148- Her ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz de hayır işlerde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
Rabbimiz kıbleyi zahir manasıyla anlatıp tayin ettikten sonra bir de batıni olarak anlatıyor: Her yönelenin yöneldiği bir kıblesi, bir hedefi, bir gidişi, bir yarışı var. Ama sizin hedefiniz rızâ-i ilâhi olsun. Buna erişmek için hayırlar yapın. Hayrın neticesine öyle inanın, Mevlanıza öyle güvenin ki hayırda yarış edin, koşun. Dünyada yarış edenleri görüyorsunuz ya, rakibini yenmek için birinci olmak için nasıl heyecanla, canını feda edercesine koşuyorlar. Hedefe varıncaya kadar durmadan, dinlemeden, kimseye takılmadan, yorgunluğa aldırmadan büyük bir hırsla canlarını dişlerine takarak koşuyorlar. Çünkü hem mükâfat hem rütbe var.
Yüce Mevlamız bu istiare ile bize hedefimizi ve hedefimize nasıl bir inanç ve heyecanla koşmamız gerektiğini talim ediyor. Nereye koşacağımızı tek kelimeyle izah ediyor: ‘Hayra koşun!’
‘فاَسْتبِقوا’ fiili, acele edin ertelemeyin anlamına da gelir.
Kur’ân’ı Kerim’de 176 kere geçen ‘hayır’ kelimesi iyilik, hasene, sevap, genişlik, en kıymetli, ıslah manalarının yanı sıra, ahirete yönelik bütün iyilikler manasını taşır.
Yine hayır; arzulanan, iman, akıl, adalet, akıbet, refah, ecir, çokça hayra harcanan mal... manalarına gelir.
Rabbimizin bize hedef gösterip koşmamızı emrettiği hayır ne kadar da kapsamlı, sanki İslâmi hayatın gayesini bünyesinde toplamış. Özetleyecek olursak:
˗ İmana koşun, Salih amele koşun, Sevgiye koşun, İyiliğe koşun,
˗ Haseneye, sevaba, ecre koşun, Islaha koşun,
˗ İki cihan saadetine koşun, Sizden beklenen faziletlere koşun, ˗ Helalden infaka koşun, Rabbinizin cennetine koşun.
Bu yarışta kaybetmek yok, kazanmak var. Bu yarışta zarar yok, hep kâr var. Bu yarışta stres yok, hep huzur var.
Bu; beşikten mezara dek sürecek olan, jürisi melekler olan bir yarış. Bizzat Rabbü’l izzenin başlattığı, seyrettiği, teşvik ettiği, ödüllendirdiği bir yarış. Hem ne ödül! Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiçbir beşerin hatırına gelmeyen bir ödül.
Haydi öyleyse, ne duruyoruz? Sonsuzluk kervanına katılalım. Eyvah demeden ‘Allah’ diyelim. Yola erken girelim.
Allahu Teâlâ, ‘Herkesin’ buyurmuş da, ‘Her kavim için, her ümmet için’ dememiştir. Çünkü bu onlar tarafından manası bilinen bir husustur. Bu sebeple ‘muzafun ileyhi’ zikretmemek zarar vermez. Bu hazıf Arapların sözünde çokça bulunmaktadır.
‘Herkes’ten kasıt kimdir?
a) Müslüman, yahudi, hristiyan ve müşriklerdir.
b) Yahudi ve hristiyanlardır.
c) Ya da sadece müslümanlardır. ‘Müslümanlardan her bir topluluk için, Kâbe’ye doğru olmak üzere, kendisine doğru namaz kıldıkları bir
yön vardır. Bu yönler güney ve kuzey, veya doğu ve yahut da batıdır.’ Zira; “هُوَ مُوَلِّيهَا” ‘Allah oraya döndürür’ demektir. Allah’ın döndürmesi ise, ancak Kâbe için söz konusu olur. O’nun dışında olanlar, şeytanın döndürmesidir. Ayrıca Allahu Teâlâ bu kavlin peşinden, “فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ” sözünü getirmiştir. Hayır olacak yön de Kâbe’dir.
d) Ya da Peygamberlerden ve şeriat sahibi olan kimselerden herkesin,
bir kıble yönü vardır. Meselâ ‘Mukarreblerin kıblesi Arş; Ruhanîlerin kıblesi Kürsî; Kerûbiyyûn’un kıblesi Beyti Mâ’mûr, önce geçen peygamberlerin kıblesi Beytü’l Makdis ve Hz Muhammed’in kıblesi Kâbe’dir.
