Sureler

Göster

Bakara Sûresi 150. Ayet

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ۚ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

150- Nereye çıkıp gidersen, namazda yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir ve siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi oraya (Mescid-i Haram’a) çevirin ki, insanların zalim olanlarından başkasına, aleyhinize kullanacak bir hüccet (vesika) kalmasın. Artık onlardan korkmayın, benden korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım ve siz de hidâyete ermeyi ümit edebilirsiniz.


İlmi meanide bir kural vardır: Muhatap zamiri umum ifade eder. Yani Efendimize ‘Ente/Sen’ diye hitap edildiğinde bütün muhataplara hitap edilmiş olur. Bütün Kur’ân’da böyledir. Buna ‘tağlib’ de diyebiliriz. Sanki âyet-i kerime bu kuralı öğretiyor. İcazdan itnaba dönüyor. Kıbleye dönme hususunda Habibini tecrid ediyor. O’na ayrı, ümmetine ayrı emir veriyor. Farklılığı fark etmemizi istiyor.

‘Bütün insanları terazinin bir kefesine, Hz. Muhammed’i ﷺ bir O’nun değerini, şanını, büyüklüğünü, tek başına bir millet olduğunu kefesine koysalar Hz. Muhammed ﷺ ağır gelir’ hadisine telmih ediyor.

latif bir şekilde ifade ediyor. Ayrıca O’nun kıbleye yönelmesi, Rabbiyle yüzleşmesiyle, diğer insanların yönelmesinin aynı olmadığı ifade ediliyor.

O; “Her şeyden kesil, Rabbine dön” (Müzzemmil, 8) emrini layık-ı vechile yerine getiren ‘Vecîh’ isminin sahibi, kullukta zirve bir peygamber. Rabbinin rızâsından, likasından başka maksadı, maksudu, ideali, hedefi, derdi olmayan bir sevgili. Zevkini, sefasını, rahatını, malını, canını, vatanını Rabbi uğrunda terk etmiş bir Server-i Enbiya.


   Münacaat gönlünün süruru
   Namaz gözünün nuru
   Kalbi masivadan dupduru
   Bir Habib-i Kibriya…

 

Mü’minin miracı olan namaz O’nun için gerçekten miraç...

Binlerce derecesi olan namazda, niyete, tiynete, istikametine göre sınıf atlanırken; O en zirvede...

Namazda, hakkın huzurunda perdesiz, engelsiz aşkla, şevkle vuslata ermekte ve namaz zamanı girdiğinde Hz. Aişe’nin ifadesiyle çevresinden tamamen bağları kopartıp, ilgiyi kesmektedir.

Çünkü O artık Rabbinin huzurunda dünyadan bütünüyle tecerrüd etmiş, en çok sevdiği, ‘Gözümün nuru’ diye nitelediği namazda...

Tabi ki O’na davet hususi olacak; ‘Yönünü, vech-i saadetini çevir Mescid-i Haram’a. Kalbini de Kâbe’nin Rabbi olan Rahman’a…’

Bu zevki, bu sefayı, bu yüce buluşmayı ümmeti için de istedi Miraç’ta.

Miraç hediyesi olarak getirdi bahtiyar ümmetine. Çünkü O hiçbir hayrı, hiçbir güzelliği, hiçbir zevki yalnız tatmak istemez; ümmetini her yerde, her zaman düşünürdü. Âyette bu hakikat tecelli edip, ümmeti de Mescid-i Haram’a, huzuru ilâhiye davet edilmekte.

