144- Yüzünü çok kere çevirdiğini görüyoruz. Şu anda seni razı olduğun (arzu ettiğin kıbleye) döndüreceğiz. Artık yüzünü namazda Mescid-i Haram tarafına çevir! Siz de ey mü’minler, nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz. Şüphesiz ki kendilerine kitap verilenler; bunun Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.
Efendimizin ﷺ emri ilâhiye uyarak Medine’de Kudüs’e doğru namaz kılması ehli kitaba giryan geldi. Onu alaylı sözleriyle üzdüler. Efendimiz ﷺ Rabbinden tekrar Kâbe’ye Hz. İbrahim’in kıblesine dönmeyi gönülden arzu ediyor fakar rızâ-i ilâhiye uygun düşmez diye bu kalbi duasını dile getirmiyor, bunu beden diliyle ifade ediyor, yüzünü Cebrail’in vahiy getirdiği yöne çeviriyordu.
Cenâb-ı Hakk Habibi edibinin duasını kabul ederken bu hassas, nazik tavrını da lazımı faide-i haber olarak arzediyor. ‘Razı olduğun kıbleye seni döndüreceğiz’ müjdesini vererek ‘yüzünü Mescid-i Haram’a çevir’ emrini veriyor.
Âyet indiğinde Efendimiz ﷺ ve ona gönülden bağlı olan ashabı namaz içinde hemen yönlerini Kâbe’ye çevirdiler. Bu bir teslimiyet imtihanıydı. O bahtiyar insanlar imtihanı kazandılar. Ama başta ehli kitap olmak üzere, şüpheci, imanı tam oturmamış kimseler hemen itirazı bastı ve kendilerini ‘Sefih’ diye damgalattılar.
Oysa ehli kitap kendilerine önceden gelen Tevrat’ta bu işin hakikatını okumuşlardı. Sırf taassub ve inatları sebebiyle karşı çıktılar, mütereddit, cahil kimseleri de arkalarından sürüklediler.
Bu âyet-i kerimelerde iki çeşit insan tablosu görüyoruz: Bütünüyle Rabbinin emirlerine teslim olan bir önder ve ona gönülden bağlı, teslimiyette zirve ashab. Öte yandan bile bile Rabbinin âyetlerini inkar eden elebaşları ve onlara körü körüne sefihce uyup hakkı inkar eden bir güruh...
Bu o zamanda böyleydi, şimdi de böyle. Hakta veya batılda uyanlar ve uyulanlar diye iki fırka var. Bunun için âyette “Biz onları imamlarıyla mahşere getireceğiz” (İsra, 71) buyruluyor.
Bize düşen; iki cihan güneşi, Livâü’l hamd sahibi, enbiyalar sultanı Efendimize ﷺ kayıtsız, şartsız, ‘Neden, niçin’ demeden gönülden bağlanıp itaat etmek. Ve bu itaatimizi kuvvetlendirip geliştirmek için Efendimizi ﷺ, O’nun getirdiği dini mübini gün be gün daha iyi öğrenmek ve tanımaktır. Çünkü iyi tanımak sevgiyi, sevgi de itaati intac eder. Gerçek lideri tanımayıp ona uymayanlar mutlaka sahte bir lider bulurlar. Bu sapmış ve sapıtma çabasında olan bir insan olabilir. Hangi cinsten olursa olsun boşlukta olan bir derbederi arar bulur ve kendi çirkin emellerine alet eder, girdiği cehennem yoluna onu da sürükler.
Sonunda uyduğu zalim kimse için “Yâ Rabbi onu ver de ayaklarımızın altına alalım” (Fussilet, 29) “Onlara iki kat azap ver” (Araf, 38) diye feryat eder. Ama iş işten geçmiş, olan olmuş, herkes hazırladığı akıbete uğramıştır. Artık sefihliğini o da anlamıştır ama heyhat!
Rabbimiz merhamet-i uzmasıyla bizi şimdiden uyarıyor. Durumumuzu kontrol edelim, konumumuz ne olursa olsun, ister uyan, ister uyulan durumunda olalım neyin peşinde olduğumuz, nereye doğru gittiğimizi kontrol edip kendimize çeki düzen verelim. Sonra da bütün gönlümüzle ‘İhdinas sırate’l müstakîm’ duamıza devam edelim. Gayret bizden tevfik Allah’tan...
قَدْ lafzı muzaride azlık ifade eder. Ama burada iki zıtlık arasındaki münacesetten dolayı istiare yoluyla çokluk ifade eden ‘rübemâ’ anlamındadır. Bazı nahiv alimleri de قَدْ edatının muzari başına gelince anlamı maziye çevirdiğini söylemişlerdir.
نَرَى fiili lafzen muzari, manen mazidir. Tilaveti müteahhar, manası mütekaddemdir. Çünkü نَرَى fiili kıssanın başıdır. Manası ‘Bildik ve müşahede ettik’ demektir.
رَأي fiili lügatta; görmek, bakmak, inanmak, sonunu düşünmek, bilmek, sanmak, düş görmek, verdi, gösterdi, ayna tuttu, gösteriş yaptı, istişare etti, ortaya çıktı, gözüktü, gördü, karşılaşıp gördü, inanç, görüş, akıl, tedbir, güzelliği tesir etti, parlak ve güzel görünüş... anlamlarına gelir.
“Hoşnut olacağın bir Kıble’ye döndürüyoruz” yani ‘Senin hoşnut olacağın bir Kıbleye dönmene imkan veriyoruz’ demektir. Bu cümle Allah’tan Resûlüne, kıbleye dönme konusunda bir müjdedir.