‣ Bu ifade, ‘وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ’ şeklinde izafetle okunmuştur, Buna göre mana, ‘Her yönün kendisine yöneleni vardır’ şeklinde olur. Meful öne geçmiş olduğu için lâm harfi getirilmiştir.
‣ Bundan maksat, her bir şeriatın kendine özgü maslahatı olduğudur. Bu sebeple ümmetlerin değişmesiyle, şeriatlar da değişir.
‣ Kıldıkları namaz kastedilmiştir.
‘Herkes için yüzünü kendisine çevireceği bir cihet var’ demektir. Bu durumda zamir herkese racidir.
Veya ‘Allah onu oraya çevirir’ demektir. Bu durumda da zamir Allahu Teâlâ’ya racidir. مُوَلِّيهَا kelimesinin ilk mefulü mahzuftur; ‘Nefsini’ veya ‘Yüzünü’
Bedenin kıblesi Kâbe,
Nefsin kıblesi taât, ubudiyet, hevayı terk,
Kalbin kıblesi sıdk, ihlas, iman, iykan, ihsan,
Ruhun kıblesi teslim, rızâ, kazaya sabır,
Sırrın kıblesi fenafillah, beka billah, iraz ve itirazsız Allah’ın murat ettiği şeyde Allah ile olmaktır.
Herkesin kıblesi, yönelişi, hayatının hedefi, programı farklıdır. Kıble, kişinin yöneldiği yöndür. Kiminin kıblesi kadın, kiminin kıblesi para, kimininki makam, kimininki dünyadır.
Kâbe’ye yönelmeyen Moskova’ya, Washington’a, Paris’e veya başka yere yönelir. İnsanlar mutlaka bir yerlere yöneleceklerdir, bu bir ihtiyaçtır. Peygamberi inkâr eden kendine bir peygamber bulur, kitabı reddeden kendine bir kitap bulur. Asıl mesele yüzünü o tarafa, ya da bu tarafa döndürmek değil, namazın ruhunu ve sağlayacağı güzel amacı yakalayabilmektir.
Namaz emri gelince şeytan çığlık attı. Avaneleri yanına üşüştü.
- Sana ne oldu niçin böyle feryad ettin?
- Mü’minlerin saadetini temin eden önemli bir ibadet emri geldi.
- Pekala onları bundan nasıl uzaklaştırabiliriz?
- Namaz vakti gelince durmadan onları meşgul edin. Çünkü rahmet namazın ilk vakitlerinde nazil olur.
- Ya biz bunu başaramazsak?
- Onlardan biri namaza durduğunda sizden dört kişi biri sağında biri solunda biri üstünde biri de altında dursun. Sağdaki ona ‘sağa bak’ soldaki ‘sola bak’, üstteki ‘yukarı bak’ alttaki de ‘alta bak’ desin ve onu bu şekilde oyalasın. Şayet onunla başa çıkamazsanız o kıldığı namaz dörtyüz namazın yerine kaim olur ve o nisbette sevap alır.
Öyle ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta, salih amellerde yarışınız. Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir.
Allahu Teâlâ, Beytü’l Makdis ve Kâbe’nin kullarını çevirdiği bir cihet olduğunu bildirmiştir. Her iki cihet de Allah tarafındandır, kullarını onlara çeviren de O’dur. Öyle ise siz, her iki durumda da Allah’ın emrine inkıyâd etmek sûretiyle hayırlarda yarışınız. Yahudilerin demesiyle kıblenizden dönmeyiniz.
Sizler, ey müslümanlar, kendi kıblenize yapışın. Çünkü siz bu hususta hem dünyevi, hem de uhrevi bakımdan hayır üzerindesiniz.
Dünyevî bakımdan, İbrahim’in kıblesiyle şereflendiniz.
Ahiret hususunda da, Allah’ın emirlerine inkıyad ettiğiniz için alacağınız büyük sevapla hayır üzeresiniz.
Hayır; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibadet ve mal... gibi anlamlara gelir. Zıt anlamı ‘şer’dir. İki türlüdür:
Mutlak hayır; herkes tarafından daima beğenilen ve herkese göre iyi olan, adalet, yardımlaşma, cömertlik gibi.
Mukayyet hayır; kişiden kişiye değişen, kimine göre hayırken kimine göre hayır olmayandır. Kötü yolda harcanan çok mal gibi.
‘فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ’ emri, taâtleri ertelemeden, zamanında yapmayı emreder.
