Sureler

Göster

Bakara Sûresi 158. Ayet

إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ ۖ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا ۚ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ

158- Şüphesiz Safâ ile Merve Allah’a ibadet vesilesi olan remizlerdendir. Kim de hac ve umre niyeti ile Kâbe’yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönülden bir hayır işlerse mükâfatını görür; Allah şekürdür (taatlerin ecrini verendir), her şeyi bilendir.


İslâm’ın beş şartından biri olan Hacc ibadeti, Allah’ın şeâiri, sembolleri ile doludur. Bizim bu sembollere hürmet etmemiz, vermek istediği mesajı almamız gerekir. Geçmişten ders almadan geleceği ve bugünü kurtaramayız. Geçmiş olaylar geleceğe ayna tutar, yolumuzu aydınlatır. Ufkumuzu açar, doğru yolu gösterir. Hele bu Cenâb-ı Hakk’ın işaret ettiği bir şiarsa!

Bizden öncekiler bizim öncü birliklerimizdir. Hayat mücadelemizde bize yön verirler. Tedbir almamızı, hazır olmamızı sağlarlar.

Safâ-Merve deyince hemen aklımıza Hacer anne, susuz bir bebek gelir. İsmail’ine su bulmak için bir tepeden bir tepeye koşan ve Rabbinden ümit kesmeden dua eden tevekkül abidesi bir anne…

Issız çöllerde yapayalnız evladının susuzluktan ölüm eşiğinde son demlerine şahit olan bir anne…

Ve sonunda kendisine dua ve tevekkülle teslim olduğu Rabbinin imdadına, yardımına mazhar olan, çölü zemzemleştiren bir anne…

Cenâb-ı Hakk Hacer’in bu tevekkül, sabır, gayret, metanet ve merhamet dolu tavrından ne denli hoşnut olmuş ki, asırlar ötesinden kıyamet sabahına kadar bu say’ı Hacc’ın vazgeçilmez rükünlerinden yapmış.

Her umreci, her hacı Safâ ve Merve arası say yaparak o günün ibretli hatıralarını canlandırır. Hacer annemiz yavrusunun ayak topuklarından çıkan suyun şükrünü nasıl yapacağını düşünüyor. Kendince Rabbine bir hediye sunmak istiyor. Fakat verecek bir şey bulmak ne mümkün?

Düşünüyor, düşünüyor… Onun için orada, o anda en kıymetli şey saçları. Hemen kesiyor ve Rabbine hediye ediyor. Bu saf, berrak ve fedakârca davranış, Rabbin hoşnutluğunu kazandırıyor, bu güzel hatırayı kıyamete kadar hacılara sembol yapıyor. Ta ki cömertlik nedir, mertlik nedir, fedakârlık, minnettarlık, sevgi, bağlılık nedir; bütün mü’minler öğrensin ve uygulasın. Muhterem Hacer anneyi hürmetle, saygıyla ansın. İsmail’i dünyaya getiren annenin re’fet, rikkat ve fazileti âlemlere gizli kalmasın.

Safâ ile Merve arası say, düz yürüyüş, dünya hayatında meşru hedefe doğru şaşmadan, aşmadan, itidal üzere olmaya işaret eder. Çünkü Hacer annemiz orada dünyevi ihtiyaçları olan suyu bulmak için say etti.

‘Helal rızkı kazanmak kadın-erkek bütün Müslümanlara farzdır’ hadis-i şerifini göz önünde bulundurursak; dünya hayatında mübrem ihtiyaçlarımız için çalışmamız, koşturmamız ve Rabbimizin büyük rahmetinden beklememiz gerekir. Hem fiili hem kavli duayı gerçekleştirirken sa’y yapar gibi ibadet titizliği ile kimseye çarpmadan, çarpılmadan, aşmadan, taşmadan, seri fakat acele etmeden, uyuşmadan gayretli bir yürüyüşle ömür caddesinde yürümemiz öneriliyor.

