151- Nitekim size içinizden âyetlerimi okuyan, sizi tertemiz yapan, size kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri bildiren bir peygamber gönderdik.
Rabbimiz cümleye ‘İçinizden resûl gönderdiğimiz gibi’ diye başlıyor. Âyet-i kerime hem öncesiyle, hem sonrasıyla bağlantılı bir istinafi ibtidai.
Rabbimizin bu müthiş uyarısı ile anlıyoruz ki; bize verilen en büyük nimet Peygamberimizdir.
O, getirdiği kitap ve hikmetle (sünnetle) ümmetini bilgilendirdi ve her türlü günah kirinden, akıl bulanıklığından, kalp karışıklığından, beden pasaklılığından kurtardı. Taharet nedir, temizlik nedir, gusül nedir bilmeyen, banyoya attığı tarihe baktığında bir yıl banyo yapmayan Avrupalı, O’nun sayesinde şu anda her gün yıkanıyor. Vaftiz edilip sarı suya batırıldıktan sonra ‘Artık bu temizdir, asla gusle ihtiyacı yoktur’ fikrini taşıyanlar ancak İslâm’a geldiğinde temizliğin ne olduğunu anlıyorlar. Tarihin hangi zaviyesinden bakarsak bakalım Efendimizin ﷺ gelmesiyle âlem değişti.
İnsanlar O’na inancı ve bağlılığı nisbetinde arındı. İçi, dışı, sözü, özü, nefsi, nesli, kalbi, ruhu temizlendi. Cahillik esaretinden kulluk hürriyetine kavuştu. Hedefini fark etti, yolunu buldu. Vazifesini öğrendi.
Bilgisini, görgüsünü, terbiyesini, görüşünü, bilincini, mefkuresini, ölçüsünü bizzat Allah’tan alan bir peygamber...
‘يَتْلُو’ fiilinin diğer anlamlarına göre, Allah’ın âyetlerini takip eden, ardı sıra giden, uyan, uygulayan ve ona muhâlif olan her fikri, her görüşü terk eden, sonlandıran bir peygamber...
Hedefi rızâullah, gayesi aşkullah, gidişi sebilillah, arzusu ilay-ı kelimetullah olan bir peygamber...
İradesini Hakk’ın iradesinde yok etmiş, hevadan konuşmayan, her sözü vahiy, her hareketi güzel örnek olan bir peygamber…
Görevini ifada Allah’tan gayrı kimseden korkmayan, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, aşkla şevkle Allah’ın âyetlerini, gece gündüz okuyan, anlayan, yaşayan, yaşatan bir peygamber (kevni sabık alakası)...
Zengin-fakir, aziz-hakir hiçbir fark gözetmeden, hiçbir gerçeği saklamadan, Allah’ın hatırını bütün hatırların üzerinde tutan, hitabette, merhamette, muhabbette, mârifette zirve bir peygamber...
Okuduğu ve uyguladığı âyetlerle mükellefleri doğruya, hakka, adalete, kulluğa, muhabbete, dostluğa davet eden bir peygamber...
Tezkiye lügatta arıtmak, iyi olmak, düzeltmek, övmek, temizlemek, zekat, bereket, artmak, düzen, saflık, duruluk, zeka... vs. anlamlarını taşır. Cenâb-ı Hakk, Habib-i Kibriyası’nı tanıtırken bu kelimeyi sübut, devam, teceddüd ifade eden muzari kalıbıyla getirmiş. Bu demek oluyor ki; Efendimiz ﷺ o gün de bugün de ümmeti arındırmaya, damıtmaya, özünü ortaya çıkarmaya devam ediyor ve haşre kadar da devam edecek.
Öğrenmekten, okumaktan maksat, öğrendiğini eyleme, amele dönüştürmektir. Yunus’un dediği gibi;
‘Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.’
Bu dünyevi açıdan da böyledir. Hangi ilim, hangi sanat olursa olsun, uygulaması yapılıp pratiğe geçmedikçe unutulur gider. Ne sahibi, ne çevresi, ne vatanı, ne milleti ondan bir fayda görmez.
İşi bilen usta liderler taliplerin başında durup bizzat yaptırarak yanlışlarını, hatalarını düzelterek, püf noktalarını ve bu husustaki deneyimlerini, tecrübelerini ortaya koymalı ve yoğun gayret göstermeli ki yeni yetişen nesil öğrensin, devam etsin. Bu liderlerin en mühim vazifesi, aşklı, şevkli, hedefli, en önemlisi iddialı olmalı ki gaye mugayyaya ulaşsın.