وَلي fiili lügatta yakınlık, akrabalık, sevgi, yardım, idare, dost, zahir, layık, yakın, üstün, geri döndü, kaçtı, peşi peşine oldu, vazgeçti, işi üzerine aldı, devam etti, kendine veli etti, üstün geldi, yendi, sonuna vardı, andlaşma, Rab, sahip, misafir, komşu, ortak, damat, enişte, baba tarafından akraba, iyilik eden, köle azad eden, malik olmak, ahbaplık, beylik, sultanlık, saltanat, vilayet, tâbi, yağmur, Allah’a itaat eden, bakımını üzerine alan... anlamlarına gelir.
رضى fiili lügatta seçti, kabul etti, razı oldu... manalarına gelir.
Bu ifade, önceki cümlede mahzuf bir hal bulunduğunu gösterir, takdiri şöyle olur: Biz senin yönelmekte olduğun kıbleden başkasına döndürülmeyi isteyerek yüzünü semaya doğru evirip çevirdiğini gördük. Razı olmak, muhabbete iştiyaktan mecazdır.
‣ Hafiflik olması için elli vakit namazın beş vakte indirilmesi.
‣ Müşrikleri imtihan için kıblenin Kâbe’den Beytü’l Makdis’e çevrilmesi.
‣ Sonrasında namaz kılana istediği tarafa dönme serbestliği verilmesi.
‣ Ardından Medine’de Yahudileri imtihan için Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye çevrilmesi.
‣ ‘Seveceğin ve meyledeceğin bir kıble’ demektir. Kâbe, yaratılıştan gelen temayül sebebiyle, Hz. Peygamber’e daha sevgili idi.
‣ ‘Dini maslahatları ihtiva etmesi sebebiyle, sevdiğin kıble’ demektir.
‣ ‘Cenâb-ı Allah’ın seni çevirdiği her yöne razı olman gerekir; kıble değiştirilince İslâm’dan irtidâd ederek, ökçeleri üzere geri dönenler gibi bundan hoşnud olmaman caiz değildir.’
Çünkü Nebi’nin ﷺ makamı, Beytü’l Makdis’e yönelmedeki geçici maksadın son bulmasından sonra, maslahat olmayan bir şeye meyletmekten yücedir.
‣ ‘Neticesinden hoşnud olacağın kıble. Çünkü o kıble vasıtasıyla, sana tâbi olanı, dünyayı elde etmek gibi gayelerle sana tâbi olanlardan ayırd edeceksin.’
Halk deyişinde, bir kimse birini sevdiği zaman temsili olarak ‘Falanca falancaya sevgisinden dolayı teveccühünü değiştirdi’ denir. Allahu Teâlâ da sevdiği Hz. Peygamber ﷺ için kıbleyi hakiki manada değiştirdi. ‘Seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz’ buyurdu da; ‘Benim razı (memnun) olacağım bir kıbleye seni döndüreceğim’ demedi. Hakk Teâlâ sanki şöyle buyuruyor: ‘Yâ Muhammed, herkes benim rızâmı talep ederken, ben her iki dünyada da seni hoşnud etmeyi
istiyorum. Dünyada seni hoşnud edişim; kıblenin değiştirilmesidir. Ahirette seni hoşnud etmeyi istemem ise, “Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın” (Duha, 5) âyetinde beyân edilen şefaat-ı uzmadır. ‘
Allahu Teâlâ ‘Razı olacağın kıble’ buyurmuş ‘Sevdiğin, arzuladığın’ dememiştir. Çünkü Efendimizin ﷺ makamı, Beytü’l Makdis’e yönelme maslahatı sona erince, maslahat olmayan bir şeye meyletmekten beridir.
Yüz’den murad bütün bedendir. Çünkü kıbleye dönmekten kasıt yüz değil, tüm vücuduyla yönelmektir. Azalar arasından özellikle yüzün zikredilmesi, yönelme ve karşılamada asıl olanın yüz olmasındandır.
Yüz uzuvların en şereflisidir. Bir insan başkasından yüzü vasıtasıyla ayırd edilir. (Cüz-kül)
İnsanın ilk göze çarpan tarafı ve bedendeki en değerli varlığı yüzü olduğundan her şeyin ilk göze çarpan tarafı ve en değerli kısmı, ‘vech’ diye adlandırılır.
‘Cah’ kelimesi de vech’ten türemiştir. Vech; hem yüz, hem de saygınlık, prestij, mevki için kullanılırken, cah; sadece itibar ve mevki için kullanılır.
‘Vech’ kelimesi lügatta ayrıca istikamet, maksat, saygı, meram, hareket hakkı, yol, usul, tarz, itibar, şeref, sevgi, teveccüh, lütuf, beyin, nimet, gaye, rızâ, zat, başlangıç, yönelmek, gereken biçimde aklına fikir gelmek... anlamlarına gelir.