Aşkla, şevkle, heyecanla, korku-ümit arası helal kazanç yolunda, hukukullah ve hukuk-u ibada dikkat ederek say edelim ki, Rabbimiz fazl-ı kereminden rızık zemzemini fışkırtsın. Bize verileni esirgemeyelim ki zemzemimiz nehirleşsin, bereketlensin, ulaşana hem şifa hem gıda olsun. Cimrilikle kaynakları kurutmayalım ki, mutlulukları, güzellikleri, nimetleri paylaşma zevkinden mahrum olmayalım.

Burada dikkatimizi çeken husus şudur: Müslümanlar İslâm’la tanıştıktan sonra cahiliye âdetlerinin tümünden tiksinir duruma gelmişlerdi. Dün bu putları kendi elleriyle diken insanlar, İslâm’la tanıştıktan sonra her şeyi sorgulamaya başladılar. Sanki dünkü hayatı onlar yaşamamış gibi bir anda değişmişlerdi. Sanki Peygamberimiz ﷺ bu vicdanları eli ile tutup kaldırarak kuvvetle silkelemiş ve üzerlerinde çöreklenen bütün kir ve pasları dışarıya dökmüştü.

İslâm onların ruhlarını büyük bir sarsıntıya uğrattı, derinliklerine kök saldı, psikolojik ve duygusal bir devrim gerçekleştirdi. Geçmişlerine soğuk ve çekingen gözlerle bakıyor, hayatlarının bu döneminden kendilerini tamamen kopmuş sayıyorlardı. Artık ne o dönem onlarındı, ne de onların o dönemle uzaktan-yakından ilişkileri olabilirdi. Artık o devir dokunmaktan kaçındıkları bir kirlilik sembolü idi!

Vicdanları o kadar duyarlılık kazanmıştı ki, cahiliyenin her şeyinden ürküyor, cahiliye dönemindeki bütün gelenek ve uygulamalarından kaçınmaya, kuşku duymaya sürüklüyordu.

Bizler de işte böyle, Kur’ân ve sünnetle tanıştıktan sonra cahiliyenin tüm pisliklerinden silkinmek, yeni bir hayatla doğmak zorundayız. Tüm hayatımızı Kur’ân ve sünnetle yeniden gözden geçirmeliyiz. Kur’ân ve Sünnete ters tüm âdet ve gelenekleri, bâtıl inanışları, dinle ilgisi olmadığı halde dinmiş gibi hayatımızı işgal etmiş bid’at ve hurafeleri Kur’ân ve sünnet projektöründe yeniden ıslah etmek zorundayız.
 

Safâ

صفا büyük, pürüzsüz kaya parçası manasınadır. Elif’i vav’dan dönmüştür. Çamur gibi şeyler bulaşmamış, toprak karışmamış, üzerinde bitki bitmeyen her kayaya denir. Taşın ‘Safâ’ adını alması için beyaz ve sert olması şartının bulunduğu da söylenmiştir. Fiil kalıbında kullanıldığında, saf ve arı, duru olmak manasına gelir.
 

Merve

Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara ‘مَرْأةٌ’ denir. Küçük taş manasına gelir. Merve’nin Safâ’ya nisbeten yumuşak küçük taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Parçalanıp etrafı incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır.

Safâ ile Merve, Kâbe’nin doğusundaki iki tepenin adıdır.

Rivâyete göre Safâ’ya bu adın veriliş sebebi Hz. Âdem’in bu tepe üzerinde durmasıdır. Onun bu ‘Safiyyullah’ isminden dolayı buraya Safâ denmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Merve, ‘kadın’ kelimesinden türemiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennestir.

Safâ ile Merve adındaki bu iki tepe, Allah’a taâtin alametlerindendir. Çünkü bu iki tepe, Hacer ve İsmail’in başlarına gelen imtihanı temsil eder. Bundan dolayı bu âyet, sıkıntılara sabredenlerin mutlaka en yüksek derecelere ve en yüce makamlara erişeceğine delildir. Hacer’in bu şiddetli imtihanının ve Allah’a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslâm öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmüştür. Bu özelliği nedeniyle Safâ ile Merve, sabır ve Allah’a güveni konu alan âyetler içinde zikredilmiştir..