Bu davetin yanı sıra Habibullah’ın namazda aldığı zevki kısmen de olsa tadabilmeleri için iki yüzden fazla yerde ‘أقَِمِ الصَّلَاةَۖ’ buyrularak namazın kemale gelmesi için namazı düzeltin, hükmü tekrarlanmıştır. Çünkü sadece dış şartları yerine getirmekle kalıp huzura durur ama işin zevkü sefasına ulaşamamış kalbi huzura gelmekte direnir. Beden namazda, kalp çarşı pazar dolaşmakta, günün bilançosunu yapmaktadır. Nimetin sahibini düşüneceğine nimetleri nasıl elde edeceğini ya da nasıl sarf edeceğini hesaplamakta, gaflet uykusundan ara sıra uyansa da yine dalıp dalıp gitmektedir. Bu dünyevi, nefsani, şeytani düşünceler o kadar ileri gider ki namaz içinde kendini tutamaz, bazen güler, bazen ağlar. Oysa namazda dünya için ağlayan ve gülen kimsenin kabahati o kadar büyük ki... Rabbi gadaplanıp ‘Huzurumdan dışarı çık! Günahla, lakaytlıkla kirlenen azalarını yeniden yıka, abdest al, namazını tekrar kıl’ buyuruyor.

Namazın on iki zahiri şartı olduğu gibi, on iki de batıni şartı vardır.

Âyet-i kerimede ‘Nerede olursanız’ tabiri, ‘Seferde, hazerde hangi bölgede olursanız olun, yönünüzü Mescid-i Haram’a çevirin’ anlamındadır. Âyetin zımni manasıyla (cüz-kül alakasıyla) hiçbir zamanda, hiçbir mekanda namazı terk etmeyin, Rabbinizden yüz çevirmeyin, buyruklarına ters düşmeyin. Zamanlar, mekanlar, imkanlar, konumlar, makamlar sizi kıbleden, istikametten alıkoymasın, kibirlendirmesin, Rabbinizi unutturmasın. “Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onlara unutma muamelesi yaptı.” (Tevbe, 67) ‘Allah’ı unutanlara Allah kendini unutturur’ tehdidini akıldan çıkarmayın, demektir.

Kendini unutturur, yani insanlığını, kulluğunu, vazifesini, cinsiyetini, ailesini, eğitimini, terbiyesini, kitabını, akıbetini, ahiretini en nihayetinde ebediyyen düçar olacağı cezasını, azabını unutturur. En önemlisi de bütün semavi dinlerin gayesi olan, nefsi, nesli, dini, malı, namusu korumayı unutturur.

‘İnsanların aleyhinize kullanabilecekleri bir hüccetleri olmasın.’

Kıble öteden beri hanif Müslümanlar için Mescid-i Haramdı. Ne var ki cahiliye Arapları Beytü’l Harama yönelişin mahiyetine akide (inanç) dışı fikirler karıştırdılar, ataları İbrahim’in (a.s) dinine şirk şaibeleri ve ırk taassubu bulaştırdılar. Neticede Kâbe sırf Araplara mahsus bir beyt haline geldi.

Oysa Hakk Teâlâ buranın mukaddes Beytullah olmasını, kendi şiarından başka şiarlara izafe edilmemesini, Allah damgasından başka damgalar vurulmamasını istiyor. Akide sancağı altında yeryüzüne halife seçtiği bu cemaata uyguladığı terbiye metodu Efendimize ﷺ Medine’de ‘bir müddet Kudüs’ü kıble edin’ emriyle ortaya çıkıyor.

Allah bu ümmetin cahiliye ile ilgili bağlarını kopararak bozuk duygu, düşünce ve alametlerden feragat edip kendisine hulusü kalp ile bağlanmalarını istiyor. Bütün batıl kaynakları bırakıp, tek kaynaktan feyz alıp, sımsıkı İslâm’a bağlanmasını emrediyor. Beyt-i Haram’a yönlenme hususuna şaibeler karıştırıldığından, Allah mü’minleri bir müddet için Beytü’l Makdis’e döndürmekle Müslümanların duygularını cahiliye şaibelerinden temizleyip Resûlullah’a ﷺ karşı teslimiyetlerini ölçmüş oluyor.

Daha sonra tekrar ‘Mescid-i Haram’a dönün’ emrini vererek, kavmiyet, cibilliyet, taassub-u cahiliyeden arınıp kadim mukaddesat şuuruyla kıblelerinde baki kalma huzurunu bahşetmiştir.