Hz. Hasan, dayısı Ebû Hale yoluyla Peygamberimizi şöyle anlatır:
Allah’ın Resûlü, irice ve dolgundu. Yüzü, ayın ondördü gibi parlardı. Orta boylu insandan biraz uzun, çok uzun boylu insandan da biraz uzun idi. Kafası büyükçe, saçları hafif dalgalı idi. Saçlarını ikiye ayırmaz, ancak kendiliğinden ayrılınca öyle bırakırdı. Saçlarının uzunluğu kulaklarının memesini az geçerdi. Saçları gür ve parlak, alnı genişti. Kaşları hilal gibi ve bitişik değildi. İki kaşı arasındaki bir damar öfkelenince şişerdi. Burnu hafif kıvrık ve zarifti. Burnunun üzeri parlardı. Kara gözlü, yanakları yumuşak
ve çıkıntısızdı. Geniş ağızlı, dişleri inci gibi ve hafif seyrekti. Göğsü hafif kıllı, boynu gümüş gibiydi. Kusursuz bir yaratılışı vardı. Vücudu dolgun, organları yerli yerinde idi. Karnı ile göğsü aynı hizada, göğsü geniş, omuzları arasındaki açıklık belli idi. Kemikleri iri, teni parlak, gerdanı ile göğsünün arası muntazamdı. Kolları, omuzları ve göğsünün üstü hafif kıllı idi. Bilekleri uzun, avuçları geniş, uyluk kemikleri uzunca, elleri ve ayakları iri, parmakları uzundu. Ayakları düzgün, üzerinde su durmaz, düztaban değil, yürürken ayaklarını sürümez, her zaman sağlam adım atar, olgun bir
şekilde yürürdü. Sanki yukardan aşağı iner gibi hızlı giderdi. İnsana döndüğünde bütün vücudu ile dönerdi. Gökten çok, yere bakardı. Bakışları ibret idi. Ashabının arasından gider, karşılaştığına önce selam verirdi.
Allah’ın Elçisi, genelde hüzünlü ve düşünceli idi. Onun dinlemesi çoktu. Lüzumsuz konuşmaz, susmayı tercih eder, söze tok başlar ve öylece bitirirdi. Az ve öz, ama anlamlı konuşurdu. Sözlerini tane tane söyler, fazla ve eksik konuşmazdı. Güzel huylu, ne kaba saba, ne de hafifmeşrepti. Az da olsa iyiliği küçümsemez, ne över ne de yererdi. Dünya için olan hiçbir şey onu öfkeli yapmaz, ama dine ve hukuka yapılan haksızlık karşısında onu kimse engelleyemez, ne gerekirse onu yapardı. Kendisine yapılan bir saldırıdan dolayı kızmaz ve intikam almazdı. İşaret ettiğinde eliyle gösterir, hayret ettiğinde elini çekerdi. Öfkelenince yüzünü çevirir, sevindiği zaman gözlerini kapardı. Kahkaha ile gülmez, tatlı bir şekilde gülümserdi.
‘Vecih’ kelimesinin manalarına göre Allah’a teveccühü bir kez daha düşünelim:
Yüz en kıymetli azadır. O çevrilince bütün beden de çevrilir. Bu da bize toplumun en değerli yüzlerini hatırlatır. Tebliğ yaparken önce bu kıymetli önderler ikna edilirse, onların döndüğü yöne bütün toplum dönecektir. Nitekim Efendimiz’in ﷺ uygulamasında bunu görmekteyiz. Hz. Mus’ab Medine’ye gittiğinde ilk olarak Esad b. Zürare ile Üseyd b. Hudayr’ı davet etmiş, onlar Müslüman olunca bütün kabileleri iman etmişlerdi.
Bu ifade aynı zamanda Efendimizin ﷺ birine dönerken, sadece yüzüyle değil, tüm bedeniyle ona yöneldiğine işarettir.
Yüz, insanî özelliklerin toplandığı, güzelliğin belirdiği yerdir. İnsanın duyu organlarından bir çoğu yüzde bulunduğu gibi, sevinmek, üzülmek, utanmak gibi rûhi hallerinin de görüntü mahallidir. Onun için yüz, insanın en şerefli or ganıdır. Hem insan şerefini rencide etmemek hem de yüzde bulunan or ganların herhangi bir zarara uğramasına meydan vermemek
için Resûlull ah yüze vurmayı men etmiştir. Bu, hadleri uygulama anına şamil olduğu gibi mücerred terbiye için olan dövmelere de şamildir.
Yüze gelen bir darbe hem deriye, hem de kemik yapılarına zarar verebilir. Yüz kemikleri, göz, ağız ve burnun kemikleri kırılabilir veya parçalanabilir. Yüz kemikleri genellikle ince plakalar şeklindedir. Kemikler sadece birleşim yerlerinde kalınlaşırlar. Ancak genelde yüz kemikleri çok sağlam ve dirençli kemikler değillerdir. Sadece alt çene kemiği çok sağlam ve girift bir kemik olup vücudumuzun en sağlam kemiklerinden biridir.
Göz kapakları, burun kanatları ve dudaklarda yaralandığında eğer basit kesiler ve sıyrıklar şeklinde değilse sabit eser niteliğinde izler kalabilir. Yüz siniri yaralanmalarında yüz felci gelişebilir. Yüz siniri lifleri kökünden itibaren tam ayrılmışsa en iyi tedavi yöntemleri ile tecrübeli ellerde tedavi edilse dahi az da olsa bazı sekeller kalabilir.
Tüm bu yaralanmalarda erken tedavinin yeri çok önemlidir.
Yaralanmanın genişliğine bağlı olarak yüzdeki diğer organ ve yapıların da beraberce tedavisi gerekebilir.
Ayrıca yüzümüzün sağlığıyla ilgili hassas olunması gereken bir diğer konu da yüz felcidir. Nedeni bilinmeyen felçler genelde yüzün ani soğuğa maruz kalmasıyla gelişebilir. Özellikle yüz ıslakken soğuğa maruz kalmak bu riski daha fazla arttırır. Yüz atkıyla korunmalı ve sıcaktan soğuğa ani çıkışlar yapılmamalıdır.
Kâbe’den maksat Kâbe’nin Rabbidir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef tutulduğu için ona ‘haram’ veya ‘harem’ denilmiştir. Kâbe’nin her makamının kendine münasip ayrı bir hürmeti vardır, ‘Harem’, tüm bu hürmetlerin çiğnenmesi yasak olan yer, demektir.