Allah’ın, kullarına yüklediği mükellefiyetler üç kısımdır:

1- Daha işin başında güzel olduğuna aklın karar verdiği şeyler. Lütufta bulunmak, medh ve sena ile zikredilmek gibi.

2- Aklın daha baştan kabîh olduğuna karar verdiği, şeriat getirdiği için iyi olduğu kabul edilen şeydir. Acılar, fakru zaruretler, mihnet ve meşakkatler gibi. Şeriat bunun imtihan hikmetine dayandığını açıklayınca Müslüman bunun güzel, hikmetli ve doğru olduğuna inanır.

3- Ne güzel, ne de kötü olduğu anlaşılmayan, aklın fayda ve zarardan uzak gördüğü hükümlerdir. Mesela hacc erkanından olan Safâ ile Merve arasında sa’y gibi.
 

Zemzem

Takriben 2,70 metre genişliğinde ve 45 metre derinliğinde bir kuyuda, görülmemiş bir cömertlikte kaynayan bu ilâhi su, sabahları bir nevi kaymak bağlayıcı ve renk değiştirici, konulduğu her kapta her suyun üstüne çıkan ve asla başka bir suya dönüşmeyen, içine konan suyu mayalayıp zemzeme dönüştüren, aynı zamanda arındıran, ebediyet kadar berrak ve ruh kadar latif bir sudur.

Avrupa’da yapılan araştırmaya göre zemzem, diğer sulara nazaran çok daha az kükürt taşımaktadır, çok daha besleyicidir ve fazla mineral barındırır. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre dünyadaki en içilebilir ve sağlıklı sulardan biridir. Amerika’da yapılan test sonuçlarına göre de içinde mikroorganizma ve bakteri bulunmayan tek su, zemzemdir.

Kaynağı, nereden geldiği şu anki teknolojiye göre bile bilinemiyor. Yakınlarında hiçbir kuyu olmadığı gibi, denize de 80 km. uzaklıktadır. Nasıl olup da suyunun yıllardır bitmediğini kimse bilmemektedir.

Açlığını gidermek için içen kişinin açlığını, susuzluğunu gidermek için içenin susuzluğunu giderir. Sadece 2,70 metre derinliğindeki ufacık bir kuyudan çıkan bu su, hac mevsiminde milyonlarca hacının bütün su ihtiyacını karşılar ve ne azalma, ne de kuruma görülmez.

Zemzem, içildiği niyete göre faydalı olur. Onu şifa bulmak için içersen Allah sana şifa verir. Doymak için içersen Allah seni doyurur. Susuzluğunu gidermek için içmişsen Allah susuzluğunu giderir. O, Cebrail’in kazıp çıkarttığı ve Allah’ın İsmail’i (a.s) suladığı sudur. Hadis-i Şerif

Münafıklarla aramızdaki fark şudur: Onlar zemzemden kana kana içemezler. Hadîs-i Şerîf Münafık zahiren o sudan içse bile, susuzluğu asla bitmez, çünkü kalbinde hastalık olana, zemzem şifa vermez. Zemzemi içerken gönül dünyamızı hoş; kin ve nefretten ise boş tutmalıyız.

İbni Abbas (r.a), Zemzemi içince: ‘Yâ Rabb! Senden faydalı ilim, bol rızık ve her türlü hastalıktan şifa diliyorum’ derdi.
 

Hz. Hacer’in gayreti

İbrahim (a.s), şu anda Kâbe’nin bulunduğu yere Hacer anamızı bıraktığında yanlarında bir kırbada birazcık suyla birazcık da hurma vardı. İbrahim (a.s) karısı Hacer’le oğlu İsmail’i orada bırakıp giderken arkasına dönmemek zorundaydı. Hacer anamız arkasından koşarak bağırdı:

‘Nereye gidiyorsun Ey İbrahim? Bunu sana Allah mı emretti? Yoksa kendin mi istedin?’ Hz. İbrahim ‘Allah emretti’ buyurunca, ‘Haydi git öyleyse... Bunu emreden Rabbim bizi koruyacaktır’ diye cevap verdi.