Bu kıble yönelişleri, hikmetten anlamayan, akıllarını, fikirlerini putlaştıran inanç bukağısına vurulmuş bazı akıl fukaralarına itiraz kapısı açsa da her zaman olduğu gibi hakkın gelmesiyle batılın zail olduğunu bir daha gözler önüne sermektedir.

Efendimizin ﷺ Kudüs’e yönelmesiyle, Müslümanlara dil uzatan inançsız, münafık kimselere, Müslümanlar aleyhine saçma sapan deliller getirmelerine yüce Allah müsaade etmemiş, mü’minleri tekrar Mescid-i Haram’a döndürerek onların demir dillerini susturmuştur.

‘Onlardan korkmayın benden korkun.’

Onların üzerinize hiçbir hakimiyeti yoktur. İşlerinize müdahale edemezler. Onlara uyup da emrime muhalefet etmeyin.

Dünya ve ahirette yegane Hakim-i mutlak olarak korkulmaya müstehak olan Benim. Emr-i ilâhiye itaat edip istikametlerinizi düzelttiğiniz takdirde bu nimetlerimi daha da arttıracağım.

‘Ta ki nimetimi tamamlayayım. Olur ki hidâyet olursunuz.’

Âyetin bu bölümü, büyük bir fazlu keremden sonra daha büyük bir fazlu keremle müjdeleyici, teşvik edici, duygu yüklüdür.

Âyetin muhatapları vaktiyle bütün karanlıkları, fenalıkları, cahiliyet devrini yaşamış ve kendilerine gelen vahiyle iman nuruna kavuşmuşlar, bu nimetin eserini, tazeliğini açıklığı ve derinliği ile yaşamışlar. İşte bu süreçten geçip hakkı batıldan, yakini şüpheden, imanı adet ve taassubtan ayırma imkanının verilmesi, nimetin tamamlanması, hidâyete davetten başka nedir ki? ‘Hidâyet olasınız’ kevni sabık alakasıyla cennete, Hakk’ın rızâsına kavuşasınız anlamında bir mecazı mürseldir.
 

Kıble Değişimi Hakkındaki Âyetlerin Tekrarındaki Hikmet

‣ Peygambere ﷺ yapılan hitap aslında bütün ümmete hitap olmakla birlikte, Peygamberin kendisine kıbleye yönelme emri verildikten sonra mü’minlere de bu emrin verilerek tekid edilmesinin sebebi Kâbe’nin kıble olmasına verilen ehemmiyeti ifade etmektedir. Bu büyük bir olaydır.

Müslümanların ibadetlerinde bağımsızlık esasının ortaya konulması ve Beytül Makdis’e doğru yönelmenin sona erdirilmesine dair bir dönüşüm noktasını ifade eder. Ayrıca böylelikle mü’minlerin kararlılığı pekişir, kalpleri rahat ve huzura kavuşur. Bu şekilde münafıkların, Yahudi ve Hristiyanların yaymaya çalıştıkları fitneyi tesirsiz hale getirip, Resûle tabi olmak hususunda sebat ve kıblenin Şam’a doğru olduğu vehmini ortadan kaldırmaktadır. İşte bunlar bütün mekânlarda kıblenin Kâbe olduğu hükmünün genel bir şekilde ifade edilmesine sebep teşkil etmiştir: ‘Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yana çeviriniz.’

‘Nereden çıkarsan’ ‘Her nerede yolcu olursan’ demektir. Bu cümlenin gelişi yanlış anlamayı önlemek içindir (Tekmil ve ihtiras itnabı). Çünkü yolculukta kıbleye yönelmek zordur. İnsanlar yolculuk sırasında kıbleye yönelme emrinin sakıt olduğunu zannedebilirler.

‣ Namaz kılan kimse üç durumda bulunabilir:

Birinci âyet (144), Mekke’de oturanlar için kıbleye dönme emridir.