حَرَام kelimesi lügatta men etmek, mahrum etmek, memnu olmak, mümkün olmamak, ihrama girdi, terk etti, bağışladı, muhterem, Mekke’nin çevresi, kişinin namusunu koruduğu yakınları, hürmet, saygı, evin içi, aile... anlamındadır.
Kâbe'nin Kudsiyeti
1799’da Kâbe yakınındaki mübârek taşlardan biri çalındı. Ertesi günü Mekke’de bulaşıcı bir hastalık baş gösterdi, birkaç kişinin ansızın ölümüne sebep oldu. Hastalığın etkisi günden güne arttı. Ramazan’ın sonlarında ölenlerin sayısı günde kırk kişiyi buluyordu. Bu taş aklı pek başında olmayan birinin evinde bulundu ve yerine konar konmaz hastalık kesildi; o günlerde artık hiç ölen olmadı. Taşın çalındığı yer Kâbe’nin sol tarafında çukur bir yer olup Hz. İbrahim’in Kâbe’yi yaparken çamur kardığı çukur olarak tanınırdı. Burası şimdi mermerle döşenmiştir. A. Cevdet Paşa
Neden Kâbe?
İbrahim (a.s) milletine tabi olup, orta yolu tutan seçkin ümmet olmak isteyenlerin yönü, bilinen en eski, en geniş birlik yönü olan Hz. İbrahim’in kıblesi Kâbe’dir.
Kâbe’yi yapan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail onu sırf Allah’a adayarak, İslâm’ın inanç merkezi olsun diye inşa etmişlerdi. Bu ümmet de, Hz. İbrahim’in soyundan İslâm’ı yayacak bir peygamber gelmesini dileyen duasının kabulü olarak gelişmişti.
Ehl-i Kitap, ataları Hz. İbrahim’in dini İslâm’ı kabul ederek onun mirasına ortak olmayı reddetmişti. Yüce Allah bu varisliği, müslüman ümmete yüklemeyi diledi. Şimdi ümmet-i Muhammed için kıble değişiminin, Hz. İbrahim’in inşa ettiği Allah’ın ﷻ ilk evine yönelmenin tam sırası idi. Böylece müslümanlar bu varisliğin maddi-manevi bütün özellikleriyle donatıldı. Hz. İbrahim’in hem dinine, hem kıblesine varis olma ayrıcalığına kavuştular.
Kendine özgü ve başkalarından farklı olmak müslüman ümmetin ayrılmaz iki vasfıdır. Bu ümmet düşünce ve inançta farklı olduğu gibi, Kâbe’ye yönelme emriyle kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve ayrıcalıklı olmuştur.
Yeryüzündeki kavimlerin her biri, bir yönden Kâbe’ye yönelebilir.
Mesela: Kuzey halkı, Kâbe’nin kuzeyine, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğusuna, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yönüne yönelir. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine de tamamı, bir Kâbe etrafında toplanmış olur.
Arş nûrdan; Kürsî inciden; Beyt-i Ma’mûr yakuttan; Kâbe ise beş dağdan inşa edilmiştir. Bu beş dağ Sîna, Zeytâ, Cûdî, Lübnan ve Hira’dır. Cenâb-ı Allah sanki şöyle buyurmuştur: ‘Eğer üzerinde bu dağlar kadar günahın olsa, hac niyetiyle Kâbe’ye gelsen veya Kâbe’ye
yönelerek namaz kılsan, günahlarını bağışlatmış olursun.
Arş, Arşı yüklenen meleklerin; Kürsî Berere (Mukarreb) meleklerin; Beyt-i Ma’mûr, kâtib meleklerin; Kâbe mü’minlerin; Hak da mütehayyir mü’minlerin kıblesidir.
Fi sabiti; 1,618, matematikteki üstün tasarım sayısıdır.
Kalp atışlarımızda, DNA sarmallarının en ve boy oranında, kainatın dodecehadron adı verilen özel tasarımında, bitkilerin filotaksi denen yaprak dizilim kurallarında, kar tanesi kristallerinde, pek çok galaksinin spiral yapısında ve sayısız yerde Allahu Teâlâ hep aynı muhteşem sayı ile yaratmıştır:
Altın oran sayısı yani 1,618…
Pek çok ünlü mimari yapıda, Mısır Piramitlerinin tasarımında hep bu oranın kullanıldığı görülmektedir. Yüzlerce yıldır pek çok ünlü ressam, mühendis ve mimar bu oranı kullanmıştır.
Dünyamızın altın oran noktası ise, Mekke’dir. Mekke’nin kuzey kutup noktasına olan uzaklığı ile güney kutup noktasına olan uzaklığının oranı tam olarak 1,618 yani altın orandır. Ayrıca Mekke’nin Güney kutup noktasına olan uzaklığı ile iki kutup arasındaki uzaklığın birbirine oranı yine 1,618 dir.
Mekke’de günlerin değiştiği ve gün dönümü çizgisi olarak belirtilen sınıra olan doğu uzaklığı ile batı uzaklığının birbirine oranı da yine 1,618 dir. Ayrıca Mekke’nin gün dönümü çizgisine batı yönlü uzaklığının, dünyanın o enlemdeki çevre uzunluğuna oranı da yine Altın oran yani 1,618 sayısını verir. Tüm harita sistemlerindeki bir kaç km olan ufak farklara rağmen Altın Oran noktası Mekke'den asla dışarı çıkmaz ve Kâbe’yi içine alan Kutsal Bölge dairesinde kalır.
‘Şatr’ kelimesi iki manaya gelebilen (müşterek) bir isimdir:
1- Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası. Bu durumda mana: Mescid-i Haram’ın cihetine, onun karşısına ve onun yanına, tarafına çevir.
