Sureler

Göster

Bakara Sûresi 7. Ayet

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

7- Allah (cc) onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır; onlar için büyük bir azap beklemektedir.


Hiçbir şeyi abes yaratmayan, yaşatmayan yüce Allah, insanı kainatın kalbi, insan kalbini de muhabbetinin, mârifetinin merkezi olarak yaratmış. Hem şeytanın, hem meleğin ilham merkezi eylemiş. Meleğin ilhamına kulak veren hayır üzere olduğu gibi, şeytanın telkinine uyan şer üzere karar kılmış olur.

Gönül ekranı günahlarla nokta nokta karardığı gibi, sevaplarla aydınlanır. Gönül ekranı nurla dolup genişlediği zaman Hakk’ın sırrının aynası olur. Çünkü günah çamurundan, cehâlet karanlığından, oburluk buharından temizlenerek nazargâh-ı ilâhi olmuş, gaye mugayyaya ulaşmış olur.

Fakat isyanlara batıp tevbeyi unutan, dünyaya dalıp ukbayı unutan kimsenin kalbi meleğin ilhamına kulak vermediğinden kalp kara noktalarla kirlenir. Öyle hale gelir ki, meleğin ilhamına menfezler kapanır. Kalp, fonksiyonunu kaybeder. Melek tarafından kullanılmayan bu kalbe Cenâb-ı zül celâl mühür vurur. Tıpkı belediyenin imarsız, iskansız, ruhsatsız binalara mühür vurması gibi.

Kafirin kalbi mühürlü olduğundan müsbet hiçbir şeyden etkilenmez. Eskiler bu durumu ‘Cehennemlik kulun kulağına laf girmez’ sözüyle ifade ederler.

Bu âyet, bir önceki âyet için sebep olarak gelmiş. Ne var ki, hakiki sebep değil, hüsn-ü talildir. Onların inanmayışlarının, kalplerinin mühürlenmesinden kaynaklandığı ifade edilmiş.  (Bu vasıtalı kinayedir, mecazı mürseldir.Son durum söylenerek önceki durum kastedilmiştir (sabık mesbuk alakası).

İnkar edenler kibir, taassub ve inatlarıyla, gelen peygamberi ve kitabı kabul etmediler. Efendimiz'in (sav) müjdesini, inzarını, tebliğini, ihtiyari olarak duymazdan, anlamazlıktan geldiler. Kalpsiz, duygusuz, basiretsizce yalanladılar. Hezeyanlar kopardılar, alay ettiler, eziyetler, işkenceler yaptılar. Sonunda karanlık, katı, karamsar kalpleri mühürlendi. Mânevi hayatları yok oldu. ‘Dipdiri meyyitler’ oldular.

Düşünemeyen, göremeyen, duyamayan, kıymetsiz, tînetsiz, hissiz robot oldular. Hayvanlardan aşağı, kaygısız, duygusuz, acımasız, vicdansız oldular.

Bugün de görüldüğü gibi kendi menfaatleri için yaşlı, kadın, çocuk, hayvan, bitki demeden nesli, ekini mahvettiler. ‘Kendi yumurtalarını pişirmek için komşunun evini yaktılar.’

Cümlenin başında mazi fiil olduğu halde sonu muzâri kipiyle gelmiş. Bununla beraber cümle tekitli isim cümlesi ile başlamış.  (Yani isimliğin sübut devamını, maziliğin katiyet ve teceddüdünü, muzârinin teceddüdü sübutunu bünyesinde cem etmiş.) Bu mümtaz kurallar bize, inkarcıların dün de, bugün de, yarın da inatlarının devam ettiğini, kalplerinin benzediğini, uyarının olup olmamasının bunlara tesir etmeyeceğini, yarasalar gibi nura tahammül edemediklerini veciz birşekilde bildirir. Böyle küfürde kararlı kalplere mühür vurulması haktır.

