4- Ve onlar ki sana indirilmiş olana inanırlar, senden önce indirilmiş olanlara da; bunlar âhirete de kesin inanç taşırlar.
Rabbi kerimimiz sureye kelamını tanıtarak başladı. Kitabının şüpheden uzak olduğunu bildirdikten sonra hidâyetin menşei olduğunu, ancak bu hidâyet hazinesi kitabın öğrencilerinin bilhassa müttakiler olabileceğini belirtti. Sonra müttakilerin özelliklerini tek tek saydı.
Konuları iç içe gül goncası gibi dercetti. Mana semasında her bir konuyu kendi yörüngesinde cevelan ettirip hiçbirini diğerine feda etmeden, hayranlık veren bir üslupla sundu.
Müttakileri gayba iman, namaz ve infakla niteledikten sonra tekrar imana vurgu yapıldı. Bu defa ‘sana indirilene’ diye Kuran sıfatlı kinaye ile gösterilip âyetin başındaki ‘ ذَلِكَ الْكِتَابُ ’den tecrid yoluyla ifade edildi. Son kitap, son peygamber ve tek din İslam’dır artık.
Bütün dünya insanları bu dine davet ediliyor. Bunun için zarif bir beraat-ı istihlal yapıldı. Önceden hak iken sonra tahrif edilerek bâtıl olan din mensupları ümmet-i davet olarak yeniden dine davet olunuyorlar. Önceki dinler ilâhi hükümle iptal edilerek yürürlükten kaldırılıyor.
Bu nedenle müslümanlar onlara inen kitaplara indiği şekliyle inanmalı ki, onlar da aynı kaynaktan gelen Kur’an’a inansın, tefrikanın önü alınsın.
İnen kitapların kendi ismiyle değil de, sıfatlı kinaye olarak ‘onlara indirilen’ ifadesiyle zikredilmesi de manidardır. Eğer kitap ismi verilseydi, aslı bozulmuş, sadece ismi kalmış muharref kitaplara da inanılması gerekecekti. Hem Kur’an, hem önceki kitaplar ‘ünzile’ sigasıyla gelerek vahy-i ilâhi olmakta cem edildi.
‘ إِلَيْكَ / sana’ tabiri, intiha-i gaye ifade eden ‘ إلى’ ile gelmiş. Bu da Efendimizin (sav) son peygamber olmasına işaret eder.
‘ مِنْ قَبْلِكَ / Senden önce’ Önceki kitaplar önceki insanlara gelmiş. Onlar şu anda hayatta değil, bisetten altı yüz sene önce peygamber ve kitap gönderilmesine ara verilmiş. Kitapsız ve peygambersiz bir dünyanın nasıl olacağı insanlığın gözleri önüne serilmiş.
Bütün insanlık hasretle, duâyla son peygamberi beklemişler. Mehmet Âkif bu durumu tek mısra ile ifade etmişti:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta...
Dünyanın kuruluşundan, Hz. Adem’den bu deme kadar dünyada ve insanlarda bir çok enfüsi ve afaki değişiklikler oldu. Mesela Hz. Adem ve Havva’dan başka ana baba yoktu. İnsanlık ailesi genişledikçe hükümler de değişti. Esasında Efendimizden (sav) önce gelen hükümleri Cenab-ı Hakk muvakkat zaman için gönderdi. Belirli zamanlarda farklılaşacağını ezelden takdir buyurdu.
Yoksa Allah’ın ilminde asla değişme olmadı. İnanca âit hükümler dinin temeli ve aslı olduğu için her dinde aynıdır. Efendimiz (sav) ahir zaman peygamberi olarak gönderildiğinde insandaki ve dünyadaki değişme tamamlanmıştı. Ayrıca mirac mucizesiyle Efendimize (sav) geçmiş ve gelecek hadiseler doksan bin kelam edilerek hem bildirildi, hem de gösterildi. Bununla Efendimiz (sav)’de ayne’l yakîn, hakka’l yakîn hâsıl oldu. Kısacası dünyanın ve insanlığın durumu son şeklini almıştı.
Bu nedenle Efendimizden sonra peygamber ve kitap gelmesine ihtiyaç kalmadı. Onun alemlere rahmet ve son peygamber olduğu nazm-ı Kur’an ile ilan edildi. Eğer böyle olmasaydı sadece ‘Sana ve senden öncekilere’ buyrulmaz, ‘sonrakilere de’ dikkat çekilirdi.
‘Bugün dininizi tamamladım... size din olarak İslama râzı oldum’ (Maide, 3) ‘Allah katında tek din İslam’dır.’ (Ali İmran, 19) ‘Kim İslam’dan gayrı din ararsa, bu ondan asla kabul edilmez.’ (Ali İmran, 85) gibi âyetler, bu durumu apaçık ortaya koymaktadır.
Burada konu gereğince peygamber isimleri sayılmayıp ‘öncekiler’ ifadesi kullanılarak Peygamberimizden (sav) önceki peygamberler arasında ayrım gözetilmemiştir.