İşte Resûl-ü Zişan Efendimiz ﷺ böyle bir nebi, böyle bir öncü, böyle bir öğretici, talim ettirici. Hem de bizzat uygulayarak.
Dini mübini itikat, ibadet, ahlâk, muamelat gibi bütün yönleriyle en açık deliller, örnekler ve ifadelerle tebliğ etmiş, talim etmiş ve tüm olumsuz düşünce, hareket ve fiillerdeki yanlışlıkları düzeltip cehalet, dalâlet, enaniyet, asabiyet kirlerinden temizlemiştir.
Akif’in ‘Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta’ diye tarif ettiği kimseleri ıslah edip, tertemiz, pırıl pırıl, ışıl ışıl, mübarek zevat haline getirmiş. Asrı saadetin saadetlileri ve tüm insanlığın feyiz kaynağı haline getirmiş. Kötü niyet, kötü tiynet, kötü gidişatlarını iyiye çevirmiş. Yollarını, yöntemlerini, düşüncelerini, yanlışlarını, morallerini düzeltmiş, onları övülecek, sevilecek, gıbta edilecek seviyeye getirip ‘Ashabım yıldızlar gibidir’ buyurarak onlarla övünmüş.
Onları nur-u tevhid, nur-u nübüvvet, nur-u iman, nur-u Kur’ân ile tenvir eyleyip arı, duru hale getirmiş. Onların zenginlerinden zekat alıp fakirlerine vermek sûretiyle zengini ihtirastan, fakiri haset ve ümitsizlikten kurtarıp korumuş.
Allah korkusunu yüreklerine yerleştirerek akıllarını geliştirip onları zeki insanlar haline getirmiş. Onları haramlardan, israflardan, hırslardan, nefsi arzuların zebunu olmaktan, cimrilikten, hodgamlıktan kurtararak ömürlerini, gelirlerini, zaman, mekan ve imkanlarını bereketlendirmiş.
Bütün bunları yaparken dostluk, sevgi, şefkat, yardımı elden bırakmamış. Herkesin seviyesine, seciyesine göre davranıp önce gönülleri, sonra beldeleri feth etmiş.
Dillerini kizb, gıybet, malayaniden, kalplerini kirli, hırslı, kinli bakışlardan ve tüm bedenlerini fesad fiillerden arındırıp tezkiye etmiş.
Âyette geçen ‘kitap’ Kur’ân, ‘hikmet’ de hadis-i şerif olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Kur’ân kitabın kendisidir, Ümmü’l kitaptır. ‘Hikmet’ diye geçen hadis-i şerifler de Efendimize ﷺ ilham edilen vahyi gayrı metluvdur. Bu nedenle sünneti inkar eden kitabı da inkar etmiştir. Âyette “Allah ve Resûlü’nün arasını ayırırlar” (Nisa, 150) buyurularak bu gerçeğin altı çizilmiştir. Efendimiz ﷺ âyete inanıp hadise inanmamayı kıyamet alameti sayarak uyarmıştır.
Âyetin başında ‘size kitap okuyor’ buyrulurken, burada ‘kitabı hikmeti öğretiyor’ buyrulmakta. Bir şeyi okumakla talim etmek ayrı şeyler. Mesela spiker haberi okur. Ama asker talim eder. Biri konuşur, diğeri amel eder.
Efendimiz ﷺ hem okumuş hem talim ettirmiştir. Ümmetinin iki cihan saadeti için son derece gayret göstermiş, bu uğurda malını, canını feda etmiştir. Öncelikle tam yirmi üç yıl vahyin ağırlığına, Kur’ân tabiriyle ‘Sırtını çatırdatan’ (bkz. İnşirah, 3) ağır yüke katlanmıştır.
Bu kudsi görevi yaparken şan, şöhret, para, menfaat, maddi bir karşılık beklemeyip sırf Allah için yapmıştır. Hem de aşkla, şevkle, içtenlikle, heyecanla, muhabbetle... Öyle bir ihatalı muhabbetle ki; vahyin kaynağını sevmiş, gelen vahyi sevmiş, tebliğ ettiklerini sevmiş. Görevini her şeyden üstün tutmuş, önemsemiş, benimsemiş, benimsetmiştir.