2- Bir şeyin tarafı, ciheti, yönü, bir yanı. Bu takdirde de mana şöyle olur: ‘Mescid-i Haram’ın ortasına çevir.’ Kâbe, mescidin bütün yönleri itibarıyla, tam ortada bulunmaktadır.
Yani ‘mümkün olduğu kadar Kâbe tarafına dön’ manasındadır. Şatr, doğrudan doğruya Kâbe’yi, Mescid-i Haram da Kâbe semtini ifade eder. شطر kelimesinin lügat anlamı: Taksim etmek, ikiye ayırmak, kamil, Allah yolcusu, taraf, yön.
Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamıyla yönelmesidir. Yüzün ve bedenin Kâbe’den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için bizzat Kâbe’ye isabet şart değildir. İşte bundan dolayı, bizzat ‘Kâbe’ denilmeyip, ‘Mescid-i Haram’ın şatrına’ buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir.
Beytullah, Mescid-i Haram’dakilerin kıblesi
Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesi
Harem bölgesi doğu-batı her yerdeki müslümanların kıblesidir.
Kıbleyi gören kimsenin Kâbe’ye tam yönelmesi vâciptir.
Kâbe’nin cismi değil, bulunduğu mekan kıbledir. Kâbe, tavan, duvarlar ve binadan ibarettir. Kâbe’nin toprağı, taşları ve odunları bir başka yere taşınsa ve orada aynı bina yapılsa da herkes namazında oraya yönelse, bunun caiz olmayacağı malumdur. Allah korusun, meselâ Kâbe yıkılsa, arsası bomboş kalsa, yeryüzündeki bütün müslümanlar oraya yönelip namaz kılsalar onların namazları yine sahih olur ve kıbleye yönelmiş olurlar. Mescidin ikinci, üçüncü katlarından da namaz kılınabilmesi bunun delilidir. Oradaki arsa kıymetlidir. Denilmiştir ki: Kâbe’nin altı cinlerin tavaf yeri, çevresi insanların, üstü meleklerin tavaf yeridir.
Kıbleyi tayine yarayan delilleri bilmek, farz-ı ayndır. Çünkü her mükellef kıbleye yönelmekle emrolunmuştur.
Tam savaş esnasında düşmandan, yırtıcı hayvanlardan veyahut da azgın deveden korkmak gibi, bir özür bulunduğu zaman kıbleye tam yönelme farziyeti düşer. Müctehidin hata ettiği ortaya çıkınca da durum aynıdır.
Araştırarak kıbleye yönelmiş kişi namazını kıldıktan sonra kıblenin başka bir yön olduğunu anlarsa namazını iade etmesi gerekmez. Araştırmadan kıldıysa ve ondan sonra öğrendiyse, sonradan iade etmesi gerekir.
Bir tarafa dönmüş olarak namaz kılarken, kıble hususundaki kanaati değişen kimsenin, o tarafa dönüp namazını sürdürmesi gerekir. Sonradan kanaatin değişmesi, daha önce yapılanları iptal etmez.
Yolculuk esnasında kıbleye yönelmek mümkün olmadığında nafile namazlar kıbleye niyet edilerek kılınabilir. Çünkü Efendimiz ﷺ bineğini kıbleye yöneltir, niyet eder ve namaz kılarak yoluna devam ederdi. Ancak farz namazlar araç durdurularak ve kıbleye yönelerek kılınmalıdır.
Şu hadis namaz dışında kıbleye yönelmenin müstehap olduğunu ifade eder: ‘Meclislerin en hayırlısı, kıbleye dönerek oturmadır.’
Fahri hocamız kıblenin hikmetlerini anlatırken şöyle demiştir: Uzaktan kumandalı aletlerin kumandasını tam denk getirmediğimiz zaman alet çalışmadığı gibi, insan da namaz, kıraat gibi hallerde kıbleye yönelmedikçe feyiz alamaz.
Biriniz namaz kılınca, yüzünün karşısına bir şey koysun. Bulamazsa bir değnek koysun. Beraberinde bir değnek de yoksa bir çizgi çizsin. Böyle yaparsa önünden geçen kendisine zarar vermez. Ebû Hureyre
Sütrenin fıkhi hükmü altmış santim olması gerekir.
Sizden biri, halka karşı sütre olacak bir şeyin gerisinde namaz kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mani olsun, (beriki haddini bilmeyip) ısrar ederse onunla mücadele etsin. Zira o, (bu haliyle) şeytandır. Hadis-i Şerif
Bu ifade tekrar değildir. Bunun iki değişik izahı vardır:
a) ‘Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir’ buyruğu sadece Hz. Peygamber’e ﷺ hitaptır. Bu emir ise herkese hitaptır.
b) Birinci âyetten maksad, bilhassa Medine’deki müslümanlardır. Şayet sadece bu hitabla yetinilseydi, Kâbe’nin sadece Medinelilerin kıblesi olduğu sanılabilirdi. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ, onlar yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar, kıbleye yönelmelerinin vâcib olduğunu, ikinci âyetle beyân etmiştir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)
Âyette, önce Resûlullah’a ﷺ hususen hitab edilmesi, onun şeref ve arzusuna uymak, daha sonra mü’minlerin umumuna hitab edilmesi de, kıblenin Resûl-ü Ekrem’in ﷺ şahsına ait olduğu sanılmaması içindir.
“Gecenin birazı hariç kalk” (Müzzemmil, 2) âyetindeki hükmün yalnız Resûlullah’a ﷺ has olması gibi. Kıblenin değişmesi büyük bir inkilâb olduğundan Allah ﷻ ümmete doğrudan hitabda bulunmuştur.