Peygamberimiz ﷺ, ‘Namaz, şer’i hükümlerin en hayırlısıdır’ buyurmuştur. Bu durumda ‘Hayırlara koşun’ emri, en hayırlı ibadet olan namazı ilk vaktinde kılmayı emreder. Emrin zahiri, vâcib oluşu gösterir. Emir vâcib olmadığı zaman, en azından mendub ifade eder.
‣ Allahu Teâlâ “Rabbinizin mağfiretine yarışın” (Hadid, 21) buyurur. Namaz Allah’ın mağfiretini temin eden şeylerdendir. Bu nedenle namaza acele etmek menduptur.
‣ Yine Allahu Teâlâ “Namazlara devam edin” (Bakara, 238) buyurmuştur. Unutma ve diğer meşguliyetler sebebiyle namazı kaçırmadan emin olmak, ancak namaza acele edilirse mümkündür.
‣ “Sizden Mekke’nin fethinden önce infak edip savaşanlar aynı durumda olmaz. Bunlar, Fetih’den sonra infak edip savaşanlardan derece bakımından daha üstündür” (Hadid, 10) âyet-i kerimesi, önce davranmanın faziletini beyan etmiştir. Namazda da durum böyledir.
‣ Tevbe, 100. âyeti de buradaki gibi hayırda öne geçmenin değerini ifade eder: “İslâm dinine girme hususunda öne geçen ilk muhacirler ve
ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”
Bu konuda Efendimiz ﷺ şöyle buyurur: ‘Vaktinin evvelinde kılınan namaz Allah’ın rızâsıdır, vaktinin sonunda kılınan namaz ise Allah’ın affıdır.’ Hz. Ebû Bekir (r.a) ‘Allah’ın rızâsı, bize affından daha sevimlidir’ demiştir.
Ey Ali, üç şeyi geciktirme: ‘Vakti geldiği zaman namazı, hazır olduğu zaman cenazeyi ve dengini bulduğun zaman bekâr kızın (evlendirilmesini).’ Hadis-i Şerif
Hz. Peygamber’e: ‘Yâ Resûlallah ibadetlerin hangisi daha üstündür?’ diye sorulduğunda, Hz. Peygamber ﷺ ‘Vakitlerinin evvelinde kılınan namazlar’ cevabını vermiştir.
‣ İnsan, vaktin evvelinden tehir ederek namazını kılarsa, ailesinden ve malından daha hayırlı bir şeyi elinden kaçırmış olarak kılmış olur.
‣ Meşguliyete düşmeden, salih amellere koşunuz. Hadis-i Şerif
‣ İnsanların haklarını vermede efdal olan, geciktirmek değil, acele etmektir. Allah’ın hukukunu edâ hususunda da durum aynıdır.
‣ Namazı edada acele etmek, insanın taâta olan düşkünlüğünü ve arzusunu ortaya koyar. Namazı geciktirmede ise, ona karşı gevşekliği gösteren bir mana vardır.
‣ Namazı cemaatle kılmak gündüz namazlarında yirmi beş derece, gece namazlarında da yirmi yedi derece daha faziletlidir. Kadınların da bu şekilde yirmi yedi derece fazileti kazanabilmeleri için, büyük cemaate katılmaları gerekir. Bu da ancak namazı ilk vaktinde kılmakla mümkündür. Hatta bu hikmete binaen Cuma günü namaza katılmaları için hutbenin bitmesini bekleyip, ezandan yirmi dakika sonra kılmaları gerekmektedir.
Namazı ilk vaktinde kılan Allah’ın cemalini en ön saftan seyredecektir.
Rekabet, hareket ve dinamizm sağlayarak ataleti engeller. Ancak her rekabet ataleti yok etmez. Rekabetin yapılma şekli de en az rekabetin kendisi kadar önemlidir. Rekabet yeteneğe ve liyakate dayanmıyorsa, adil olmaz, istenen sonucu getirmez.
Başkasını geçme psikolojisiyle hareket etmek, insanın enerjisini tüketir. Rekabetçi yaklaşımın sonu yılgınlıktır. Çözüm; kişinin kendisiyle yarışmasıdır. Hep önde olanlar, kendileriyle yarışanlardır.
Dünyaya gelen bir bebek dış dünyayı tanır tanımaz kendisiyle bir yarışa girer. Bebek, yürüyen bir insanı gördüğünde onunla yarışıp ayağa kalkacak kapasiteye sahip değildir. Zamanla emekleyerek o yolda ilk adımlarını atar. Düşe kalka başladığı bu yarışın sonunda artık ayakları üzerinde durabilir. Daha sonra bebeğimizin yetenekleri, kişiliği ve fizyolojisi ilerleme kaydeder.