Görevi yaparken emir, komut veren bir komutan gibi değil; görevi tebliğ eden aynı görevle yükümlü bir er gibi haber getirmiş ve öncelikle kendi uygulamış. Tebliğ ettiği kimselere ‘Ashabım, arkadaşım’ diye hitap etmiş. Onların tüm dertlerine derman olmuş, problemlerini çözmüş. Rabbinin tabiriyle ‘Onlara Rauf ve Rahim’ olmuş. (bkz. Tevbe, 128)
Denilir ki; söz ağızdan çıkarsa kulağa kadar gider, kalpten gelirse kalbe kadar gider. İşte Efendimizin ﷺ tebliği gönüllerde cevelan eden türden… Bir ömür şefkat, sabır ve çeşitli tebliğ metotlarıyla herkesi seviyesine, karakterine, yetiştiği topluma, psikolojik durumuna göre irşat etti. Gönüllere kapılarından girerek, muhatabını vahyi anlamaya, yaşamaya müsait hale getirdi, sevdirerek tebliğini gerçekleştirdi. Muhterem sahabelerini nakış nakış işledi, zeminden zirveye yükseltti. Dostluğun altın kuşağı ile birleştirip uzlaştırdı.
Hasılı tarihte O’nun gibi bir insanın otoritesine, tesirine, sevgi ve şefkatine rastlanmamıştır. O bütün zamanların en büyük lideri, en muazzam üstadı ve insanlığın kurtarıcısıdır. O’nun her hitabı vecizedir. Günümüze kadar hiç kimse O’nun gibi hitap ederek karşısındakini hayran bırakmamıştır.
‘Muhammedun beşerun la kel beşeri
Bel hüve yakutun beynel haceri’
Muhammed ﷺ beşerdir ama beşer gibi değildir
Nitekim yakut da bir taştır ama diğer taşlar gibi değildir. Ebû Hasen Şazeli
Efendimiz ﷺ altı yüz senedir peygamber gelmemiş fetret devri insanlarına peygamber gelmişti. O zaman insanlar cehalet, dalâlet sahrasında insanlığını, şahsiyetini, ahlâkını, mukaddesatını kaybetmiş vaziyetteydi.
O karanlıkta bir güneş gibi doğup âlemi tenvir etti. O zaman insanlar nereden geldiğinin, nereye gideceğinin farkında değildi. Kainatın Efendisi Allah’ı tanıttı, buyruklarını bildirdi. İnsanlığın vazifesini, hedefini, gayesini, akıbetini öğretti. Yirmi üç yılda tamamlanan vahiyle tanıştırdı. Dini, malı, canı, nesli, nefsi korumayı talim buyurdu.
Bu cümle öncesine mana cihetinden bitişiktir. Yani Kıble konusunda size nimetimi tamamlamak için nasıl ki Kâbe’yi kıble kılmışsam yine bu nimetimin bir sonucu olarak içinizden bir peygamber gönderdik. O da Muhammed Mustafa’dır ﷺ. Zira peygamber gönderilmesi şüphesiz nimetlerin en büyüğüdür. Nimetin tamamlanması Nebi sav’e tabi olmaya muvaffakiyettir. Ona tabi olmak Hazret-i Cemal’e vusule hidâyet içindir.
‘İçinizde’ kavlindeki hitap ve sonrası; Muhacir mü’minlere ve Ensara Allah’ın onlar üzerinde olan nimetlerini hatırlatmaktır. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden resûl gönderilmesi hidâyetlerini kolaylaştıran en kuvvetli nedendir. Hz. İbrahim’in ‘Rabbim onların içlerinden onlardan bir resûl gönder’ duası da bu yönde idi.
Burada Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ederken yaptığı dua aynı sözlerle tekrar ediliyor. (Hz. İbrahim’in, soyundan gelecek olanlara kendi ailesinden bir peygamber göndermesini, bu peygamberin onlara Allah’ın âyetlerini okumasını, Kitab’ı ve hikmeti öğretmesini, kendilerini kötülüklerden arındırmasını dileyen duası)
Bu tekrar, müslümanlara kendi aralarından bir peygamber gönderilmesinin ve müslüman olmalarının, Hz. İbrahim’in bu duasının kabulü olduğunu hatırlatır. Müslümanlık, sonradan ortaya çıkma bir şey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir olaydır. Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları Hz. İbrahim’in kıblesidir.
لِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَليْكُمْ وَلعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ cümleleri teşbihtir. Şöyle demektir: ‘Bu size olan nimetim, Muhammed’i ﷺ gönderme nimetim gibidir.’ İrsal, müşebbehi bihtir. Yani başlangıç sona delalet etti. Bu, hadis-i şerifteki ‘İbrahim’e salat ettiğin gibi’ teşbihine benzer.
‘Resûl’ kelimesini tazim için nekre kıldı ki her biri has nimet olan her bir sıfat ona cari olsun.
