescid-i Aksa’ya dönülmesinin bir hikmeti de, Kureyş’in kibrini ve İslâm’a saldırılarını yumuşatmaktı. Çünkü Nebi ﷺ hicretten sonra Mekke’ye yönelseydi onlar kibirlenip ‘İşte bu bizim beldemiz, biz onun ehliyiz, Kâbe’yi özlediği için ona yöneliyor, hicret ettiğine pişman oldu’ derlerdi.

Efendimizin ﷺ Beytü’l Makdis’e doğru namaz kılması, dönülen yönden ziyade emre itaatin önemli olduğunu hal diliyle anlatmıştır.

Efendimiz ﷺ bilfiil emre nasıl uyulacağını göstermişti. Yahudiler de Efendimizin ﷺ kıblesine dönmeyerek, Allah’ın emrinin önüne kendi taassublarını geçirdiler.

Özetle bu imtihanda iki grup denenmiş oldu:

1- Irkçılar. Daha önce Kâbe’ye doğru namaz kılarken, bir anda Mescid-i Aksa’ya dönme emri ile karşı karşıya gelince henüz buna hazır olmayan ırkçı Araplar denendi. Bunların içinden samimi müslümanlar imtihanı kazanıp karşıya geçerken, kavmiyetçilik putuna tapanlar, ‘Biz geleneklerimizden vazgeçmeyiz, atalarımızın kutsadıkları Kâbe’den vazgeçmeyiz’ diyenler geride kaldı.

2- Yahudi ve Hristiyanlar. Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönülürken de hem müslümanlar hem de yahudi ve hristiyanlar denendi. Adetlerine bağlı olanlar, alışkanlıklarının esiri olanlar imtihanı kaybederken, Allah ve Resûlüne gerçekten bağlı olanlar kazandı.

‘إِلَّا لِنَعْلَمَ’ buyruğundaki lâm, gâye ve maksat ifade eden lamdır (lâmu’l garaz).

‘Ayıralım’ mealini taşıyan ‘لِنَعْلَمَ / bilelim’ kelimesinin manası:

1- ‘İlmimiz zahir olsun’ demektir. Yani, ‘İslâm’ın doğruluğu ve mürtedlerin ayrılması hakkındaki ilmimizin zahir olması, ilâhi ilmin ortaya çıkması için’ demektir.

Münafıklar Allah’ın ﷻ bir şeyi olmadan önce bilmediğini (haşa) sanıyorlardı. Bunlara cevaben ‘elbette biz biliyoruz’ anlamındadır. Yoksa onların durumunu bilmiyordu da (haşa) sonra bildi manasına değildir. Cenâb-ı Hakk için ‘Bilelim’ ifadesi mecazdır. Çünkü O ezeli ilmiyle gaybı, şehadeti, her şeyi bilir.

2- لِنَعْلَمَ ’deki ilim tanıtmak manasındadır. Yani, ‘Peygambere tabi olanı tanıtmamız için’ demektir. Bundan dolayı لِنَعْلَمَ fiili ikinci mefule ihtiyaç duymamıştır.

3- İfal babının manasını taşır, ‘Peygamber ve mü’minlere, velilerimize bildirelim diye’ demektir. Yani Resûlullah ﷺ, kendisine gerçekten uyanla uymayanları birbirinden ayırıp, bilsin. Çünkü Araplar, her şeyi reislerine izafe ederler (Sebebe isnad).

4- ‘Biz, ihlâs veya nifaklarının ortaya çıkması sebebiyle ehli yakin ile ehli şirki birbirinden ayırd edelim diye.’

Böylece mü’minler kendi dost ve düşmanlarını tanırlar. ‘Ayırd etme’ işi, ilim olarak isimlendirildi. Çünkü ayırd etme ilmin neticelerindendir. Bu da mecazı mürselden lazım-melzum alakasına girer. Lazım; ilim, melzum; ayırd etmedir.

‘Başka bir şey değil, ancak peygambere uyanları, geldiği izden geri dönüp irtidat edecek olanlardan seçmek, çirkin ile güzeli, iyi ile kötüyü ayırd etmek ve her birinin halini açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak içindir. Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemez, ayırd edemezdiniz.’