İkinci emir (149), Mekke dışındaki bir şehirde oturanlar için bir emirdir.

Üçüncü emir de (150) seferde, yolculukta olanlar içindir.

Cenâb-ı Hakk bu üç tekrarın her birine farklı manalar yüklemiştir:

Birinci âyet, Ehl-i Kitab’ın, Resûl-i Ekrem’in ﷺ peygamberliğinin ve kıblenin durumunun hak olduğunu bildiklerini beyan etmektedir.

İkinci âyet, Cenâb-ı Hakk’ın bunun hak olduğuna şehadet ettiğini bildirir.

Üçüncü mertebede de, ‘İnsanların aleyhte delilleri olmasın diye bunu yaptığını’ beyan etmiştir. Faydalar farklı farklı olduğu için, bu tekrarlar güzel olmuştur.

‣ Allahu Teâlâ, birinci âyette, “Seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Şimdi yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey müslümanlar) her nerede olursanız olun, oraya yüzünüzü çevirin” buyurmuştur. Cahil kimsenin kalbine, ‘Seni, hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz’ dediği için Allah’ın bunu, Hz. Peygamber’in hoşnutluğunu elde etmek maksadıyla yaptığı vehmi gelebilir. Cenâb-ı Hakk,

‘Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a döndür. Çünkü o, Rabbin tarafından olan hak (bir kıbledir)’ buyurarak bu bozuk vehmi gidermiştir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, üçüncü olarak, “Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. (Siz de ey Müslümanlar) Nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin” buyurmuştur. Bundan maksat, ‘Bütün zaman ve vakitlerde bu kıbleye yönelmeye devam edin ve yüz çevirmeyin. Eğer çevirirseniz, dininiz hususunda bir ta’na (tenkide) sebeb olur’ demektir.

İlk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirip, Rabbine sessizce yakaran Peygamberimizin arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşır,

Emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu değişikliğinin O’nun arzusu ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına gelir.

Üçüncü tekrar ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, onların tutumunu kınama amaçlıdır.

Ayrıca bu tekrarların delalet-i tazammuniyesi ile şunu anlarız: Müslümanların o an içine düştükleri psikolojik durum bu tekrarı, vurgulamayı, açıklamayı ve gerekçelendirmeyi gerektirmiştir. Bu da (dal bil iktizası ile) kafa karıştırıcı söylenti ve asılsız iddiaların büyük çapta olduğunu, bir kısım müslümanların bundan etkilediğini gösterir. Kur’ân bu tekrarlarla o günlerdeki bu olumsuz etkiyi silmiştir.

Birinci emir, Mescid-i Aksa’ya yönelmeyi nesih etmek için gelmiştir.

İkinci emir, Kâbe’ye yönelme hükmünün artık kıyamete kadar nesih olmayacağını belirtmek için gelmiştir.

Üçüncü emir de yahudilerin, hristiyanların ve müşriklerin, müslümanların aleyhine ellerinde bir delil kalmasın diye indirilmiştir.

Bu olay, dinimizde, neshedilen hükümlerin ilkidir. Bundan dolayı, tekid, iyice anlatma, şüpheleri yok etmek için tekrara ihtiyaç duyulmuştur.

‣ Bu tekrarlar, Kıble’ye yönelmenin büyük bir hikmeti haiz olduğunu gösterir. Namaz ve diğer ibadetlerden maksat, Allahu Teâlâ’ya hudu ile tazim sunmaktır. İnsan kendini Allah’ın ﷻ huzurunda ne kadar çok bilip hisseder, kendini hazır ederse hudu’u o miktarda kuvvetli olur. Böylece Rabbine ihlasındaki, kulluğa yönelmesindeki güzellik, kendi üzerine terettüp eder ki bu; emirlere imtisal edip yasaklardan kaçınmaktır.