Küfür lugatta kapatmak manasına olduğundan, ‘hateme’ fiilinin gelmesi manidardır. Çünkü kendini gerçeğe kapatanlar ve bunda ısrarlı olanlara mühür vurulması uygun bir cezadır. (Küfür ve hatem fiilleri arasında muraat-ı nâzır vardır)

Sanki şöyle deniyor: Sen ki, gerçeklere kalbini, kafanı, gözünü, kulağını kapatıp bu azaların yaratılış gayesini yok saydın. Resûlün inzarını umursamadın, o halde artık bu hislerden faydalanamayacaksın. Sen alıcı istasyonunu kapatırsan, biz verici istasyonumuzu açık bırakır mıyız?

Kıymet sırasına göre önce can kulağının dinleyişini iptal eder, ardından ibret alan, gerçeği gören gözlerine perde indiririz. İpini başına atarız. Ve hayret vadilerine salarız. Sayılı günlerinde ne yaparsan yap, sonunda görürsün. ‘Onlar ilerde bilecekler’ (Nebe, 4) ‘Söyle: Küfrünüzle bir süre metalanın’ (Zümer, 8)

    ❁   ❁   ❁
 

‘ خَتَمَ ’, ‘tab’ gibi basmak mânâsınadır. Ve ‘ketm’ ile de ilgilidir.

‘ عَلٰى ’ ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, birşeyi örtmek ve bir başka şeyin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek demektir. Bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benzeri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla, onun ağzına başka bir şeyin ulaşması ve içine muhteviyatından başka bir şeyin konulması önlenmek istenir.

Bir de, bir şeyi sona erdirmek anlamı vardır.

‘Kalb’in takdim edilmesi, bütün âzâlardan üstün olduğuna delildir.

Her şeyin özü ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb, düşünce ve fikir yeridir. Kelime, asıl itibariyle bir şeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiğimiz takdirde kullanılan ‘kallebe’ fiilinden mastardır. Daha sonra bu lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan organına ad olmuştur.

Buna sebep ise oraya düşüncelerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evrilip çevrilmesidir.

Organlar her ne kadar kalbe tâbi ise de, kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (sav) de şöyle buyurmaktadır: ‘Kişi doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır.’

Kalb-i Cismâni, Kalb-i Rûhâni

‘Kalp’, yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani ‘kalp’ iki mânâya kullanılır.

Birincisi göğsün sol tarafında, çam kozalağı şekline benzer bir durumda ve bedendeki etlerin hiçbirine benzemeyen, hem sinir, hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür.

İçinde karıncıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın organları içinde kendi kendine hareket eden odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buradan sağlanır. Bu hareket solunum ve akciğer hareketi ile de ilgilidir. Bu kalp, tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu ve bedendeki yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek deriz.

İkincisi, ruhanî, ilâhî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı, manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, ‘insan ruhu’ da denilir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir.

İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bu, sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi onun bakışı, akıl ruhu, irade kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine ‘kalp’ deriz. ‘Gönlümden geçti’, ‘kalbimden geçti’, ‘zihnimden geçti’, ‘aklımdan geçti’ dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz.

Aldatıcı dünya yurdunun ihtiraslarından kopup uzaklaşan, âhiret yurduna yönelen ve gelmeden önce ölüme (ve ölüm ötesine) hazırlanan kimsenin kalbi nurlanır. M. Mesabih
 

İsrâiloğullarından biri: ‘Ya Rabbi! Sana kaç kere isyan ettim, beni cezalandırmıyorsun’ deyince, Allah (cc) zamanın peygamberi vasıtasıyla:
‘Ben sana nice cezâlar verdim anlamıyorsun. Gözünün donukluğu, kalbinin katılığı, Ben’den yavaş yavaş inen bir azaptır.’ buyurdu.

 

Kalp nasıl mühürlenir?

Mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır.

Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer.

Kalplerin mühürlenmesi Allah’ın hitaplarının anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların mühürlenmesi ise, okunduğu zaman Kur'ân-ı Kerim'i anlamamalarıyla da Yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın yarattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır.

Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: ‘Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar, Mutaffifîn sûresinde ‘Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas tutmuştur.’ (Mutaffifîn, 14) âyetindeki ‘rayn’ da budur.’

Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman âyette buyurulduğu gibi Allah tarafından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tab edilir. Başlangıçta âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün bir mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Yani alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare.

Bu mühürleme ve baskının kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada mühürlemenin Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i Sünnet'in anladığı gibi hakikattir ve cebir (zorlama) yoktur.

Bu hadis ve âyet ahlâkın ve dinin kıymetinin, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatır. Terbiye meselesinin sırrı bu noktadır. Bir günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur.

Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir:

Hatm (mühürlemek) ‘Allah kalplerine mühür vurmuştur.’ (Bakara, 7)

 Tab' (damgalamak) ‘Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgalamıştır.’  (Nisa, 155)

✦ Dîk (darlık), ‘Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır.’  (En'am, 125)

Maraz (hastalık), ‘Kalplerinde hastalık vardır.’ (Bakara, 10)

Reyn (kabuk bağlamak, pas), ‘Hayır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür.’  (Mutaffifin, 14)

✦ Mevt (ölüm), ‘Daveti kabul edenler ancak dinleyenlerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir.’ (En'am, 36)

Kasavet (katılık), ‘Allah'ı zikretmekten (anmaktan yüz çevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline.’ (Zümer, 22)

İnsiraf (haktan yüz çevirmek), ‘Ve sonra yüz çevirip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplulukturlar.’ (Tevbe, 127)

✦ Hamiyet (taassub) ‘Hani kâfirler kalplerine hamiyeti (taassub ve kibiri) câhiliyye hamiyetini koymuşlardı.’ (Fetih, 26)

 İnkâr. ‘Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve onlar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir.’ (Nahl, 22)

Kalblerin mühürlenmemesi için Hazret-i Peygamber (sav) sık sık Allah'a iltica ederek: ‘Ey Kalbleri çeviren (istediği tarafa döndüren Allahım!) Kalblerimizi kendi dinin üzerine sabit kıl’ şeklinde duâ ederlerdi.

Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi(hasırın dokunduğu gibi) çubuk çubuk olarak arzedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nokta konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. Nihâyet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembeyazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine içirilen hevayı bilir... Hadis-i Şerif (Müslim, Ahmed bin Hanbel-Müsned)

Günahlar art arda kalbler üzerine gelmeğe başlayınca (kalbin irfan kapılarını) kapar. Kapanınca da Allah tarafından o zaman mühür gelir (kalbe basılır). Artık o kalblere bir yol yoktur ve küfürden de bir kurtuluş yolu bulunmaz. İşte bu, Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği ‘mühür basma’dır. Hadis-i Şerif (Suyuti)

Haberiniz olsun, bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bedenin her tarafı düzelir; o bozulduğu zaman bedenin her tarafı bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalb'dir. Hadis-i Şerif (Buhari)
 

    ❁   ❁   ❁

 

Kalbin şifası:

1- Mânâsı üzerinde düşünerek Kur’an okumak.
2- Karnı boş tutmak.
3- Geceyi ibâdetle değerlendirmek.
4- Seher vakti niyazda bulunmak ve sızlanmak.
5- Sâlih insanların sohbetlerine katılmak.
6- Zikrullah.
7- Tefekkür etmek.
8- Tamah etmemek.


Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır. Mücahid

İnsanlar ile düşüp kalkmaktan ziyâde, Allah ile münâcaattan zevk almayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü boşa gitmiştir. ‘İnsanlar ile ünsiyet, iflâs alâmetidir.’ Mâlik b. Dinar

 

Kalp Temizliği

Aynanın yüzündeki kirler, uzun zaman orada kalınca leke yapıp camı bozdukları ve böylece cam eski cilâsını kaybettiği, yeniden eski hâlini alamayacağı gibi, gönüldeki bu kara lekeler, orada uzun müddet kalınca iz yapar ve yerleşirler.