‘Nerede olursanız olun’ ifadesi, ‘Mekan olarak yakın olmasanız da emre itaatte gevşeklik etmeyin’ manası taşır. Çünkü insan yakınken daha kolay itaat eder. Önemli olan bu bağlılığı uzak yakın her yerde koruyabilmektir. Bu hüküm sadece kıble için değil, Allahu Teâlâ’nın bütün emirlerini, her yerde, her zaman yerine getirmenin gereğini gösterir.
Allahu Teâlâ bu emirle mü’minleri tek bir kıblede birleştirmiştir.
Yurtları farklı, yönleri değişik; ırkları, dilleri ve renkleri başka olsa da, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıbledir. Doğudan batıya yeryüzünün her tarafına yayılmış ümmetin yöneldiği bu tek kıble, onların kendilerini aynı hedefe yönelen, aynı ilâhi nizamla yaşamaya çalışan bir tek vücut gibi hissetmesini sağlar.
Yüce Allah bu ümmeti bu bağlarla; İlâhında, peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirmiştir. O, ümmetin birliğini, dil, ırk, bölge birliği üzerine değil, inanç ve kıble ortaklığı üzerine kurmuştur. Yurt, ırk, renk ve dil farklılığını bu birliğe engel saymaz. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar ibadet sırasında yöneldikleri kıblede birleşirler. Oysa hayvanlar merada, çayırda, ağıllarda ve ahırda bir araya gelirler! (Tariz) ‘Nerede olursanız olun, nerede bulunursanız bulunun...’ demektir.
Yüz yüze...
Namazda yüzünü kıbleye çevirmenin önemi, Allah’ın ona nazar etmesindendir. Kişi namazda kıbleye yönelik oldukça Allah da ona nazar eder. Ama yüzünü başka tarafa çevirince Allahu Teâlâ şöyle der:
‘Kulum Ben sana bakıyorum, sen ne tarafa bakıyorsun?’
Efendimiz ﷺ bu manaya işareten namazı kabul olmayacak üç kişiyi bildirirken ‘Avcı’yı da zikretmiştir. Yani namazda sağa-sola bakanın namazı kabul olmaz.
Allahu Teâlâ kullarıyla konuşurken dahi yüz yüze olmayı emretmiştir. “İnsanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah, her büyüklük taslayan öğüngeni sevmez.” (Lokman, 18) Elbette ki huzurunda duran kulunun yüzünün kendine yönelik olmasını ister.
Yüz yüze olmak dürüstlük ifadesidir. Arkadan konuşmak, göz göze gelmekten kaçınmak sinsiliğin, gizlenen kıskançlıkların, düşmanlıkların alametidir.
‘Yüzünü çevir’ buyruğu Efendimizin ﷺ namazının mirac olduğuna da işarettir. Fahri Hocamız namazın mirac olduğunu anlatırken; derecesi en düşük evliyanın dahi namaz kılarken secdede Allah’ın cemalini gördüğünü söylemiştir.
‘Kendilerine kitab verilmiş olanlar’dan murad, hem yahudi hem de hristiyan âlimleridir. Çünkü önce gelmiş olan kitab Tevrat ve İncil’dir. Bu kimselerin az sayıda olmaları gerekir. Çünkü çok sayıdaki insan, bir şeyi gizlemede ittifak edemez.
‘أَنَّهُ الْحَقُّ’ ifadesindeki, ‘hu’ zamiri, önceden zikredilen bir şeye râcîdir. Daha önce kıble meselesi geçtiği gibi, Peygamberin ﷺ ismi de geçmiştir. Bundan maksat ‘Yahudilerin Hz. Peygamberin ﷺ şeriat ve nübüvvetiyle hak olduğunu bilmeleri’dir. Böylece bu durum, hem kıble, hem kıble dışındaki hükümlere şâmil olur.
Veya bu zamir sadece kıble meselesine râcîdir, bildikleri şey; kıblenin hak olmasıdır. Yahudiler bunu şu yollarla bilmişlerdi:
1- Kendi kitaplarından, Hz. Muhammed ﷺ’in peygamber olacağını, kıblenin durumunu ve O’nun her iki kıbleye de dönerek namaz kılacağını öğrenmişlerdi.
2- Allahu Teâlâ’nın Hz. İbrahim ve İsmâil’e Kâbe’yi kıble kıldığını biliyorlardı.
3- Hz. Muhammed ﷺ’in peygamber olacağından haberdar idiler. Onun mucizeleri ortaya çıkıp, peygamber olduğunu gördükleri zaman, getirdiği her şeyin hak olduğunu, dolayısıyla kıble tahvilinin de hak olduğunu bilmiş oldular.
4- Onlar kıblenin iptal edileceğini, Ermiya ve Eşiya (a.s) gibi, Beytü’l Makdis’in harap edileceğini haber veren nebilerin uyarmalarından öğrendiler.
‘أوتو / verildi’ fiili lügatta gelmek, yapmak, uğramak, tüketmek, ordu ansızın bastı, vehimlendi... manalarına gelir.
‘Hak’ kelimesinin aslı uygunluk ve uyumluluktur. Kur’ân’da türevleriyle birlikte 285 âyette geçer. Değişik anlamlarda kullanılır: Bir şeyi hikmetin gereği olarak icat etmek, hikmete uygun yaratılan, bir şeyin gerçek haline olduğu gibi inanmak (hak inanç, gibi), gerektiği zaman, gerektiği kadar ortaya konan fiil ve söz.