Efendimiz ﷺ ‘İhsan, Allah’ı görür gibi ona ibadet etmendir, nitekim sen onu görmesen de O ﷻ seni görmektedir’ buyurmuştur. Allahu Teâlâ hislerin ihatasından münezzeh olduğu için, bu hudu’u sağlamak ancak kıbleye tam anlamıyla yönelmekle mümkündür. İşte bu hassas önemi nedeniyle kıble emri tekrar edilmiştir.
 

''İnsanların, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye...''

Yahudiler, ‘Aslında Muhammed namazında nereye yöneleceğini bilemiyordu. O’na kıbleyi biz gösterdik’ diyorlardı.

Araplar da, ‘O, Hz. İbrahim’in dini üzereyim diyor, şu anda ise Kâbe’ye yönelmiyor. Kim Kâbe’ye yönelmezse, o İbrahim’in dinini terk etmiş olur’ diyorlardı.

Ayrıca Kıble Kâbe’ye çevrilince bu defa bazı Arap müşrikler ‘Muhammed Kâbe’ye yönelmek sûretiyle dinimize iltifat ediyor; ilerde de tamamiyle dinimize girecek’ demişlerdi. İşte bu konuşmalar onların Müslümanlar aleyhinde dile getirdikleri iddialar, hüccetlerdi.
 

Gayr-i Müslimlerin Bahanelerine 'Hüccet' Denmesi

Bu cümle, istisna-i muttasıldır.

‣ Nefislerine zulmeden kimselerin şüpheleri bir hüccet değildir. Onların iddiaları hüccet kelimesinden istisna edilince, sanki hüccete dahil olmuştur.

‣ Çekişme, taraflardan her birinin diğerinin aleyhine bir hüccet ve delil getirmesidir. Bu nedenle bâtılı savunan kimsenin getirdiği delile de hüccet denir. Hüccet, bir kimse başkasına galip geldiğinde söylenilen, ‘haccetün’ kelimesinden türemiştir. Başkasına üstün gelme kastedilen her söz hüccettir. Bundan dolayı istisna muttasıl olur.

‣ Âyetteki, ‘nas’ kelimesinden maksat, kitab ehlidir. Çünkü onlar, kendi kitaplarında Hz. Peygamber’in kıbleyi değiştireceğini görmüşlerdi. Kıble değişince, onların hüccetleri geçersiz oldu. Zâlimler bildiklerini gizlemeleri sebebiyle bu husustan müstesna tutulmuşlardır.

‣ Onlar, bu şüpheyi bir hüccet inancı içinde irad ettikleri için, Allahu Teâlâ onların inancına binaen, buna hüccet demiştir (müşakale). Veya, belki de Allah ﷻ o şüpheyi onlara bir hakaret olsun diye, ‘hüccet’ diye isimlendirmiştir. ‘Hüccet’ sözüyle çekişme ve mücâdeleyi murad etmiştir.

Bu cümle, istisnâ-i munkatı’dır. Manası, ‘şüpheye tutunan ve o şüpheyi hüccet olarak gören zâlimler hariç...’ şeklindedir. Veya cümle, istisna değildir.

‘İlla’ ‘vâv’ harfi anlamına gelebilir. Buna göre Allahu Teâlâ sanki, ‘İnsanların ve zulmedenlerin, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye...’ demiştir.

إِلَّا الَّذِينَ ’ deki, الَّذِينَ ’ nin mahalli عَليْكُمْ lafzındaki, كُمْ’ den bedel olmak üzere mecrur olabilir. Sanki şöyle denmiştir: ‘Siz zâlimlere hüccet olmasın diye...’ Çünkü bu, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olur.

‣ إِلَّا burada بَعْدَ manasındadır.

‣ Bazı kurralar hemze’yi üstün ve lam’ı şeddesiz olarak ‘Ela’ şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde burası yeni bir söz başlangıcı olur. Anlamı “Dikkat edin, zulmedenler...” şeklindedir.

‣ Ya da bu tahzirdir. O takdirde ‘ zulmedenler’ mukadder bir fiil ile mensub olur. ‘Onlardan zalim olanlara karşı dikkatli olunuz’ anlamına gelir.