Vücut hastalandığı zaman, yemek yiyemez, su içemez. Ne uyuyabilir, ne de rahat edebilir. Kalp de böyledir. Ona dünya sevgisi girdiğinde ne öğüt alır, ne Allah’ı zikredebilir. Mâlik b. Dinar

 

‘ غِشَاوَةٌ  / Perde’

‘ غِشَاوَةٌ ’ perde demektir. Araplar, bir kimse birşeyin üzerine perde çektiğinde ‘ğaşşâhu’ derler. Kıyâmet manasına gelen gâşiye de bu köktendir. O da, verdiği korkularla insanları sarar.

‘ غِشَاوَةٌ ’nin gündüz görüp, gece görmeme manasına geldiğini söyleyenler de var.

Müfredat-ı Ragıb'da, ‘غِشَاوَةٌ 'nin göze arız olan katarakt’ olduğu ifâde ediliyor.

Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır... Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, anatomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet,şehvetler, kötülükler, bencillik perdesi bürümüştür.

Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönlün hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerdeki, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve geniş mesafedeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez, düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, ekmeği nasıl idrak ettiğini, ona nasıl, ne sayede isabet ve uyum sağlayabildiğini düşünmez, görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.


Perdeler

Kainatın karanlığı olmasaydı, gaybın nuru görünürdü.
Nefsin fitnesi olmasaydı, Hakk’ı görmeye mani perdeler aradan kalkardı.
Engeller olmasaydı, hakikatler ortaya çıkardı.
İlletler olmasaydı, kudret zahir olurdu.
Tama olmasaydı, ilâhi muhabbet daha sağlam olurdu.
Ebedi hazlar olmasaydı, Rabb-i Teâlâ’yı görme iştiyakı ruhları yakardı.
Uzaklık olmasaydı, Hakk müşahade edilirdi.
Perde açıldığı zaman, bütün bu sebepler tecessüm eder ve açıkça belirir.
Fani münasebetlerden alakanın kesilmesiyle mevcut bu engellerin hepsi ortadan kalkar.
Sen kalp ile Allah (cc)’ın sırrı arasında bir perdesin. Nefse muhalefet etmezsen keşfin esasları üzerine hakikatın çadırları çekilir, nuru göstermeye perde iner.
İlahi nur ve hakikatlere dair öyle sözler vardır ki, kulak onların ibarelerini dilemekten bıkmaz.

Kalp, kör olduktan sonra gözün görmesinde yarar yoktur.

Ey sabahı yaran, geceyi sükût mahalli yapan, güneşi, ayı hesapla yürüten! Benden borcu öde, beni fakirlikten kurtarıp zengin et. Benim kulağımı, gözümü ve gücümü Senin yolunda harcamakla metâlandır. Hadîs-i Şerîf

Gözlerin konuştuğu dil, her yerde aynıdır.
 

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

Ve büyük azab onlarındır.

Vazifesini müdrik olmayan insan sonunda büyük azabları hak eder. Azabın sıfatı olan azim, korkutmak ve büyütmek manasına da gelir. O zaman mana şöyle olur: Siz bile bile inkar etmeseydiniz, yapma gayreti içinde olsaydınız, gerçeklere kendinizi büsbütün kapamasaydınız, sonuç böyle olmazdı. İş bu kadar vahim, bu kadar büyük olmazdı.

İnkar ederek Allah’a ve Resûlüne baş kaldırmanız, kafa tutmanız, aczinizi unutmanız affedilecek bir kusur değil.

Buna ancak büyük muazzam bir ceza gereklidir. Size has, size özel (lam tahsis ve istihkak için) büyük isyanın büyük cezası.

‘ كَفَرَ ’ kelimesinin karanlık, ıssız, uzakta kalan, gizlenen, nankör olan manalarıyla âyeti bir daha düşünürsek; inkar eden kendini haktan, gerçekten, doğrudan, güzelden uzaklaştırıp inkarın ıssız, uzak, derin girdabına atıp insanlıktan uzaklaşmıştır. Derin bir kuyuda olanın yukarıdaki sesleri duymadığı gibi, ortadan kaybolan, saklanan gizlenen kimsenin olan bitenden haberi olmadığı gibi, firavunun kızıl denize dalıp boğulması gibi, kendi açtığı küfür batağına batmıştır. Bu haliyle dünyada kendine verilen en kıymetli zahiri batıni azaları, yetenekleri kaybedip iki cihanda büyük bir azaba giriftar olmuştur. Öyle büyük ki; (azimin nekre gelişiyle) büyüklüğü izah edilemeyecek boyutlara ulaşır.