‘Andolsun Allah içlerinden bir resûl göndererek mü’minleri nimetlendirmiştir.’ Yani insan cinsindendir. Çünkü onunla ünsiyet edebilirler. Eğer melek cinsinden olsaydı o da insan kılığında gönderilirdi. “Eğer biz bir meleği resûl göndersek onu insan kılığında gönderirdik” (Enam, 9)
Cenâb-ı Hakk buyuruyor: ‘Size in’amım istikbali kıble ile nimetimi tamamlamam şeriat ve nimetlerin mütemmimi iledir. Ama bu bedi bir ihsan, ilk ihsanımız değildir. Bilakis size nimetin aslını ve tamamlayıcısını in’am ettim ki o da bu Resûl-ü Kerimi ﷺ göndermemdir. Üstelik sizden; nesebini, sıdkını, emniyetini, kemalini, ihlasını bildiğiniz bir Resûl… Âyetin öncesi ile irtibatı şöyledir: Dünyada resûl göndermekle nimetimi tamamladığım gibi ahirette de sevapla nimetimi tamamlayacağım.
Âyetin sonrasıyla irtibatı da şöyledir: Sizi resûl göndererek zikrettiğim gibi siz de beni taâtla zikredin ki, sizi sevapla zikredeyim.
Bu cümle önceki âyetin evveline değil, son cümlesi olan تَهْتَدُونَ ’e muvafıktır. İbni Abbas
رسل fiili lügatta; saldı, bıraktı, gönderdi, musallat etti, tabi oldu, ağır ağır hakkını vererek okudu, yavaş ve nazik davrandı, saç düz oldu, yumuşak ve mutlu oldu, neşelendi, güvendi, mektup, hitabe, küçük kitap, tez, peygamberlik, vazife, sürü, topluluk, elçi, geniş ova, has şey, tatlı su... manalarına gelir.
Varlık âleminde her şey daha çok kendi cinsiyle kaynaşıp anlaşır.
Vahşi ormanlarda, ya da tenha bir çölde yalnız başına kalan insan, en çok yine bir insan görme arzusunu taşır. Bu yalnızlık biraz daha sürse, hayalinden insanlar ve tanıdıkları kimseler geçmeye başlar. Geceleri rüyasında insanlar arasında bulunduğunu, onlara kavuştuğunu görür.
Her canlı, hayatı kendi cinsinin özelliğine doğru çekmekte ve ona benzetmeye özenmektedir. Bazı aileler evinde beslediği kedi ya da köpeği eğiterek insan gibi hareket etmesini sağlamaya çalışır. Bugün sirklerde terbiye edilen çeşitli hayvanları milyonlarca insan zevkle seyreder. Bu zevk daha çok o hayvanın bazı hareketlerinde insana benzemesinden kaynaklanır.
Varlık âleminde aynı cinsten moleküller bile bir arada bulunmasalardı mineraller meydana gelmeyecekti. Bir elementi incelediğimiz zaman moleküllerin birbirine nasıl sımsıkı tutunduklarını, bu tutunmayı zedeleyecek güçlere nasıl mukavemet gösterdiklerini görürüz.
İşte bu nedenle Allah, insanlara kendilerinden peygamber gönderir, böylece kaynaşma, anlaşma, kurumlaşma ve bütünleşme daha kolay olur.
Allah’ı bir resûlün aracılığıyla bilenler, kendilerinin acizliğini de bilirler. Allah’ı kendi acziyetini tanımadan tanımış olanlar, Allah’ı değil, kendilerini yüceltirler.
‘فِيكُمْ / sizin içinize’ ve ‘مِنْكُمْ / sizden’ sözünden maksad, Araplardır. Allah’ın, Hz. Muhammed’i Araplardan biri olarak, içlerinde peygamber göndermesi, büyük bir nimettir. Arapların başkasına boyun eğmede çok fazla taassubları olduğu için, Allahu Teâlâ, daha kolay kabul etsinler diye, kendi içlerinden bir peygamberi onlara göndermiştir.
Ayrıca o devirde müslümanların hepsi Arap’tı. Adnan kabilesi de, Kahtan kabilesi de, köle de, efendi de Arapça biliyor ve anlıyordu. Selman hazretleri İranlı, Bilal hazretleri Habeşli, Abdullah b. Selam Beni İsrailden olmalarına rağmen tek bir dil konuşuyorlardı. Resûl ﷺ onların lisanıyla konuştuğu için, onun her maksadını anlıyor, Kur’ân’ın muciz beyanını idrak edebiliyor, bu dini diğer ümmetlere nakletme meziyetine nail oluyorlardı. Bu da onlar için hususiyeti çok büyük bir nimettir.