5- Görmek manasındadır. İlmin sonradan olması muhataplar itibariyledir. Mesela cahil biri ile akıllı biri bir araya geldiklerinde cahil, ‘Odun ateşi yakar’ der. Akıllı da, ‘Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için, onları bir araya getirelim’ der. Ki bunun manası, ‘Hangimizin cahil olduğunu bilelim diye’ demektir. Buradaki ‘إِلَّا لِنَعْلَمَ’ buyruğu da ‘sizler bilesiniz diye’ anlamındadır. Bu tür sözlerden maksat, hitabta yumuşaklık, gönülleri meylettirmedir. Bu tıpkı Efendimizin ﷺ “Muhakkak ki ya biz ya da siz hidâyet üzerindesiniz” (Sebe, 24) âyetinde buyurduğu gibidir.
 

 Kur’ân’ın Sünneti Neshi

Bu âyet-i kerime, Sünnetin Kur’ân-ı Kerim ile neshedilebileceğinin delilidir. Peygamber ﷺ Beytü’l Makdis’e doğru namaz kıldığında, bu hususta Kur’ân’da herhangi bir âyet yoktu, sünnetten gelmişti. Daha sonra bu hüküm Kur’ân-ı Kerim ile neshedilmiştir.

Bu olay aynı zamanda peygamberin dinde temel olduğunu gösterir. Peygamber ümmetinin hayatında âmir ve nâhiydir. Peygamberin ümmeti adına ‘evet’ veya ‘hayır’ deme, emretme ve yasaklama yetkisi ve hakkı vardır. Zaten peygamberin, peygamber oluşunun hikmeti de budur.


''Ökçesi üzeri dönen...''

عَقبََ bir ayağı geciktirmektir.

قلب fiili lügatta; Altını üstüne getirmek, çevirmek, ters yüz etmek, incelemek, vazgeçirmek, tersine çevirdi, sonunu düşündü, istediği gibi hareket etti, seyahat etti, kalıp, yara, iç, öz, kuyu, kazma, bel... manalarına gelir.

‘İnkılâb alâ’l-akıb’ esas olarak, ‘ökçeler üzerine dönmek’ demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek sûretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır.

İki ayağı üzere dönmek, Hak dinden batıla dönmek ve mürted olmaktan istiaredir. Kıble tahviliyle bir takım Müslümanlar irtidat ettiler. Bunlar ökçesi üzere dönenlere benzetildi.

Vechi şebe (ortak yön): Ökçesinin üzerine geri dönen kimse, önündeki şeyi terk ederek ona sırtını dönmüştür. Bu kimseler de imanı ve delilleri terk edince, önündeki şeye sırt çeviren kimse gibi oldular ve bu şekilde nitelendirildiler. (Tecessüm sanatı)

Ökçesi üzerine dönenler bize sözünde durmayan, arka dönen, mal, şöhret ve mevki sahibi olduklarında arkadaş, ahbap ve akrabalarından yüz çevirenleri, camiden, cemaatten geri kalanları hatırlatır. Ökçe üzere dönmek, bale, step, buz pateni gibi dansların da yasaklığına işarettir.

تبع fiili lügatta; İzlemek, ardına düşmek, uymak, hakkını istemek, araştırdı, peşi peşine yaptı, güzel ve sağlam yaptı, muvafakat etti, yardım etti, akıbet, netice, tesir, intikam peşinde olan, hizmetçi... anlamlarına gelir.
 

''Doğrusu bu ağır bir şeydir, Allah’ın hidâyet ettikleri müstesna.''

اِنْ kelimesi şeddeliden muhaffeftir. لكَبِيرَةً ’deki لَ nefy manasına gelen اِنْ ile اِنَّ ’den muhaffef اِنْ ’i birbirinden ayırmak içindir.

كَبَرَ fiili; büyüklük, vücut, şan, şerefle ilgiliyse beşinci babdan, yaşla ilgiliyse dördüncü babdan kullanılır.

كَبَرَ fiili عَليَ harf-i ceriyle kullanılınca iş üzerine ağır gelmek, meşakkatli olmak, yaşlanmak, üstünlük, ululuk... anlamına gelir. O yüzden buradaki kullanımında tazmin vardır (harfi cerin cümleye yeni bir mana kazandırması).

