Sureler

Göster

Bakara Sûresi 146. Ayet

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ ۖ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

146- Kendilerine kitap verdiklerimiz; peygamberi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte aralarında bir zümre, bildikleri halde hakkı gizliyorlar.

 

İnanmayan güruhun durumu önceki âyette kıble konusundaki inatları ile anlatılırken, bu âyette genel durumları husustan umuma itnab sûretiyle detaylanıyor.

Onların inanmamaları bilmediklerinden, tanımadıklarından değil; bilakis kibir, haset, taassuptan kaynaklanıyor. Bile bile, kitaplarında okuya okuya hakkı gizliyorlar. Hatayla, yanılmayla değil, bilinçli, kasıtlı, şeytanî bir tavırla “Bilakis inat ve inkarla devam ederler” (Mülk, 20) âyetinde bildirildiği gibi hareket ediyorlar.

Nefret, azgınlık onları boğan bir girdap haline gelmiş. Kendilerini bile bile bu vartaya atmışlar. Azgınlık bedenlerini, nefret kalplerini tarumar etmiş. Böyle bir akıbetten Allah’a sığınırız.

Bu durum tıpkı Yusuf’un (a.s) kardeşlerinin durumuna benziyor. Yusuf’u kuyuya atıp babalarından kırk yıl gizlediler. Yusuf zindanda, Yakup (a.s) Kenan’da, kendileri de vicdanlarında yıllarca acı çektiler. Sonuç malum... Hakkı inkar ve gizleme nefsin kendine kurduğu tuzaktan başka nedir ki?

Tarihe göz attığımız zaman şöhreti, taassubu, hevası yüzünden nice bedbahtlar çeşitli hile ve desiselerle hakkı gizlemiş, gerçeği görmezden gelmiş ama netice hep hüsranla bitmiş.

Yezid, saltanat uğruna Hz. Hüseyin’in katline sebep olarak kıyamete kadar cümle âlemin lânetine, nefretine düçar olmuş.

Ebrehe, fillerle Kâbe’yi yıkmaya gelmiş, kuşlarla kendisi ve altmış bin kişilik ordusu yıkılmış, hâk ile yeksan olmuş.

Firavun, saltanatı uğruna binlerce masumu katletmiş, Allah tacını, tahtını tarumar edecek Mûsâ’yı elinde büyütmüş.

Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ümeyye ve benzerleri iki cihan güneşini inkar edip inanan masumlara işkence ederek, İslâm güneşini üfleyerek söndürmeye çalışmışlar ama kendileri sönüp gitmiş, hem de arkalarında ruz-u cezaya kadar okunacak lânet bırakarak…

Bu mübarek âyet bütün bu gerçekleri bir cümle ile özetliyor. ‘Bile bile inkar ettiler, hakkı gizlediler, gizliyorlar, iki cihan saadetinden mahrum oluyorlar.’

Yakın tarihe baktığımızda yine durum aynı. Kendilerine verilen sahte vaadlere tama ederek kendi milletlerine, dindaşlarına zulmeden liderlerin acı akıbetlerine hep birlikte şahit olmuyor muyuz? Zulümle abad olanın akıbeti berbat olmadığı nerede, ne zaman görülmüş?

Bu Cenâb-ı Hakk’ın hiç değişmeyen adetidir. İster fert, ister cemiyet olsun hükm-ü ilâhiyi kabul etmeyen, kabul edilmesine mani olmak isteyen er geç gazab-ı ilâhiye, hışm-ı sübhaniye giriftar olur.

Bize düşen bütün bu olup bitenlerden ders alıp kendimizi toparlamamız, Rabbimizi isyan, tuğyan, inkar ile gücendirip ebedi mahrumiyete, elim azaba, ilâhi gazaba uğramamaktır.

İbret alalım ki ibretlik olmayalım. İnşallah Kur’ân buyruklarıyla yaşayıp imanla, hüsn-ü hatimeyle rahmet-i Rahman’a kavuşalım.

Âyet-i kerime lafız bakımından umumî ise de, ehli kitabın âlimlerine has kılınmıştır. فرَِيقاً ’dan kasıt İbni Suriya, Ka’b b. Eşref gibi alimleri ve havaslarıdır.
 

''Onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.''

Hz. Ömer, Abdullah b. Selam hazretlerine bu âyetin manasını sorduğu zaman: ‘Ben O’nu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü O’nda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir’ demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer de onun başını öpmüştü.

Her ne kadar daha önce ismi geçmemişse de, Hz. Peygamberi burada zamirle göstermek caizdir. Çünkü söz O’na delâlet etmekte, işitene bu husus gizli kalmamaktadır. Bu gibi yerlerdeki ‘izmâr’da (isim zikretmeden zamirle işaret etmede) o kimseyi yüceltme ve şöhretinden dolayı, tanıtmaya gerek olmaksızın bilindiğini anlatmak gayesi vardır.

Zamir, kıble meselesine raci de olabilir. O zaman mana ‘Ehl-i Kitab âlimleri, kendisine çevrildiğin kıbleyi, tıpkı kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler’ şeklinde olur.