İnsanın yaradılışı ile başlayan bu hayat yolculuğunda kendi koşullarımızı görmezden gelerek çevremizle yarışmaya kalkarsak geri kalırız. Önce kendi yeteneklerinizi göz önünde tutarak gelişim kaydedin. Zamanla yarıştığınız insanlar farkında bile olmadan gerinizde kalacaktır. Çünkü siz bu süreçte, onlarda olmayan özel yönlerinizi de canlandırarak kişiliğinize zenginlik kazandırmışsınızdır. Bu yarışta galip gelmenin tek sırrı bu farkındalıktır.
Dünyevi-uhrevi bütün işlerin zamanında ve düzgün yapılması muvaffakiyetin anahtarıdır. Bir işi ağırdan almadan, zamanında ve düzgün yapmak insanın o işi sevdiğini gösterir. İnanarak ve severek yapılan ibadetler de sahibinin faziletini, liyakatını arttırır, Allah’a ﷻ yaklaşmasına sebep olur. Bunun için gafletten, üşengeçlikten, pasiflikten, donukluk ve sönüklükten uzaklaşıp hedefimize sebat ve gayret içinde koşmalıyız. Ta ki ‘Gayret bizden tevfik Allah’tan’ duamız makbul olsun.
Bir pınarın başında, bir testiyi koysalar;
Kırk yıl anda durulsa, kendi dolası değil. Yunus
Allahu Teâlâ her şeyi yoktan var ettiğine göre, öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olacağında şüphe yoktur. Çünkü yoktan var etmekte, öncelik ve sonralık arasında fark yoktur. Dünyada cisimlere hayat verildiğine göre, ahirette de verilmesi neden mümkün olmasın? Elbette ahirette hayat vardır.
Öldükten sonra dirilmenin keyfiyeti şöyle olacaktır: İnsan vefat ettikten sonra, toprak altında dağılıp, karışmış olan asli cüzleri bir araya getirilip, her parçanın eski yerine konmasıyla cismi tamamlanır. Ardından o cisme ruhu iade edilir. Veya asli cüzleri tamamen yok olup, Allah’ın onu tekrar yaratmasıyla var olur.
Enbiya ve evliyanın asli cüzleri çürümediğinden, onların dirilmesi asli bedenlerine aynı ruhun iadesi ile olur.
Bedenlerin haşrine inanmak iman esaslarındandır. Bedenlerin diriltileceğini inkar eden dinden çıkmış olur.
Kıyametin meydana geleceği âyet ve hadislerle sabit olduğu gibi, aklen de vâciptir. Çünkü kıyamet ve ahiret olmasa, günahkarın isyanı, zalimin zulmü yanına kâr kalır, isyan ve zulme teşvik olurdu. İsyana cezasını vermek adalet-i ilâhidir. Ahiretin olmaması zulümdür, batıldır. Ahiret olmasa, asi ile itaatkâr eşit olur, ilâhi mükellefiyetlerin bir manası kalmazdı.
İnsanın her cüzü çürür. Yalnız acbü’z zeneb denen kuyruk sokumundaki kemik kalır. İkinci hilkat ondan teşekkül eder. Sonra Allahu Teâlâ gökten hayat yağmuru indirir. Bunun üzerine insanlar yeryüzünden mevsiminde biten nebat gibi zuhur ederler. Buhari, Müslim
Toprak, insanın bütün cesedini yiyip tüketecek, ama Efendimiz’in teşbihiyle, bir hardal tanesi gibi olan (Ahmed İbni Hanbel) ve dolayısıyla insan bedeninin çekirdeği sayılan acbü’z-zeneb denen kuyruk sokumu çürümeyecektir.
Bazı hadislerden öğrendiğimize göre insan acbü’z-zenebden yaratılmıştır; tekrar ondan diriltilip hayat bulacaktır. Müslim
Acbü’z-zeneb, uzun süre çürümeden durduğu ve en son çürüyen uzuv olduğu için hiç çürümeyeceğinden bahsedilmiştir.
Acbü’z-zenebin hiç çürümeyeceğinden bahseden hadisler son derece güvenilir ve sağlamdır. Bu hadisleri zâhirî manalarıyla kabul etmek istemeyenlerin ise hiçbir geçerli delili yoktur.
Demek oluyor ki, İsrâfil’in (as) sûra üflemesiyle bu kâinatta var olan her şey yok olup gidecek, kırk yıl sonra gökten bir nevi hayat suyu yağacak ve sûra ikinci defa üflenecek, bu sesi duyan bütün insanlar, bir hardal tanesini andıran kuyruk sokumu kemiğinden bitkiler gibi yeniden diriltileceklerdir.