Zamirden önce mutlaka bir merciin geçmesi gerekir. كَانتَْ ’in tahtındaki zamir;

a) Daha önce geçen ‘kıble’ lafzına aittir.

b) Bu zamir, âyetin sibakının delâlet ettiği şeye aittir. Bu da, kıblenin tahvilidir. Zamirin müennes olması ise, ‘vella’ fiilinin masdarı olan, ‘ettevelliye’ lafzından dolayıdır.
 

''Allah imanınızı zayi etmez.''

Sahabelerden Ebû Ümâme, Sad İbn Zurâre, Berâ İbn Azib, Berâ İbn Ma’rûr ve benzeri kişiler, ilk kıbleye yönelik namaz kılınırken vefat etmişlerdi. Akrabaları, kıble tahvil edilince, ‘Yâ Resûlallah, kardeşlerimiz ilk kıbleye namaz kılmış olarak vefat ettiler. Onların hali ne olacak?’ dediler de, bu âyet indi.

Belki de onlar Kâbe’ye yönelerek namaz kılmanın daha efdal olduğuna inanmışlar, ‘Daha önce vefat eden kardeşlerimiz de keşke bugünlere yetişselerdi’ demişlerdir.

Bu sorunun hem hayattakiler, hem de o esnada vefat eden mü’minler için sorulması da mümkündür. Çünkü onlar namazlarının mükâfatının yok olmamasına son derece dikkat ederlerdi.

Bunun, Ehl-i Kitab’a bir hitab olması da muhtemeldir. Âyette geçen ‘imân’ namaz manasında istiaredir. Peygamber ﷺ’in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazlara ve taâtlara bu isim verilmiştir.

Veya âyet-i kerime, Yahudilere bir cevaptır. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi üzerine Yahudiler, mü’minlere şöyle dediler: ‘Bize haber verin: Eğer Beytü’l Makdis’e doğru kıldığınız namaz hidâyet ise, ondan niçin döndünüz? Eğer dalâlet ise niçin bir süre o cihete yönelerek namaz kıldınız? Bu kıldığınız namazlar ziyana uğramadı mı?’ Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Allah ﷻ, emrettiği kıbleye doğru yapılan ibadetin zayi olmayacağını bildirerek mü’minleri teselli etmiştir. Çünkü Allah’ın ﷻ emri daima hidâyet, nehyettiği şeyi yapmak daima dalâlettir.

Yoksa emrettiği şey dalâlet olmadığı gibi, emri vechi üzere işlenen amel de zayi olmaz.

يضيع ’daki ضاع fiili lügatta zarar, haraç, alacak, düşük, şekil, durum, yer, mevzi uzak oldu, alçak oldu... manalarına gelir.
 

 Amele ‘İman’ Denmesi

‣ ‘İman’ lafzı namaz dışında tasdik ve ikrar manasına da gelir. Buna göre mana şöyle olur: ‘Allahu Teâlâ, sizin namazın farz olduğunu tasdik etmenizi veya kıbleyi tasdik etmenizi boşa çıkarmaz.’

İstiare yolu ile ‘iman’ kelimesinin ‘namaz’ manasında kullanılması caizdir.

‣ İman, ancak namazla tamamlanır. Namaz dinin en önemli erkanıdır. Aynı zamanda namaz niyet, söz ve amele şâmil olduğu için imanı da ihtiva eder. Efendimiz ﷺ ‘Namazı olmayanın dini yoktur’ buyurmuştur.

‣ Namaza iman ismini vermesi, ‘namaz imandan değildir’ diyenleri red içindir. Çünkü imanın şâhidi şehadet kelimesi, namaz ve zekattır.

Bu cümle ‘Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?’ sorusuna bir cevaptır. İmanla amel birbirinden ayrılmayan bir bütündür, ikiz kardeş gibidir. Birinin yokluğunda diğeri de kabul edilmez. Yani ameller iyi oldukça iman da iyi olacaktır, imanın güzelliği, amelin de iyiliği anlamına gelir. ‘Siz benim amelime bakmayın, benim imanım çok güçlüdür’ diyenler bilmelidir ki; amel imanın dışa yansıyan bölümüdür, içinde iman olanın dışından da mutlaka görünür. Kim daha iyi amel işliyorsa, onun imanı daha mükemmel demektir.
 

''Allah insanlara karşı Raûf ve Rahîmdir.''