Âyetin Efendimize (sav) bakan cephesiyle; ‘Sen türedi değilsin. Senden önce de peygamberler vardı.’
İnsanlara bakan cephesi; ‘Resûlümün nübüvvetine inanmayan güruh! Ondan önce de peygamber gelmemiş miydi? Neden onu yadırgıyorsunuz?’
‘Sana inene, senden öncekilere inene’ nazm-ı celili, aynı zamanda kıyâmete kadar peygamberlik ve vahiy davasında bulunan veya bulunacak olan her yalancıya tekzib ve reddiyedir. Böyle bir davaya hiçbir mümin asla inanmaz, inanmamalıdır.
Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye, kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in âyet ve sûreleri, değişik zaman ve mekânlarda inmelerinden dolayı;
✧ Mekkî (Mekke’de inenler),
✧ Medenî (Medine’de inenler),
✧ Leylî (geceleyin inenler),
✧ Nehârî (gündüz inenler),
✧ Seferî (yolculukta inenler),
✧ Hadarî (mukîm iken inenler),
✧ Sayfî (yaz mevsiminde inenler),
✧ Şitâî (kış mevsiminde inenler),
✧ Nevm-i Berzâhî (gece ile gündüz arasında inenler),
✧ Arzî (yeryüzünde inenler),
✧ Semâvî (gökte inenler),
✧ Gârî (mağarada, yer altında inenler),
✧ Berzâhî (Mekke ile Medine arasında inenler),
✧ Arşî, Miracî (Bakara sûresinin sonu gibi Mirac gecesi inenler) diye isimlendirilmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in değişik zaman ve mekânlarda inmesinin hikmeti, o yer ve zamanlara Efendimiz (sav)’in teşrifi ve vahy-i ilâhinin inmesiyle şeref bahşetmek içindir. Mirâcın sırrı da, Efendimiz (sav)’in bütün kâinatın her yerini dolaşıp şereflendirmesidir.
Hükümdarlardan biri, bir mâneviyat ehline şöyle der:
– Bir ihtiyacın var mı?
Mâneviyat ehli zat şu karşılığı verir:
– Senden ihtiyacımı nasıl isteyebilirim? Zira benim mül- küm senden büyüktür. Hükümdar:
– Nasıl olur? diye sorar.
Mâneviyat ehli zat, şu açıklamayı yapar:
– Evet, öyledir, çünkü senin kölesi olduğun şeyler benim kölelerimdir. Hükümdar:
– Ne demek bu? der
– Sen şehvetin, öfkenin ve midenin kölesisin. Oysa ben, bütün bunları iradem altına almışım. Onların hepsi benim kölemdir.
‘Âhiret’: Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuzdan dolayı ‘teehhur’dan türetilmiştir. Dünya ise ‘yakın olmak’ anlamına gelen ‘ed-dunuv’dan türetilmiştir.
Dünyaya, âhiretten önce olduğu için dünya ismi verildi. Âhirete de dünyadan sonraya tehir edildiği için âhiret denildi.
Sena sadedinde ‘Âhirete yakinen inanırlar’ buyrulması, âhiret inancının; takvânın, haşyetin asli sebebi olmasındandır. Çünkü yakini iman, sevap ve ikabın medarıdır. Bu da sakınmayı, nefsin azaptan kurtulmasını ve nimetlenmesini düşünmeyi icab eder. Bu da Nebi (sav)’e inanmaya sevk eder. Çünkü âhirete iman câhiliye zamanında ehli kitabın Araplardan fazla olan meziyetleri idi. Müşrikler ikinci bir hayata inanmıyordu, onlar dehriyyun idi.
Yakîn, yüzde yüzden de öte kesin bilgi demektir. Kur’an- ı Kerîm, kendisi için yakîn ifadesi kullanır.
Meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyorsam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını Allah’tan öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir. ‘Allah’dan daha doğru sözlü kim olabilir?’ (Nisa, 122)
Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl; ne ışık var, ne de vaha. M. Âkif Ersoy
İnsan, kendini hiç ihmal etmeyen, en güzel sûrette yaratıp, besleyip büyüten, akıl-fikir, kuvvet, yetenek veren, bir anda her şeyini alma kudretine sâhip olan biricik Rabbini unutarak, nefsinin yılışık, bayağı hatırına boyun eğip, tahsilini, mesleğini, çevresini, konumunu putlaştırıp, dini vecibeleri hiçe sayarcasına, kendisine örtünmesini, nâmahreme dikkat etmesini söyleyene kaşlarını çatar, suratını asar ve karanlık ağzını açar: ‘Şimdilik düşünmüyorum, belki ileride...’
Aynı kişiye çalıştığı iş yerinden ihtar gelse, nasıl özür dileyeceğini, nasıl telâfi edeceğini şaşırır.
İsyana bedel çalışıp kazandığı paraları yemek için, ellerini, dişlerini, sindirim sistemini kim yarattı? Giyinip kuşanarak bezediği bedeni kim düzene koydu? Eğlenip neşelenebilmek için sıhhat ve âfiyeti kim verdi? Bütün bunlar olmasa, paranın, mevkiinin, işin, eşin, maaşın ne kıymeti kalır?