‘Resûl’ ismi Efendimizin ﷺ hususiyetlerindendir. Allahu Teâlâ Kur’ân’ı Kerim’de Efendimize ﷺ Resûl ve Nebi diye hitap etmiştir. Diğer nebilere ise isimleriyle hitap etmiştir.
Resûl; Nebi’den bazı özelliklerle ayrılır. Resûl kendine vahyolunanı tebliğe memurdur. Yeni bir şeriat getirir veya kendinden önceki şeriatın bazı hükümlerini kaldırır ya da hususi bir kitaba sahiptir. Nebi ise ancak resûlün şeriatını tekit için gönderilmiştir. (Yuşa (a.s) gibi) Kur’ân’ı Kerim’de ve hadiste ‘Nebi’ ve ‘resul’ mutlak geldiği zaman Efendimiz ﷺ murad edilir. Evvelin ve ahirinin her ferdinden bütün halka gönderilmiş Resûl-ü mutlak’tır. Risaleti umumadır, davet-i tâmme sahibidir. O mutlak habercidir, bütün müşkilleri açıcıdır. Hem Resûl, hem Nebi ismiyle tahsis edilmiştir. (Esmâü’n Nebi, M. Balcı)
‘Resûl’ ismi Türkiye’de en çok kullanılan isimlerdendir. 24.739 kişinin isminin Resûl olduğu ve bu sayının her yıl 404 kişi arttığı tahmin edilmektedir.
Kim bana salat-ü selam getirmeyi ihmal ederse cennetin yolunu şaşırmıştır. Hadis-i Şerif
Cuma günü üzerime 100 defa salavat-ı şerife getiren kimse kıyamette öyle bir nur ile gelecek ki, eğer o nur bütün mahşer ehline taksim edilse hepsine yeterdi. Hadis-i Şerif
Ömrünü boş yere heba eden kişi kaybettiği zamanı telafi etmesi için salavat-ı şerife ile meşgul olmalıdır. Eğer bütün ömrünü ibadetle geçirmiş olsan sonra bir defa salavat-ı şerife getirsen, getirdiğin salavat bütün ibadetlerinden daha ağır gelirdi. Çünkü sen kendi gücün nispetinde salavat getirmektesin.
Allahu Teâlâ da rububiyyeti hesabıyla senin bir salavatına karşılık sana on salavat getirmektedir. Yani Allahu Teâlâ sana on defa rahmet nazarıyla bakmaktadır. Allahu Teâlâ’nın kuluna nazar-ı rahmeti; insin, cinnin ibadetinden daha hayırlıdır. Çünkü Allah bir kuluna rahmeti ile nazar edince o kul azaba dûçar olmaz. Hadis-i Şerif
Allahu Teâlâ, perşembe günü ikindi vakti, melekleri salavat-ı şerife getirenlerin ismini yazmak için yeryüzüne gönderir. Cuma günü ve gecesi salavat getirmeyi ihmal etmemelidir.
Velid b. Muğire Allah Resûlünü ﷺ vurmak için bir taşı alıp secdedeyken yanına gitti. Birden gözleri kapandı. Efendimizi ﷺ Mescid-i Haram’da göremedi. Sonra geri döndü. Geri döndüğünde onu gönderenleri de göremiyordu ama sadece seslerini işitebiliyordu. Efendimiz ﷺ namazını bitirinceye kadar gözleri bu şekilde kaldı. Ne zaman Resûlullah ﷺ namazını bitirdi, onun da gözleri açıldı.
تَلَاهُ bir kişiyi aralarında hiç kimsenin bulunmayacağı kadar yakın bir şekilde izlemek ve uymaktır. Bazen bizzat bedenle izlemeyi, bazen de hükümde ona uymayı ifade eder. Bazen de okuyarak ve manayı düşünerek izlemek anlamına gelir.
Tilavet ise sadece Allah’tan gelen kitaplara bağlılık için kullanılır. Bu bazen okumak, bazen de orada yer alan emir ve yasakları, teşvikleri ciddiye alıp gereğini yapmak ya da kitapta olan şeyleri yapmaktır. Buna göre her tilavet bir kıraattir, ama her kıraat bir tilavet değildir.
Yani ‘varlık ve nefis cevherinizi bulandırıp kirleten günahların kirinden, şirkten temizleneceğiniz iman ve salih amele sizi sevk ediyor.’ Veya ‘Sizden zekat alır’ manasına da gelir.