Yani ‘Yüce Allah lütfu ve rahmetinin genişliği, merhameti dolayısıyla sizi şer’î bir hükümden daha uygun ve faydalı olan bir başka hükme muhatap kılmıştır.’ Yahut ‘Yüce Allah Raûf ve Rahim’dir, iman edenin imanını zayi etmez’ anlamındadır.

Re’fet, aşırı merhamet demektir. Burada âyetin fasılası göz önüne alınarak daha mübalağalı olan Rauf sigası öne alınmıştır. Fasıla, âyet sonlarındaki ‘mim’ dir.

Rauf ve Rahîm kelimelerinin her ikisi de mübalağa sigalarındandır.

Re’fet ile rahmet arasında fark vardır:

‣ Rahmet, hoşlanmasa bile başkasına iyilik yapmak anlamına gelir. Refet ise gönülden kopan bir istekle şefkat göstermektir.

‣ Re’fet, rahmette ileri bir dereceyi ifade eder. ‘Hoşa gitmeyeni def edip zararı gidermek, şartsız sevgi, özel muamele, merhametin olgunlaşmış hali’ manasınadır.

Rahmet ise daha şümullü bir kelimedir. Çünkü rahmet, hem zararı bertaraf etmeyi kapsar, hem de ikram edip lütufta, iyilikte bulunma manalarını taşır.

‣ Refet, rahmetten daha hususidir. Allah, kuluna ne zaman merhamet etmek isterse ona rahmetini verir. Bu nimet bir musibetin ardından gelebileceği gibi, bela olmadan da gelebilir. Oysa re’fet böyle değildir, onda insan için bir zorluk ve zarar söz konusu olmaz.

Buna göre Allahu Teâlâ, onların amellerini boşa çıkarmayacağı, sıkıntılarını hafifleteceği manasında re’fetini; sonra da daha kapsamlı olsun diye rahmetini zikretmiştir. O’nun rahmeti sadece bu meseleyle ilgili olmayıp, re’fet kelimesiyle zararları da defedip, aynı zamanda faydaları celb edici olması bakımından da rahîmdir.

Âyet-i kerimede bu iki ismin birlikte getirilmesi, şunu ifade eder:

Allahu Teâlâ hak edene kuvvetli rahmetiyle (refeti ile) merhamet eder, hak etmeyene de mutlak rahmetiyle muamele eder.

İnsanda bir ‘kalb yumuşaklığı’, bir de ‘acıma duygusu’ vardır. Birincisi re’fete, ikincisi ise merhamete misaldir.

İkisinin arasında; öncelik-sonralık, hususîlik-umumîlik farkı da vardır. Henüz istenmeyen bir durumla karşılaşmadan engellemeye çalışmak re’fettir. Re’fet vikaye/koruma ile ilgilidir, Rahmetse tedavi ile ilgilidir. İsyana düşmeden önce kulunu isyandan ve sebeplerinden uzaklaştırmak Allahu Teâlâ’nın re’fetindendir. Her türlü engellemelere rağmen kul isyana düştüğündeyse, hak ettiği cezayı kaldırması rahmetindendir. Re’fet, rahmetin sorumluluk ve yükümlülük belirlenirken gerçekleşen tecellisinin özel ismidir.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

  لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلىَ الناَّسِ وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهٖيدًا      Nasıl ki Resûlullah ﷺ  için ümmeti üzerine yüce makamlar, yüce müşahedeler vardır, onunla ümmetini müşahede eder, bunun gibi bu ümmetin de diğer insanlar üzerine yüce makamları vardır. Onların sırlarına müşerref olurlar. Kalplerinde olan imanı, küfrü, taâti ve isyanı müşahede ederler. Onlara şahit olurlar. Nitekim Nebi aleyhisselam ‘Siz Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz’ buyurdu.

Allahu Teâlâ özel inayet ve keremini bu ümmete tahsis edip, şanlı, mutedil ümmet kılmıştır. Bu ümmetten öyle bir taife yarattı ki onlar hürmetine yağmur yağdırır, onlar hürmetine rızık verir, onlar kutuplardır, merkez üssü onlardır. O kutupları da kainatın her yerinde Allah’ın hıfzına merkez yapmıştır, onlarla cemi aktarı hıfzeder.

Onların kalpleri makbul ve yönelinen kıbledir. Bu ümmet için yağmurlar yağdırmış, rızıklar vermiş, bir taifeyi de kutuplar yapmış. Kalplerine gelenler varidatı ilâhidir. Kim onları reddederse merduttur, mebuddur.