Bu iki âyette yüce Allah kafirlerin durumunu anlatıp üçüncü güruh olan münafıkların durumunu anlatmaya başladı.

Bunlar için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan iman ve âhirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, âhiret denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli gözler deprenir etrafa yalpa vurur. Öldükten sonra da cehennem azabını boylarlar.

Allah’ın ne ibâdetlere, ne de azaba ihtiyacı vardır. Fakat bu beklenti ile günah işlemek, vücudun direncine güvenerek zehir içmeye benzer. Gerçekten Allahu Teâlâ müminler için pek cömert ise de, günahkârlara karşı azabı çetindir.

Abdullah bin Amr (ra) anlatıyor: Peygamber (sav)'den soruldu:
— Ey Allah'ın Resûlü! Biz Kur'ân'dan bâzı yerler okuyoruz, ümitleniyoruz. Bâzı yerler de okuyoruz, neredeyse ümitsizliğe düşüyoruz!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sav) onlara:
— Size Cennet ehliyle, Cehennem ehlinden haber vereyim mi? diye sordu.
— Evet, Ya Resûlallah! Haber veriniz, dediler.
Peygamber (sav) Bakara sûresinin ilk beş âyetini okudu ve:
—İşte bunlar Cennet ehlidir! buyurdu, Ashab-ı Kiram (ra):
— Onlardan olmayı ümit ederiz, dediler.
Sonra Hazret-i Peygamber (sav) Bakara sûresinin altıncı ve yedinci âyetlerini okudu ve:
— Bunlar da Cehennem ehlidir, buyurdu. Ashab-ı Kiram:
— Biz onlardan değiliz, Ya Resûlallah!’ dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sav):
— Evet, öyledir, buyurdu.

Belâğat    (düzenlendi)

❊ ‘ خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ’ ifadesinde latif bir istiare-i tasrihiyye vardır. Allah (cc) hakkı kabul etmedikleri için onların kalplerini, peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını ve hidâyet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerini, menfezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi birşeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti.

Allah Teâlâ istiare-i tasrihiyye yoluyla ‘ خَتَمَ  ’ ve ‘ غِشَاوَةٌ ’ kelimelerini müstear olarak kullandı.

❊  ‘ خَتَمَ ’nin kalbe isnadı istiareyi temsiliyyedir. Kalblerine hak yerleşmediğinden ve hakka meyl etmediğinden mühürlenmiş hale benzedi ki, o da behâimin kalbidir. Ma'kul (akılla idrak edilebilen) mahsusa (hisle idrak edilene) benzetilmiştir.

Veya Arapların ‘vadi doldu, filan kayb olduğunda anka olup uçtu’ demeleri gibi mecazi aklidir.

❊  Duymanın müfret siğasıyla gelmesine karşılık göz ve kalbin cemi gelmesindeki nükte; kalp ve göz ile bir anda çok şey idrak edilir. Fakat kulak ile bir anda ancak tek şey duyulur.

❊  Azabın burada nekra gelmesi kemiyetinin ve keyfiyetinin (nasıllığının niceliğinin) meçhul bir nevi olduğuna işarettir. Azim ile sıfatlanması azlık ve nadirlik ibhamını def için tekittir. Çünkü, o azamette baliğ bir hadde ulaşmıştır (çok büyüktür).

❊  Bu âyet, bir önceki âyet için sebep olarak gelmiş. Ne var ki, hakiki sebep değil, hüsn-ü talildir. Onların inanmayışlarının, kalplerinin mühürlenmesinden kaynaklandığı ifade edilmiş.  (Bu vasıtalı kinayedir, mecazı mürseldir.Son durum söylenerek önceki durum kastedilmiştir. (sabık mesbuk alakası)