‣ Onlara, kendisine sımsıkı sarıldıklarında temiz olmalarını temin edecek şeyi öğretiyor.
‣ Onları medhü sena ederek tezkiye ediyor, yani ‘Sizin üzerinde olduğunuz güzel ahlâkı biliyor ve sizi onunla niteliyor.’
‣ Tezkiye, çoğaltmak, arttırmak manasındadır. Malı bereketlendirip çoğalttığı için infaka da zekat denmiştir.
Buna göre mana, ‘O, sizi çoğaltıyor’ şeklinde olur. Nitekim Hakk Teâlâ, “Siz az idiniz, Allah sizi çoğalttı” (Araf, 86) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in onları çoğaltması, onları hak üzerinde birleştirmesidir. Böylece onların birbiriyle olan yakınlıkları artar ve bu sayede çoğalırlar.
Bu çoğaltma şöyle de açıklanır: İnsan nefsi hilkatte kemalat ve taharet üzere yaratılmıştır. Dalâletten kaynaklanan kirler onu sonradan kirletir. Nefsi temizleyip onu süslemek, içine vedia olarak bırakılan bu hayrın ziyadeleşmesini sağlar. Nefsi iyiye yönlendirmekte, fıtratta Allah’ın içine koyduğu hayrın artması vardır.
“(Bu peygamber) sizi kötülüklerden arındırıyor.”
Eğer Allah’ın rahmeti olmasaydı, bu insanların bir teki bile kötülüklerden arınamaz, temizlenemez ve yücelemezdi. Fakat Peygamber ﷺ onların ruhlarını Allah’a ortak koşma lekesinden, cahiliye pisliğinden, ruhu ezen sakat düşüncelerden arındırıyor. İnsanları aşırı arzulardan, doyumsuz ihtiraslardan kurtarıyor. Bu sayede ruhları yaratılış mayalarını oluşturan çamura geri dönmüyor. Dünyanın neresinde ve hangi dönemde yaşarlarsa yaşasınlar, İslâm tarafından ruhları arındırılmamış insanlar, doyumsuz ihtirasları ve hayvanlardan daha aşağı durumları ile bataklığa doğru yuvarlanırlar.
Bu peygamber, ruhları ve duyguları kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekelendiren pislikleri, faizi, haramı, hileli kazancı, soygunculuğu ve yağmacılığı temizliyor. Bu peygamber insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak pırıl pırıl, berrak adaleti yayıyor.
Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve ahiret ilmini, kâinat kanunlarını ve ilâhî sünnetin sonucunu, bunların uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor.
Size hiç bilmediğiniz, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları, önceki ümmetlerin ve nebilerin haberlerini, o zaman olan olayları, işleri, Kur’ân’ı, sünneti, fıkhı, helali, haramı, vaazı, isabeti vahy ile öğretiyor.
Ve sizi bütün insanların örnek alacakları, dünyanın üstadı, cihanın hakimi, orta yolu tutan bir ümmet haline getiriyor.
Bu realite, müslüman cemaatin hayatında fiilen gerçekleşmiştir. İslâm, çölün kabile hayatına elverişli, dünyadan kopmuş, bilgi kırıntılarından başka hiçbir şeyin bilinmediği bir ortamdan bu cemaati devşirerek, onu, bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basiretle ve bilgi ile yöneten bir düzeye çıkarmıştı. Peygamber mescidi, bütün insanlığı maharetli ve başarılı biçimde yöneltmiş olan ilk müslüman kuşağı eğitip mezun eden büyük bir üniversite idi.
‘Ve kitabı ve hikmeti size öğreten...’ ifadesi, bir tekrar değildir. Çünkü onlara Kur’ân’ı okumak, öğretmekten farklıdır.
Kur’ân ile amel etmek, manalarını teferruatı ile anlamaya bağlıdır. Manalarını bilmek ise lafızlarını teferruatıyla bilmeye bağlıdır. Tezkiye ise en son gayedir. Çünkü tezkiye amelleri teferruatıyla ve ihlasla yapmaya bağlıdır. Lakin tasavvurda tezkiye hepsinden önce olduğu için âyet-i kerimede önce zikredilmiştir.
Benim misalimle Cenâb-ı Hakk’ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misali şu adamın misali gibidir: ‘Bir adam kendi kavmine gelip:
‘Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!’ der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenâb-ı Hakk’tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir. Buhari, Müslim
Kur’ân okunan evden arşa kadar nur yükselir. Hadîs-i Şerîf
Kur’ân okunan eve bereket, iyilik gelir, melekler orada toplanır, şeytanlar oradan kaçar.