Bu zamirin Kur’ân-ı Kerim’e ait olması da mümkündür.

‘يعَْرِفوُنَ / Tanırlar’ buyrulmuş, ‘bilirler’ denmemiştir. Çünkü ‘عَرَفَ / tanımak’ fiili kişilere ve hisle algılanan şeylere taalluk eder. ‘Falancayı tanıdım’ denir ama ‘Falancayı bildim’ denmez. Bunun için ‘mârifet’ fiili, bilgi ve zan fiilleri gibi iki mefule teaddi etmez. Yine bu sebeple Allahu Teâlâ ilim sıfatıyla vasıflanıp ‘el-Alim’ denir. Ama ‘Allah tanır’ denmez. Burada da âyetin manası; ‘Onlar Resûlün sıfatlarını ve kitaplarında zikredilen alametlerini tanır, hakkı müşahede edilen bir şeye şahit olur gibi tanırlar.’

Bu âyetten şunu anlıyoruz ki hakkı bilmekle, hakka iman etmek; ayrı şeylerdir. Hakkı bilmek, hakka iman etmek değildir. Bilgi ve iman pratiğe dökülmedikçe hiçbir şey ifade etmez.
 

''Oğullarını tanır gibi...''

‘Erkek çocukları’ buyrulup kız çocuklarını içine alacak umumi bir kelime zikredilmedi. Çünkü Yahudiler için erkek çocukları kız çocuklardan daha kıymetli, kalpleri kızlardan daha çok erkek çocuklara bağlıdır.

Erkek evlatlar daha iyi bilinip, tanınır. Çünkü onlar babalarıyla kızlardan daha çok bulunur ve onların gönlüne daha yakındır.

İnsanların evlatlarını tanımaları, tanıma kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu deyim, Arap dilinde kişinin bir şey hakkında kesinlikle bir şüphe taşımadığını ifade etmek için kullanılır. İnsanın çocuğunu fark etmemesi imkansızdır. Kişi bazen kendisini unutabilir ama çocuğunu unutmaz. Ana-babanın çocuğunu tanıması kadar açık ve kesin bir tanıma olamaz.


Salevat

Efendimizin de ﷺ bizleri tanıması için salavatı çoğaltmamız gerekmektedir. Çünkü Resûlullah ﷺ ‘Ben sizi salavatınızın çokluğuyla tanırım’ buyurmuştur.

Ümmetimin salavatı bana hediyedir. Benim ümmetime hediyem ise kıyâmet günü onlara şefaatimdir. Hadîs-i Şerîf

Cuma günü üzerime yüz salevat getiren kimseye Allah ﷻ otuzu dünyada, yetmişi ahirete ait olmak üzere yüz hacetini kabul eder. Hadîs-i Şerîf

Üzerime yüz salevat getirene Allah ﷻ bin defa rahmet nazarı ile bakar. İştiyakla daha fazla getiren için kıyamet gününde şefaat ve şahitlik ederim. Hadîs-i Şerîf

Günde yüz defa salevat getirenin alnına ‘Münafık değilsin, cennetliksin’ yazılır. Hadîs-i ŞerîfGünde beş yüz salevat çekene Allah ﷻ yoksulluk çektirmez. Hadîs-i Şerîf

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

الذَِّينَ آتيْناَهُمُ الْكِتاَبَ يَعْرِفُونَهُ Batın nuru mârifette zahir nurundan daha kuvvetlidir. Kimin kalp misbahı kitap ve imanın nuruyla aydınlıksa Nebi’nin ﷺ yüzüne nazar eder simasını tanırlar. Nitekim âyette “Onları simalarıyla tanırlar…” (Bakara, 273) buyruldu.

 

Belagat

• ‘الذَِّينَ آتيَْناَهُمُ الْكِتاَبَ’ cümlesinde zamir yerine ism-i mevsul kullanılması, Ehl-i kitabın, inatlarından dolayı son derece kötü bir durumda bulunduklarını açıklamak içindir.

• ‘يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَهُ أبْناَءهُمْ’ cümlesi, mürsel mufassal bir teşbihtir. Yani ‘Ehl-i kitap, kendi soylarından gelen çocuklarını nasıl tanıyorlarsa, Hz. Muhammed’i ﷺ de açık bir şekilde öyle tanırlar’ demektir.

• Burada peygambere muhatap zamiri ile ‘seni tanırlar’ buyurulmayıp gâibe iltifat ile, ‘Onu (peygamberi) tanırlar’ buyurulmasında birkaç ince nükte vardır:

Birincisi: Bu âyet, Cenâb-ı Allah tarafından gâibe hitap sûretiyle, tarafsız bir şahitliği ifade eder.

İkincisi: Tevrat’ta vasıfları anlatıldığı için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü’l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu), ahd ifade eden ‘lâm’ ile ‘en-Nebiy’ Yani ‘O peygamber’ diye anılırdı, böyle tanınırdı.

‘O’ dedikleri zaman zaten Peygamberimizi ﷺ anlarlardı.