İşte bu cevap, tevekkülün zirvesiydi.

Salih peygamberin soyundan gelen mübarek kadın Hacer, Mekke çevresindeki kuru ve yanık dağlar arasında, su bulabilmek için tek başına koşuşturmaya başladı. Tam bir arayışla, hareketle, gayretle, himmetle, kararlılıkla, kendine güvenle, kendi ayakları üzerinde durmakla, kendi iradesiyle, kendi düşüncesiyle... Bir kadın, bir anne ve yapayalnız bir telaş ve büyük bir arayışla...

Hacer, perişan ve sancılı, korumasız, sığınmasız, evsiz, toplumsuz, sınıfsız, ırksız, kabilesiz ve ailesiz; ama ümitli... Umutlu bir esir, bir garip, bir cariye olarak, kimsesizlerin kimsesine sığınarak, her şeyin O’na döneceğine dair ilmî, aynî ve yakinî imanla arama gayretini sürdürdü.

Yüksek tepelerde bağırıp çağırmadan, saçını başını yolmadan, umutlarını yitirmeden, büyük bir tevekkülün ardında, gayretini konuşturmaya ve koşuşturmaya çalışıyor. Bebeği, cancağızı için bir yudum su arıyor...

Peki, burası susuz bir vadi, kupkuru bir yer değil mi? Suyun olmadığını Hacer bilmiyor mu veya unuttu mu? Unutmadıysa bu ne koşuşturma!

Yerine otursa ve beklese ya!.. Hayır, hayır… O bu şekilde oturmaz ve oturamaz. Oturursa iradesi, sa’yı ve gayreti ne olacak?

İsmail; biricik yavrusu, ‘su, su’ diye ağlamıyor mu? Yoksa suyu gökten mi bekliyor, yerden çıkan bir su yok ki, yoksa tevekkülünden bir şey mi eksildi?

O asla kolaycılığı seçemezdi, kesinlikle tembelliğe baş vuramazdı, kaderciler gibi davranamazdı. Bir şeyler yapmalı ve en azından su aramalıydı. Allah’ın yardımına ermek için, bir şeyleri yaptığını ortaya koymalı idi. Çünkü Allah bizden sa’y istiyor, ibadet istiyor, dünyayı ve ahireti mamur etmemizi istiyor.

Bu da ancak Hacer gibi koşuşturmakla mümkündür. Yani biz bir adım atmalıyız ki, Allah da bize doğru on adım atsın, biz O’na koşacağız ki, O da bizi rahmetine gark etsin, biz O’nu sevmeliyiz ki, O da bizi cennetiyle kuşatsın.
 

Allah’ın şeâiri

˗ Şeâir kelimesinin kökü, bilmek, hissetmek, hissettirmek, işar etmek, sezdirmek, bildirmek manasına gelen شَعَارَ’dir. Allah’ın ﷻ kullarına öğrettiği malum olan, demektir. “Onlar diri değil ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Nahl, 21)

˗ شَعَارَ fiili farkına varmak manasına da gelir. “Fakat onlar farkında değilken (azap) kendilerine ansızın geliverecektir.” (Ankebut, 53)

˗ Bu kelime شَعْر kalıbından alındığında, kıl, tüy manasına gelmektedir. Sıkça biten tüy olduğu için saça Arapça’da شَعْر denmiştir.

“Yünlerinden, yapağı ve kıllarından...” (Nahl, 80) Âyette شَعْر ’ın çoğulu olan أَشْعَار kullanılmaktadır. Kıl ile tepe arasında, yükseklik bakımından bir benzerlik vardır.