Kimin gayesi âhiret olursa;
1- Allah ona kuvvet verir.
2- Kalbine zenginlik koyar.
3- Dünya ona boyun eğer.
Kim de dünyayı kazanmak isterse,
1- Allah onun işlerini parçalar.
2- Fakirliğini gözünün önüne getirir.
3- Kendisine taktir edilenden başkasını alamaz.
Fıtri ve taklidi imanı son nefese kadar ulaştırmak zordur, ancak özel bir lütuf olarak nasip olabilir. İmanımızı akli ve nakli delillerle istidlâli mertebeye çıkarmak ve inandığımız şeyleri görür gibi yakinen inanmak, her türlü sebeplerden arındırmak, sâlih amel işlemeye, ihlâslı muttaki bir kul olmaya götüren yegâne sebeptir. Kur’an’ın yazılı kanunlarını kâinattaki toprak kanunlarıyla karşılaştırıp eserden müessire ulaştıran delilleri görür, bu konuda yazılan kitapları mütealâ eder ve de yüce Mevlâya bütün gönlümüzle duâ eder, istersek, inşaallah yakîne ulaşırız.
Yakîn, bir şeyi nazar ve istidlal ile bilmektir. Allah’ın ilmine ve ilm-i zaruriye yakin denmez. Yakin, ihtimali kabul etmeyen ilimdir. İmandan daha hususidir.
Yakin, bazen kuvvetli zan manasına da gelir. Şu cihetten ki; onun zan olduğu hatıra gelmez. Kesin ilme benzer. İlim ve imanın müradifi (eş anlamlısı) olur.
Yakin, değişmeyen, dönmeyen bir ilmin kalbde karar kılmasıdır. Cüneyd el-Bağdadî
Âhirete imanın ‘yakin’ ile ifade edilmesi, ikisinin bir maddeden oluşudur. Düşünce, ilim, teemmülden ve fikri istidlal yoluna daldırmaktan hasıl olur. Âhiret hayatının gayesine mârifeti nisbetinde yakin hasıl olur.
Allah (cc) hikmet ve celaliyle sevgiyi, rahatlık ve ferahı rızâ ve yakinde kılmıştır. Gam, tasa ve üzüntüyü, şek (şüphe) ile öfkede kılmıştır.
Yakîn nurundan az bir şey kalbe ulaşınca, orayı aydınlatır ve bütün şüpheleri dışarı çıkarır. Böylece kalb, şükür ve korkuyla dolup taşmaya başlar. Abdullah Antakî
Yakîn'in üç alâmeti vardır:
1. Halk ile fazlaca îhtilat halinde olmamak.
2. Şunu, bunu -verdiği için- övmemek.
3. Vermediği için de yermemek,
1. Her hususta Allah'a yönelmek,
2. Her hâl-ü kârda Allah'a dönmek.
3. Her işte Allah'tan yardım istemek. Zünnûn Mısrî
✯ Yakîn kokusunu alan bir kalbin Allah'tan başkasıyla sükûnet bulması haramdır. Sehl bin Abdullah Tüsteri
✯ Kalbe inen en hayırlı şey, ‘yakin bilgisidir.’
❀ ❀ ❀
Ömer b. Abdülaziz halife olunca, hanımı Fatıma Sultanı yanına çağırmış, ona şu teklifi yapmıştı:
- Hanım! Ben artık kendini sâdece ev halkına tahsis eden eski Ömer değilim. Üzerime yüklenen büyük vazifeler, sizlerle yeterince meşgul olmama mânidir. Dünya zevki istersen, babanın evine dönebilirsin. Bu hâlime râzı olarak benimle kalmak istersen, üzerindeki ziynetleri çıkarıp Beytü’l-Mâl’e (devlet hazinesine) vermen gerekir. Müslümanların çâresizleri, fakr-u zarûret içinde kıvranırken, Halife-i Müslimin’in hanımı, boynunda kıymetli ziynetlerle dolaşamaz.
Bu sözleri can kulağı ile dinleyen Fatıma Sultan, hiç tereddütsüz, ziyletlerini boynundan çıkarıp hazineye göndermek kahramanlığını göstermiştir. Böylece Ömer b. Abdülaziz’e lâyık bir zevce olduğunu da fiilen ispatlamıştı. Ömer b. Abdülaziz vefat edince, yerine geçen Yezid b. Abdülmelik, Fatıma Sultan’ın ziynetlerini hazineden getirtmiş:
- Ben bilirim ki, bu ziynetleri sen, gönülden râzı olarak vermedin. Şimdi hepsini geri al, demişti. Fâtıma Sultan ona şu unutulmaz cevabı vermişti:
- Vallahi kabul etmem. Ben kocam Ömer’e hayatında itaatli olduğum gibi, vefâtında da aynı şekilde itaatli olmaya devam eder, isyandan çekinirim.