İnsan ne zaman sinsileşir, maskelenir, gizlenir; ille gözükmesini istemediği bir iş yapacak demektir. Aşur tefsiri, gizliliğe yönelik kimselerin dürüst olmadığını ifade ederken bu gerçeğin altını çizer. Zahirde zahir azalarla yapılanları bir ölçüde gizleyebilsek de cansız sandığımız tüm varlıkların şahit olduğunu unutmamak gerekir. İçimizden düşündüğümüz, kurduğumuz, planladığımız ne varsa Semi, Alîm, Basîr olan Rabbimize malumdur. Ve hafaza melekleri tarafından kayda geçmektedir. Ondan asla bir şey gizlenmez. O mühlet verir ama ihmal etmez. O ne şaşırır, ne unutur. Ne uyur, ne uyuklar.
Sayfa başında ‘Sefih’ diye bahsedilen itirazcı güruhun durumu sayfa sonunda Allah’ın yaptıklarından gafil olmadığı hatırlatılarak reddü’l acizle güzel bir muraat-ı nazır yapılmış ve sefihlikleri tescil edilmiş.
‘Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir’ cümlesi, kendisinden önceki ve sonraki iki buyruk arasında bir ara cümle olarak gelm iştir (İtiraz itnabı). Bu ifade hayra teşvik eden, muhalefetten tahzir eden bir cümledir.
Eğer müslümanlara hitab ise, bir vaad ve müjde olur. Buna göre mana şöyledir: ‘Dini kabul etmenizdeki sa’y-u gayretleriniz bana gizli değildir. Mükâfatlarınızı eksiksiz vereceğim.’
Eğer hitap yahudilere ise, bu onlar için bir tehdittir. ‘Allah Yahudilerin Müslümanları fitneye düşürme çalışmalarından gafil değildir.’
Buradaki ‘Yaptıkları’ ifadesindeki amelleri ile murad, kibir, inad sefeh gibi halleridir. Bu söz, onların yaptıkları kötülükleri cezalandırma hususunda bir kinayedir. Çünkü güçlü kişinin ‘Ben suçlunun yaptığı şeyden habersiz değilim’ demesi, onu cezalandıracağının kesin ifadesidir. Zira gücü yeten insanla ceza vermesi arasına, sadece o konuyu bilmemesi girebilir.
Allahu Teâlâ zatının gafil olmadığını beyan ettiği gibi, bizim de gafil olmamızı yasaklamıştır: “Gafillerden olma!” (Araf, 205) Bize düşen, Allah’ın ﷻ ahlâkıyla ahlâklanıp, gafletten sakınmaktır.
‘Biz, yüzünü çok kere göğe doğru döndürdüğünü görüyoruz’ buyruğu Hz. Peygamber’in Beytü’l Makdis’den Kâbe’ye döndürülmeyi beklemesinden ötürüdür. Hz. Peygamber ﷺ Kâbe’ye yönelmeyi arzuluyor, ancak bunu diliyle belirtmiyor, yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. Hz. Peygamber’in ﷺ şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘Ey Cebrail, Allah’ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.’
Bunun üzerine Cebrail O’na, ‘Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!’ dedi. Artık Hz. Peygamber devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi.
Efendimiz ﷺ bu şerefin başka bir mescid için değil de doğup büyüdüğü beldesinde bulunan bir mescid için olmasını daha çok istiyordu. “Nereye yönelirseniz Allah’ın vechi (rızası) oradadır” âyeti nazil olunca Efendimiz ﷺ ‘Bunlar, Allah’ın evlerinden biri olan Kudüs’e doğru yönelen bir kavimdir. Biz de oraya yönelsek nasıl olur?’ demiş ve on yedi ay kadar oraya doğru yönelerek namaz kılmıştı. Yahudiler de ‘Vallahi o ve arkadaşları kıblelerinin neresi olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gösterdik. Hem bize muhalefet ediyor, hem de kalkıp kıblemize dönüyor. Biz olmasaydık, nereye dönecekti?’ diye, ileri geri konuşuyorlardı. Hz. Peygamber bundan son derece rahatsız oldu. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ da bu âyeti indirdi.
Bunun dışında Kâbe Hz. İbrahim’in kıblesiydi. Efendimiz ﷺ atası olan o yüce nebinin kıblesine dönmek istemişti. Ve bu kıblenin Arapları İslâm’a daha çok meylettireceğini düşünüyordu. Bu sebeplerle kıblenin Kâbe’ye yönelmesini arzuluyordu.
Veya Hz. Peygamber’in yüzünü göklere çevirmesi, duasının icabetini beklediği içindir. Allahu Teâlâ’ya dua etmesi hususunda Cebrail’den izin istediğinde, Cebrail O’na, Allah’ın kendisine izin verdiğini bildirmişti. Çünkü peygamberler, yararlı olmayan bir şeyi isteyip de icabet olunmayarak mertebelerinin yara almasına, tahkir edilmesine sebebiyet vermemek için, ancak Allah’ın izni ile O’ndan bir şey isterler. Cenâb-ı Hakk O’na icabet hususunda izin verince, O kendisine olumlu cevap verildiğini anladı, bunun üzerine, icabete dair vahyi getirmesi için Cebrail’i bekleyerek, yüzünü göğe çevirdi.
Efendimiz’in yüzünü göklere çevirmesindeki üçüncü ihtimal ise şudur: Cebrail (a.s) Hz. Peygambere ﷺ, Allahu Teâlâ’nın kıbleyi Beytü’l Makdis’den tahvil edeceğini bildirmek üzere gelmiş, fakat kıblenin tahvil edileceği yeri bildirmemişti. Hz. Peygamber’e ise, hiçbir kıble Kâbe’den daha sevgili değildi, bu nedenle, vahyin gelişini bekleyerek yüzünü göklere doğru çevirdi.