˗ شِعْر kalıbından alınınca, şiir manasını ifade eder. “Biz ona şiir öğretmedik.” (Yasin, 69)

˗ شِعْرٰى kalıbından, bir yıldızın adıdır. “Doğrusu şi’ra yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm, 49)

˗ شَعَائِرَ kalıbından, yapılması gereken şeyler, vazifeler, alametler, hüküm... manasına gelir. “... Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 32)

˗ Bu kelime Kur’ân’da, مَشْعَرَ şeklinde de geçmektedir: “Meş’ari’l Haram yanında Allah’ı anın.” (Bakara, 198) Meş’ari’l Haram, Müzdelife’dir.

Bu kelimenin, bilmek, farkına varmak, hissetmek anlamları ile tepe, şiir, yıldız, hüküm gibi anlamları arasında sıkı bir alaka vardır. Tepe, şiir, yıldız ve hüküm gibi şeyler, farkına varılan, bilinen ve kendilerini gösteren şeylerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de ‘şeâir’ (şiarlar, alâmetler) kelimesi dört âyette geçmektedir. Bunların tümünde Allah’a izâfetle, ‘şeâirullah / Allah’ın şiarları’ şeklinde kullanılır.

Araplar, kurban edilecek hayvanları hafifçe yaralar, kan akıtırlardı.

Hayvanın üstüne süzülen bu kan, onun kurbanlık olduğuna işaret sayılır, ona kimse dokunmazdı. Bu işe ‘şear’ (yan tarafa mızrak vurmak), ‘şeîre’ (Allah’ın nişanı) denirdi. Şeîre’nin çoğulu olan ‘şeâir’ işaretlenmiş, nişanlanmış kurbanlık hayvanlar, anlamında kullanılıyordu.

Safâ ile Merve, bakanlar tarafından hemen fark edilen iki tepedir.

Fark edilen bu tepeler, Allah’ın işaretleridir.

Şeâir, Allah’ın ﷻ bildirdiği haberler, Allah’ın kullarına emrettiği sayı, farzlar, vâcipler, dini geleneklerdir.

‘Şaîre’, ‘şiâre’nin yahut da ‘meş’ar’ın çoğuludur. Bildiren alâmet, belirti manasına gelir. Harpte kullanılan şeâir, tarafların birbirinden ayırd edilmesine yarayan alâmet, bayraktır. Parolaya da ‘Şiar’ denir.

Şeâir; bazen ibadetin kendisine, bazen de yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, cuma ve bayram namazları, Hac dinin şeâirinden olduğu gibi, camiler, minareler, vakfe, Sa’y ve kurban kesme yerleri de şeâirdir. Çünkü Allah bu yerleri belli ibadetleri yerine getirmemiz bakımından, tanıyabilmemiz için birer alamet kılmıştır.

Bunların yanında, besmele, tehlil, tekbir, tesbih, tahmîd, salevât, istiğfâr, İslâm bayrağı/râyet de İslâm’ın en önemli şiarlarındandır.

Şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı çıkmak, şuursuz nesiller yetiştirmek demektir.

İslâm, tevhid dinidir. Allah’ı, zihinde canlandırmaya yol açabilecek, insan düşüncesinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini kabul etmez. İslâm, fikirlerin herhangi bir şirk şaibesine bulaşmadan, irâde ve niyette temizliği, amelde ihlâsı, mâsivadan alâkayı kesmeyi isteyen bir dindir.

Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği, tazim göstereceği, gönlündeki dinmeyen aşkı dindireceği ve gözüyle görebileceği bir şeyi arar. Cenâb-ı Hakk, gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus ve Kendisine nisbet edilen, aynı zamanda rahmetinin tecelli ettiği, inâyetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmiştir. Bunlar görüldüğünde Allah anılır. Bu şiarlar, Allah’ın günlerini, nimetlerini, dinini, tevhidini ve peygamberlerinin kahramanlıklarını hatırlatan olaylarla doludur. Bunlara ‘Allah’ın şiarları’ adını vermiş ve onlara yapılan hürmeti Kendisine yapılmış, onlara yapılan edepsizliği de Kendi nezdinde yapılmış saymıştır. “Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (Hacc, 32)

Allah’a itaatin nişanesi kılınan her şey Allah’ın şeâirindendir. Haccın şeâiri ise, hacc ahkâmının esaslarıdır. Meş’ari’l Haram ve kurbanlık devenin alâmetlendirilmesi bunlardandır. Böylece bu, devenin sahibinin ihrama girdiğinin, o deveyi Beytullah’a kurban edeceğinin emaresi olur.
 