Çünkü onlar Hakk’ın şuhuduyla müşahede ederler. Allah onlara nazar eder, onlar da görür ve bunlara muttali olurlar. Bunun için ‘Siz de insanlar üzerine şahitler olasınız diye’ buyruldu. Her ne kadar bu kutupların sireti anka gibi bugün gaip olsa da...

اِلَّا لِنعَْلمََ مَنْ يتَبَِّعُ الرَّسُولَ Allahu Teâlâ haklı ve muvafık olanla, taklitçi ve münafığın arasını ayırmak için, tebdil ve tefrik gözüyle nazar edenler üstün olsun diye, kıbleyi değiştirme emrini hükmetti.

وَإِنْ كَانتَْ لكََبِيرَةً ‘Ağır gelen’ kıblenin tahvilidir. Medine’de Beytü’l Makdis’i kıble edinmek cahiliye taassubundan henüz kurtulamayan müşriklere ağır geldi. ‘Muhammed’in dininde yakini olsaydı, kıbleyi değiştirip durmazdı. Bu değişiklik (haşa) dininde yakini olmadığına delâlet eder’ diyerek tereddüde düştüler ve irtidat ettiler. Yahudiler de kıble Kâbe’ye çevrilince ağırlandılar. Münafıklar da bu tahvili kaldıramayıp, huzursuzluk malzemesi yaptılar.

Kıblenin değişmesiyle büyük bir cemaat, Allah’tan başkasına taalluk ettikleri, masivaya dayandıkları, fena fillah derecesine ulaşamadıkları ve Allah’tan ﷻ kendilerine gelen kazaya rızâları olmadığı için, İslâm’dan çıkıp mürted oldular ve onları hüzün, keder ve bulanıklık seli alıp götürdü. Ama ezeli saadetle mesut olanlar ise, Beytü’l Makdis’in hakikatine taalluk etmediler, Kâbe’nin de hakikatine bağlanmadılar, belki onları ve başkalarını da yaratan Rablerine bağlandılar. Kendi iradelerinden vazgeçip fena buldular. Allah’ın ﷻ iradesi kendilerine geldi. Allah’ın ﷻ iradesiyle hareket ettiler. Safi şehadet gibi ki, ilâhi emirlerle surur ve safâ buldular.

Hakiki Muhib, Habib’den kendisine isabet eden musibetle mesrur olur. Gerçekten seven kişi, sevgilisinden kendisine gelen bütün zarar ve musibetlere seve seve katlanır. Bundan dolayı belanın en şiddetlisi peygamberlere ve evliyaullaha gelmiştir. Peygamberler ve evliya kendilerine gelen bu şiddetli belayı en leziz ve en tatlı şey kabul etmişlerdir.

Onlar teslimiyet elbisesini giydiler ve sabrettiler. Böylece mükaşefet ve müşahedet hücrelerine daldılar. Kalp ve dilden tevhid ile meşgul oldular. Mennan olan maliki zikrettiler. Hatta onun dışındaki bütün şeylerden geçtiler, bütün iltifatları bıraktılar. Kendilerini meşgul eden bir lokma yemek bile olsa terk ettiler. Yemek yemeleri bile onları Allah’ı zikretmekten alıkoymadı. Bundan dolayı fena ve bekadan yükseldiler, gayelerinin ta sonucuna vardılar.

Kim bütün vasıfları ile Allah için olursa Allah da bütün vasıfları ile onun için olur.

إِنَّ اللهَّ بِالناَّسِ لرَءُوفٌ رَحِيم Kim re’fet kapısını çalarsa ona rahmet kapısını açar.

 

Belagat

• Kazvini ve Taftazani’ye göre, وَ كَذَالِكَ جَعلَْناَ كُمْ ’deki ‘ك / gibi’ edatı teşbih için değil, meful-ü mutlakın naibi olarak zaide gibi getirilmiştir. İsmi işaret جَعلَْناَ كُم fiilinin meful-ü mutlakından naiben getirilmiş, sanki ذَالِك الْجَعْلَ جَعلَْناَكُمْ denmiştir. Masdardan ismi işarete dönülmesi

ise, bu kılınışın acipliğini ifade eder. Çünkü ismi işarette mertebe uzaklığını ifade eden bu’d manası vardır. Bu durumda teşbihten maksat mübalağadır.