Tahzir: Mefulün bihin fiilinin hazfedildiği yerlerdendir. Muhatabı hoş olmayan tehlikeli bir işten uzaklaştırmak için yapılan uyarıdır.


Hüccet

Burhan, delil, senet, belge, fatura, seçkin âlimlere verilen unvan,... anlamlarına gelir. Çoğulu hucac ve hicac’dır.

Hüccet, ileri sürülen bir görüşün doğruluğuna delalet eder, onu kuvvetlendirir. Aynı zamanda iki zıt şeyden birisini geçerli kılar. Delil ile aynı anlamı da taşıdığı söylenir.

Kur’ân’da bu kelime حَاجَ ve حَاجَّ gibi benzer kalıplarda toplam otuz üç yerde geçmektedir. Bunlardan on üçünde İslâm’ın beş esasından birisi olan hac anlamında kullanılmıştır. Geriye kalan on dokuz yerden on birinde daha çok ‘hace’ ve ‘hacec’ kalıplarında tartışma ve delil getirme anlamlarında kullanılmıştır.
 

''Öyleyse onlardan korkmayın, benden korkun.''

‘Sizinle bu konuda tartışan inatçı, mücadeleci ve çekişen kimselerden, kıbleniz hakkındaki dedikodularından korkmayın. Çünkü onlar size zarar veremezler. Ancak benden haşyet duyun. Size farz kıldığım şeylerden dönerseniz, işte o zaman benim cezamdan çekinin.’

Kâbe’ye yönelme hususunda zalimlerden korkmanın yasaklanmasında, asıl hak sahibi olandan korkulması gerektiğin e işaret vardır. Batıl üzere olan kişi gözde büyütülmemeli ve değer verilmemelidir.

Bu âyet, kişiye, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerinde Allah’ın cezalandırmasını hep aklında tutması, mahlûkatın elinde kesinlikle hiçbir şeyin bulunmadığını bilmesi ve kalbini insanlarla meşgul etmeyip onlara iltifat etmemesi gerektiğine delâlet eder.
 

Haşyet

Haşyet, saygıyla karışık sevginin yoğurduğu bir korku halidir. Çoğu zaman bilinçli korku için kullanılır. Bu nedenle özellikle alimlerin gönül dünyası haşyetle tanımlanır.

Gerek Kur’ân’ı Kerim’de gerek hadisi şeriflerde haşyet; takva, havf, rehbet, vecel, işfak kelimeleri aynı anlamdadır.

Eş anlamlı olmalarına karşılık, havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu, haşyet ise saygıdan doğan ümide yönelik yüceltmeyle birlikte bulunan bir korkuyu anlatır. Havf dünyevi korku, haşyet uhrevi korku anlamında kullanılır.

‘Gönül alçaklığı, boyun eğme, itaat’ duygusunu anlatmak için kullanılan huşu ve haşyet kelimesi arasında ne kök ne de mana bakımından ilgi yoktur. Sadece ses benzerliğinden zaman zaman karıştırılır.

Haşyet, saygı duyulan varlık hakkında bir bilginin ürünü olarak ortaya çıkar.

Ebû Talibi Mekkî havf makamlarını şöyle sıralar:

     1- Takva: Müttakiler, salihler ve amillerin makamıdır.

     2- Hazer: Zahitler, vera ehli ve huşu sahiplerinin makamıdır.

     3- Haşyet: Alimler, abidler ve muhsinlerin makamıdır.

     4- Vecel: Zikredenlerin, Allah’a boyun eğenlerin ve ariflerin makamıdır.

     5- İşfak: Sıddıklar, şehitler ve aşıkların makamıdır.

 

''Nimetimi tamamlamam için''

Kıble nimeti nimetlerin en güzel ve değerlilerindendir. Hadis-i şerifte ‘Nimetin tamamı, cennete girmektir’ buyrulmuştur. Hz. Ali de ‘Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir’ demiştir.