1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay cereyan ediyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzak-doğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor.
Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor.
Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu, aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar.
Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor.
Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücün de buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.
Kiminle haşrolur?
‣ Malı kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Karun’a benzer, onunla haşrolur.
‣ Mülkü kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Firavun’a benzer, onunla haşrolur.
‣ Makamı kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Hâmân’a benzer, onunla haşrolur.
‣ Ticareti kendisini meşgul edip namaz kılmayan, Mekke tüccarı Ebû İbni Halif’e benzer, onunla haşrolur.
Her kul, hangi amel üzere ölürse o amel üzere dirilir. Müslim
‘Siz nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi huzuruna getirir.’ cümlesi, itaat edenler için vaad, isyan edenler için bir tehdittir.
‘Öldükten ve çürüyüp toprak olduktan sonra sizi tekrar diriltmeye kadirdir.’ Burada Allahu Teâlâ diğer isimlerinin arasında el-Kadir’i seçmiştir. Bu bize kıblenin tahvilinde tayinin, takdirin, kadr u kıymetin ancak Allah’ın takdiriyle olduğunu ve bu hükümleri inkar etmek değil değerini bilmemizi işaret eder.
قدر lügatta: Bir şeyi bir şeye kıyaslamak, ölçülü yapmak, tedbir almak, bir şeyi planlamak, miktarını beyan etmek, hükmetmek, taksim etmek, bir şeye gücü yetmek, güçlü ve kadir olmak, yüceltmek, hazırlamak, tanzim etmek, Cenâb-ı Hakk’ın ezeli plan ve programı, malik ve hakim olmak, rızkı daraltmak, zengin ve kuvvetli olmak.
Cenâb-ı Hakk’ın subûti sıfatlarındandır. الَْقدَِير ve الَْقاَدِر isimleri Kur’ân’da genellikle عَليَ harfi ceriyle kullanılır. el-Kadîr ismi 45 âyette ve genellikle Alîm, Afüvv, Gafur, Rahim isimleriyle birlikte geçmektedir.
35 âyette ‘Allah’ın her şeye gücünün yettiği’ bildirilmiştir.
Efendimiz ﷺ miracı esnasında el-Kadîr isminin tecelli ettiği sema dairesinde el-Kadîr ismine mazhar olan Hz. İsa ile görüşmüştür.
el-Kadîr isminin yüksek mertebesine yetişebilenler, haşir ve kıyameti kabul etmekte tereddüt etmezler.
İki tekrar âyetin gelişi:
Birinci çıkış, cihet hicabından çıkıştır. Manası; Çıktığın zaman hicapların hicabından halas olursun. Mescidi’l Haram’ın cihetine dön ki kalbin mescitlere, cihetlere bağlanmasın. Çünkü senin kalbine benden başkasına bağlanmak haramdır.
İkinci huruç, ikiyi iddia eden vücuttan çıkıp tevhidi isbattır. Yani; enaniyet vücudunun hicabından çıkıp vahdaniyet sıfatının tecellisine ermektir.
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِيّهَا buyruğunda, iki manaya işaret var:
1- Her şahsın cibilli istidadına münasip kıble hattı vardır, oraya döner. ‘Bilin ki herkese ne için yaratıldıysa o kolaylaştırılmıştır.’ Hadis-i Şerif
2- Her insanın yöneleceği bir kıblesi vardır.
Eğer beden kıblesine yönelirse beş havassı zahireye yönelmiş olur. Yeme, içme, koklama, duyma, görme, binit, nikah, vs. lezzetleri gibi..
Nefsin kıblesi: Dünya ziyneti, üstünlüğü, hepsine hırs, onunla gururlanıp kibirlenmek vs.
Kalbin kıblesi: Ahiret nimetleri, dereceleri, çeşitli metaları.
Ruhun kıblesi: Kurb, yakınlık, şevk, muhabbet vs.
Sırrın kıblesi: Tevhid, mârifet, keşfi ulum, manalar, sırlar.
Bunların her biri kendi kıblesine dönse müzaheme olurdu. Allah her birine tabiatlarından ve hevalarından çıkıp emir buyurduğu kıbleye dönmeyi, Rabbine itaat edip hayırda yarışmayı emretmiştir.
أيَْنَ مَا تكَُونوُا يأَتِ بِكُمُ اللهُ جَمِيعاً Cezbe-i ilâhi ile nerede olursanız Allah ile olursunuz.