• Ümmet ‘Vasat’ olmakla nitelendirildi. Vasat’ın ‘Orta’ manasını alırsak, bu ifade istare-i asliyedir.

Vasat’ın şanlı manasını alırsak; ehl-i kitaba tariz olur. Onlar peygamberlerini öldürerek, yalanlayarak, kendi izzetlerini, şereflerini kaybetmişler. Buna karşın ümmet-i Muhammed hem kendi peygamberlerine hem de bütün peygamberlere inanır, saygı ve sevgide kusur etmezler.

• Nebi’nin ﷺ şehadetinin ‘عَلىَ’ ile ifade edilmesi daha önce geçen kavle (عَلىَ الناَّسِ) müşakaledir. Çünkü o, ümmetin lehine şehadet edecektir.

Nebi size şahit olsun ‘وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهِيدًا’ derken, Car ve mecrurun amiline takdimi, ancak bu ümmetin şerefine ihtimam içindir. Bu ümmet, diğer ümmetlere ve resûllere şahitlik etti, onlara ise sadece kendi Resûlü şahitlik edecektir.

Aynı harfi cerle mecruru, ilk bölümde takdim edilmemiş, ikinci kısımda ise tahsis manası olduğundan takdim edilmiştir:
لِتكَُونوُا شُهَدَاءَ عَلىَ الناَّسِ وَيكَُونَ الرَّسُولُ عَليَْكُمْ شَهِيدًا

Aynı zamanda bu takdim, شَهِيدًا kelimesinde durularak fasılaya riayet edilmesi içindir. Çünkü med harfi üzerinde vakfe yapılmaya daha imkan vericidir. Bu da Kur’ân fesahatinin bir güzelliği (bediiyyeti)dir.

• ‘لِنعَْلمََ / Bilelim diye’ sözü kinayedir. Allah’ın bilmesi zikredilmiş, insanların bilmesi kastedilmiştir.

• ‘Üzerinde bulunduğun kıble’ ifadesinde Efendimiz’e ﷺ ‘Sen’ zamiriyle hitab edilmiş, ardından ‘Peygambere uyanı ayırmamız için’ ifadesinde ismiyle zikredilerek ‘Sana uyanı’ denmemiştir. Açık isim gaib hükmündedir, muhataptan gaibe iltifat vardır.

• ‘Peygambere uyan’ ifadesi, sıfatlı kinayedir.

• ‘Peygambere uyan’ ile ‘Ökçesi üzerine dönen’ arasında tibaka mülhak, ihamı tezat vardır. (Çünkü Peygambere uyan’ın tam zıddı uymayan’dır.)

• عَلىَ عَقِبيَْهِ arkasına dönmede tekidin ziyadeliğini bildirir. Bu tabir İslâm’dan irtidattan ve geçmişteki küfre geri dönmekten istiarei temsiliyedir.

• ‘لِنعَْلمَ / Bilip ayırt edelim’ buyruğunda Rabbimiz zatından azamet nunu ile ‘نحْنُ / Biz’ zamirini getirerek bahsetmiş, ‘Bu ağırdır, ancak Allah’ın hidâyet ettikleri müstesna’ buyruğunda da açık ismini getirmiştir. Mütekellimden gaibe iltifat vardır.

• ‘Allah imanınızı zayi etmez’ cümlesinde zamir yerine İsm-i Celil’in zikredilmesi, tazim içindir.

Bu cümlede icazı hazıf vardır, muzaf hazfolmuştur. Eğer ‘İman’ kelimesi ile namaz kastediliyorsa ‘Namazınızın sevabını’ eğer ‘iman’ anlamında ise ‘kıblenin değişimi sırasında vesveselerle sarsılmayan imanınızın hakkını’ şeklinde takdir edilir.

• ‘بِالناَّسِ لرَءُوفٌ رَحِيمٌ / Allah insanlara karşı rauf ve rahim’dir’ cümlesinde بِالناَّسِ ’nin müteallakı olan رَءُوفٌ رَحِيمٌ kelimeleri üzerine takdim edilmesi, hem fasılaya riayet, hem de Allah’ın ﷻ onlara olan inayetine tembih ve şükretmelerini ikaz içindir.