Eğer, ‘Allahu Teâlâ, Hz. Peygamberin ﷺ vefatı yaklaşınca “Bugün dininizi kemâle erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım” (Maide,3) âyetini indirmiş, nimetini ancak o gün tamam kıldığını bildirmiştir. O halde senelerce önce bu âyette nasıl ‘Nimetimi tamamlamam için’ demiştir?’ denilirse; şöyle cevap verilir: Her vakte lâyık olan nimetin tamamı, Cenâb-ı Hakk’ın o vakte tahsis ettiği nimettir.

Yüce Allah’ın “Size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim” buyruğu, hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni, büyük bir nimetin müjdeci pırıltısıdır.

Yüce Allah’ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında duruyordu. Çünkü onlar, karanlığı daha önceki cahiliye döneminde yaşamışlardı. Birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler halindeydiler. Hedefleri basit, idealleri sınırlı, düşünceleri karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi.

Sonra iman sancağı altında birliğe, güce, sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere, imanın aydınlığına, temizliğine, düşünce ve değerleri belirgin İslâm toplumuna geçmişlerdi. Bu yeni nimeti üzerlerinde, pratik hayatlarında algılıyor, toplum yapılarında görüyor, yeryüzündeki durumlarında, evrendeki konumlarında müşahede edebiliyorlardı.

Bu yüzden ‘Nimetimi tamamlayayım’ ifadesi, bu İslâm nimetinin çok daha ileri boyutlara ulaşacağını tebşir eden, heyecan veren bir vaaddir. ‘Nimetimi tamamlamam için’ ifadesi ile ‘insanların sizin aleyhinize hücceti olmasın diye’ kısmı arasında takdim tehir vardır. Ahfeş Âyet-i kerime, kıblenin değişmesindeki iki ana hikmeti açıklıyor:

Birincisi; bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi bayağı insanlar tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir.

İkincisi; Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidâyete ermeyi ve doğru yolda sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz.

‘Hz. Muhammed ﷺ insanlığa ne getirdi?’ diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak yeterlidir. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.


Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَليْكُمْ حُجَّةٌ Yani insani vasıflar hak yolunda sülükte sizinle çekişmesin. Haktan sapıtmak isteyenlerin delilleri sizi engellemesin. إِلَّا الذَِّينَ ظَلمَُوا مِنْهُمْ Yani nefsi emmare ve zalim şeytan, zalim sıfatları bazı vakitlerde süluk esnasında size müdahale ederler.

فَلاَ تَخْشَوْهُمْ Onlar ihlas yolunda sizin yolunuzu kesmeye kadir olamazlar. وَاخْشَوْنِي Hiçbir makam ve halde benim mekrimden emin olmayın. Fazlıma, ihsanıma, in’amıma güvenin.

وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ Hazrete vusulle nimetimi tamamlamak için. Nimeti zatına izafette vücub hicabının zulmetinden çıkıp rububiyet âleminin nuruna vasıl olmaya işaret vardır. Bakara, 257. âyette buyrulduğu gibi;

“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğuttur. O da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalırlar.”) وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Vücut hicabından çıktığınızda cemal ve celal sıfatların şuhuduna hidâyet olur, mutabiat sancağının gölgesinde olursunuz.

‘Âdem ve diğerleri kıyamet gününde benim sancağımın altında olur. Bununla övünmüyorum.’ Hadis-i Şerif

 

Belâgat


✽ ‘Nereden çıkarsan’ ‘Her nerede yolcu olursan’ demektir. Bu cümlenin gelişi yanlış anlamayı önlemek içindir (Tekmil ve ihtiras itnabı). Çünkü yolculukta kıbleye yönelmek zordur. İnsanlar yolculuk sırasında kıbleye yönelme emrinin sakıt olduğunu zannedebilirler.

✽ ‘Hidâyet olasınız’ kevni sabık alakasıyla cennete, Hakk’ın rızâsına kavuşasınız anlamında bir mecazı mürseldir.