Çocuklarına Kur’ân öğretenlere veya Kur’ân hocasına gönderenlere öğretilen Kur’ân’ın her harfi için on defa Kâbe’yi ziyaret sevabı verilir. Hadîs-i Şerîf
Arefe günü bin İhlas sûresi okuyanın bütün günahları affolunur ve her duası kabul olur. Hepsini besmeleyle okumalıdır. Hadîs-i Şerîf
Kul, Kur’ân’ı hatmettiği zaman altmış bin melek ona istiğfar eder. Hadîs-i Şerîf
Semai kitapların tamamı Kur’ân’da, silsile-i nübüvvetin tamamı ise Fahri Âlemde temerküz etmiştir.
Kur’ân okurken; kalp fehmetmeye, akıl teakkul etmeye, hafıza hıfzetmeye, hayal tahayyül etmeye, göz bakmaya, kulak işitmeye, lisan okumaya, el tutmaya çalışsın... Bütün cevarih aza nasibini alsın.
Hikmet Kur’ân’ın tafsilatını ihtiva ettiği diğer şer’î ahkâmı bilmektir. Şâfiî (r.a), ‘Hikmet, Resûlullah’ın sünnetidir’ demiştir.
Hikmet kelimesi lügatta; sözde ve davranışta tam ve doğru isabet, lafzı az manası engin söz, her şeyin iç yüzü, sırrı, aklın itidali, Kur’ân terbiyesine göre ifrat ve tefritten uzak olarak aklı orta dereceye getirmek, Kur’ân’da Allah’ın peygamberlerine ve seçkin kullarına nasip ettiği derin anlayış kabiliyeti gibi çok çeşitli anlamları olan, geniş kapsamlı bir kavramdır.
˗ Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.
˗ İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.
˗ Eşyanın hakikatinden bahseden ilim.
˗ Eşyada gizli ilâhî sırlar ve gayeler.
˗ Akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olması.
˗ Fesada ve hataya düşmeyi engelleyen manileri öğretmek.
Bütün bunları kendisinde toplamadıkça kişiye hakîm denmez. Hakîm; bir şeyi muhkem yapandır.
Hikmet ancak imanla, Allah korkusundan kaynaklanan samimiyetle ve Yüce Allah’a duyulan teslimiyetle kazanılabilir.
Yaşadığı her olayda Allah’ın yarattığı hikmetlerin, benzersiz sanatının ve tecellilerinin bilincinde olan bir kimsenin, konuşmaları da hikmetli olur. Daima bu şuuru yansıtır, ağzından çıkan her söz özenle seçilmiş ve düşünülmüştür. Sohbeti dinleyenlerin ilgisini çeker, nezaketi, samimiyeti ve doğallığı herkes tarafından hissedilir. Cümleleri kısa ve özlü, açık ve anlaşılır, verdiği örnekler ise çarpıcı ve hafızada yer eden örneklerdir.
Peygamberler Allah ile kul arasında elçi olduklarından insanların aklının ulaşamayacağı hususlarda nakille yani vahiyle ümmetlerini bilgilendirir. Efendimize ﷺ yüce Kur’ân sayesinde ulûm-u evvelîn ve âhirin verilmiş. İlme’l yakin, aynel yakin, hakkal yakin makamlarına ulaşıp bizzat Allâmu’l guyûb’la vasıtasız görüşüp doksan bin kelam etmiş, üzerinde taşıdığı sıdk, emanet, fetanet, tebliğ, ismet vasıflarının tezahürü olarak ümmetine dünyevi ve uhrevi, maddi manevi mükellefiyetlerinin dahilinde olan her şeyi öğretmiştir.
Bu bizim için nimetlerin en büyüğü. En sadık bilgi, en yüce makamdan, en emin elçiyle tebliğ edilmiş, ümmetini ümmetlerin şereflisi kılmış. Cehalet, gaflet, dalâlet karanlığından, ilim, irfan, hidâyet aydınlığına çıkarmış. Habib-i edibini Makam-ı Mahmud’a namzet eyleyip, O’na itaat etmeyi muhabbetine, mağfiretine sebep kılmış.
Bu ifade, Allah’ın Hz. Muhammed’i ﷺ, peygamberlerin artık gelmediği ve ümmetlerin câhil kaldığı bir zamanda peygamber gönderdiğine bir dikkat çekmedir. İşte bu da, en büyük nimetlerden birisidir.
‘Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi vardır, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hakk insanları yararlandırır, bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar.
Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar ne ot bitirir. Bu temsilin biri Allah’ın dininde ilim sahibi kılınana delalet eder, yani hem öğrenir, hem öğretir. Bir diğeri de öğrenen fakat kendisi faydalanmayıp, insanlara aktaranı temsil eder. Temsilden biri de, buna iltifat etmeyen Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti hiç kabul etmeyen kimseye delalet eder.’ Buhari, Müslim
كَمَا أَرْسَلْناَ فِيكُمْ رَسُولًا ‘Resûl’ sizinle benim aramda vasıta. Bu insani bir sırdır. Resûl gibi ki benim risaletimi, feyz nurlarını, varidatını benden alıp sizin eczanıza taşır. Bu insanın ceset kovuğundaki kalp zücacesinin misbahında fitil mesabesindedir. O Allah’ın narının nuruna mukabildir.
Ruhani zeyt sefası zamanında rububiyet nurunun tecellisidir. İnsani sıfatların kirinden, cismani tozlardan, nirani dumanlardan, hayvani şehvet afetlerinden sıyrılan sır fitili Allah’ın narından nur alır. Kalp ankası tesirlenir. Sanki mübarek ağaçtan, zeytin ağacından ki tutuşan incimsi bir yıldız gibidir. Ne ervah şarkı vardır ne esbah (cisim âlemi) garbı. Bu kelime-i tayyibedir ki ateş dokunmadan da ziya verir. Ruhaniyet nuru üzere Allah’ın nurudur. Allah nurunu dilediğine hidâyet eder. (Nur Sûresi 31. Âyet Efendimizi ﷺ çok güzel tarif etmektedir.)
Belagat
• اَرْسَلْناَ ve رَسُولٌ kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas vardır.
Kef harfi, öncesine müteallıktır.
1- Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Nimetimi tamamlamam için’ sözüne müteallıktır. Yani, ‘Dünyada şeref vermek, ahirette de sevaba nail kılmak sûretiyle, nimetimi size tamamladım. Nitekim o nimetimi, peygamber göndermek sûretiyle dünyada da tamamlamıştım.’ Vechi şebe ikisinin de nimet olmasıdır.
2- İbrahim (a.s), “Rabbimiz, onların içinde onlara, âyetlerini okuyan ve onları temizleyen onlardan bir peygamber yolla” (Bakara, 129) ve “Ve zürriyetimizden de sana teslim olmuş bir ümmet kıl; bize ibadet yollarımızı göster” (Bakara, 128) şeklinde dua etmiştir. Allahu Teâlâ da sanki şöyle demiştir: ‘İbrahim’in duasına icabet ederek, sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdiğim gibi, yine O’nun duasına icabet ederek şeriatlarımı açıklayıp sizi dininize ileterek, vasat ümmet kıldım.’
3- Âyetin takdiri şöyledir: ‘Size bir peygamber gönderdiğimiz gibi aynı şekilde sizi vasat, âdil bir ümmet kıldık.”
Veya kef harfi kendisinden sonrasına müteallıktır. Âyetin takdiri şöyledir: ‘İçinizden size dininizi ve şeriatınızı öğreten bir peygamber gönderdiğimiz gibi, öyleyse siz de beni zikredin ki, ben de sizi anayım.’ Vechi şebe zikrin de risâletin de nimet olmasıdır. Yani zikir nimeti risalet vasıtasıyla ihsan edilen nimetin yerine geçer.
• كَمَا أَرْسَلْناَ buyruğundaki مَا , ma-i masdariyyedir. Sanki, ‘Sizin içinize göndermemiz gibi...’ denilmiştir. Bunun, mâ-i kâffe olması da muhtemeldir.
•Rabbimiz cümleye ‘İçinizden resûl gönderdiğimiz gibi’ diye başlıyor. Âyet-i kerime hem öncesiyle, hem sonrasıyla bağlantılı bir istinafi ibtidai.
• لِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَليْكُمْ وَلعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ cümleleri teşbihtir. Şöyle demektir: ‘Bu size olan nimetim, Muhammed’i ﷺ gönderme nimetim gibidir.’ İrsal, müşebbehi bihtir. Yani başlangıç sona delalet etti. Bu, hadis-i şerifteki ‘İbrahim’e salat ettiğin gibi’ teşbihine benzer.
‘Resûl’ kelimesini tazim için nekre kıldı ki her biri has nimet olan her bir sıfat ona cari olsun.
• وَيعُلَِمُّكُمُ الْكِتاَبَ وَالْحِكْمَةَ buyruğundan sonra: وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ buyruğu, husustan sonra umumun zikredilmesi sûretiyle itnabtır.