Yahut bu bekleyiş, namazın vaktiyle ilgilidir. Hz. Peygamber Beytü’l Makdis’e yönelmekten men edilip, kendisine bir kıble de tayin edilmedi. O sırada namaz vakti gelmişti. Kıblenin belirtilmemesi sebebiyle, namazın gecikmesinden korktu. İşte bu sebepten dolayı, yüzünü göğe çevirdi.
Kurbiyet edebine riayet etti. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle vahyetti:
“Kimi benim zikrim benden istemekten meşgul ederse, isteyenin isteyeceğinden daha fazlasını veririm.”
O’nun bu ümmete olan infakı kabul olacak duasını ahirete saklamasıdır. “Her nebinin bir duası vardır, ben duamı ümmetime şefaat için sakladım.”
Allahu Teâlâ Kâbe’ye şeref takdir ettiğinde insanların ona yönelmesini özellikle de Ümmeti Muhammed’in kıblesi olmasını takdir etti. Kitapta mestur olan kıble kalb-i Nebi’ye ﷺ aksetti. Onda istikbal-i kıbleye dua zahir oldu. Oldu ki Allah’ın takdir etmiş olduğu emir yerini bulsun. Kalbi Allah’a, vechi semaya döndü. Çünkü O ﷺ Cebrail’in (a.s) kameriydi.
Allahu Teâlâ “Yüzünü semaya çevirdiğini görüyoruz” buyurunca, Habib ﷺ Rabbinin rızâsını taleb ile suali (istemeyi) terk etti. Rabbi de Resûlünün ﷺ rızâsını taleb ile onun düşündüğünü yerine getirdi,
“Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir” buyurdu. Yani kalbini Mescid-i Haram’ın Rabbine çevir. وَحَيْثُ مَا كُنتمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ Yani kalbinizin yüzünü çevirin, demektir.
‘شَطْرَهُ’ Yani Allah’a. Evde olsanız da mescitte olsanız da her yerde O’na dönün.
Mescidin ‘Haram’ ile vasıflanmasında çeşitli manalar vardır:
Oraya girenin güvende olması. “Kim oraya girerse emin olur.” (Âl-i İmran, 97)
Bu makama senden gayrının vusulü haramdır. O makam-ı mahmuddur. O sana mahsustur. Mahmud (hamd edilen) Allah’tır.
‘Yüzünüzü çevirin’ hitabının iki manası var:
هَا zamiri Allah’a ﷻ kinayedir. ‘Ey mü’minler hangi halde olursanız, hicaptan çıkmış olmanız-olmamanız fark etmez, yüzünüzü O’na yöneltin’ manasındadır.
Veya هَا zamiri Nebi’den ﷺ kinayedir. ‘Teveccühünüz varlık perdesinden çıkmaya ve âlemi şuhuda, vusulünüz Nebiyy-i muhtereme olsun’ demektir.
• فلَنُوَلِّيَنَّكَ ifadesindeki ف harfi takib içindir. ‘Muhakkak ki yüzünü çevirdiğini görüyoruz’ cümlesinde kinaye edilen vaadi, sarahaten tekit eder. ‘Bu vaadin ardından yüzünü Kâbe’ye yöneltmen gerçekleşecektir’ demektir.
فلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً cümlesinde kıble ikinci meful olarak nasb edilse de, aslında مِنْ harf-i ceriyle kullanılır. ‘Seni çevireceğiz’, ‘Seni teveccüh ettireceğiz, manen yaklaştıracağız’ demektir. Burada iki meful alması, manevi yakınlık ifade ettiğini gösterir. Çünkü وَلّٰي fiili hakiki yakınlık anlamında olmazsa, harf-i cersiz teaddi eder, irtibat anlamı taşır.
• Kıble imtihanının hikmeti anlatılırken ‘Ökçesi üzere geri dönenleri ayıralım diye’ buyrularak, dinden dönmek ökçeler üzere dönmekle tabir edilmişti. Bu âyette ise kıbleye dönmek ‘Yüzünü çevir’ mecaz-ı mürseli ile ifade edildi. Biri; insanın en aşağıdaki azası ile, diğeri de en değerli azası ile ifade edildi.
Tazim edilecek olan yüzle, tahkir edilecek olan da ayakla anlatıldı. Hem tecessüm, hem de ihamı tezat (Tezatı hatırlatan) oldu. (Bedîi maneviden, tibaka mülhak.)
• ‘Yüzünü çeviriyorsun’ cümlesi yüz manasına geldiği gibi, (halliyet-mahalliyet alakasıyla) ‘Gözünü semaya çeviriyorsun’ manasına da gelir.
• Bir yere yüzünü döndürmek, oradan yüz çevirmenin zıddıdır. Bu da dal bil iktizasıyla ‘Severek yönel’ manasına gelir.
• انَهَُّ الْحَقُّ cümlesinde ‘Hak’ kelimesindeki elif-lam kasır ifade eder.
Yani sadece Kâbe’ye yönelmek haktır, ondan başkasına yönelmenin hak olmadığını bilirler.
• كُنتمُْ lafzı şart olduğu için, mahallen meczumdur.
• فَوَلُّوا ’deki fâ ise, fâ-i cevabiyedir.
• حَيْثمَا ’nın aslı حَيْث ’dür. ماَ eklenince cezim edatı olmuştur. حَيْث damme üzere mebni mekan zarfıdır. Cümleye muzaf olur. Ancak ماَ cezim edatı olduğu için, ماَ ’ya bitişince artık izafetlik ondan zail olur.