Sa’yın Hikmeti

Sa’y, başlıbaşına bir ibâdet değildir. O, haccın bir parçası olduğu zaman ancak ibâdet olur.

Allahu Teâlâ Hz. Hacer ve oğlu İsmail için yerden su kaynatarak, mahlûkatına şunu bildirmiştir: Allah dostları dünyada çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar da, Kendisine yalvarıp yakaran kimseleri genişliğe çıkarır. Çünkü O, Kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. Allah Hz. Hacer ile İsmail’e yardım edip, dualarına icabet etmiş, iyi kullarının mükâfatlarını zâyi etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün insanlık için uyulacak bir yol kılmıştır.

Hz. Peygamber ﷺ Hac için Mekke’ye geldiğinde Beytullah’ın etrafında yedi defa tavaf etti ve: “Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin” (Bakara, 125) âyetini okudu. Makam-ı İbrahim’in arkasında (iki rekât) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Esved’e gitti, onu istilam etti. Sonra da: ‘Yüce Allah’ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz’ deyip sa’yine Safâ’dan başladı, “Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir” buyruğunu okudu.

Tavafa önce Safâ’dan başlanır. Eğer Merve’den başlayacak olursa bu sayılmaz. Bu da bize başladığımız herhangi bir işte nereden başlayıp nerede bitireceğimizi düşünmemize işarettir.

Sa’y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa’y etmeyi yazmıştır. Hadis-i Şerif

Efendimiz ﷺ Safâ ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sa’y edip koşmuştu. Bunun hatırası olmak üzere hervele (koşar gibi yürümek) sünnet olmuştur. Bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine de bir teşvik vardır.

Safâ ve Merve, cennetten iki kapıdırlar. İcabet yerine konulmuşlardır. İkisinin arasında 70 bin peygamberin kabri vardır. Safâ ile Merve arasında sa’y yapmak, yetmiş köle azad etmeye denktir. Ruhu’l Beyan

Sa’y; sıfatlarının safâsı ile Zat’ının mervesi önünde seyretmeye işarettir.

Saydan sonra başı tıraş etmek; ilâhi nurların usturası ile kulluğun eserlerini mahvetmek ve yok etmeye işarettir.
 

''Kim hac veya umre yaparsa...''

İlâhi teklifler üç türlüdür.

1- Her akıl sahibinin hasen olduğuna hükmettiği şeydir, zikrullah gibi. Bu kısım ‘فاَذْكُرُون۪ٓي / Beni zikredin’ emriyle beyan edilmiştir.

2- Hastalık, fakirlik, mallardan noksanlık ve sair musibetler. Bu kısma ‘وَلنَبَْلوَُنكَُّمْ / Sizi imtihan edeceğiz’ nazmında işaret vardır.

3- Aklın hükmedemediği şeylerdir. Hac ve umre gibi.
 

Hacc

حج , Haccın lügat manası; bir şeyin yanına çok gidip gelmek, bir gidiş gelişten sonra dönüş, yüceltilen birini ziyarete gitmektir. Aynı zamanda, açık bir yola belli bir maksat ve fayda için sulük etmektir. Buna göre hacc niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eden kimse ilk önce tanımak için gelir, sonra tavaf etmek için yine dönüp ona gelir, sonra Mina’ya gider. Sonra ziyaret tavafı için yine Kâbe’ye gelir. Sonra veda tavafı için yine ona geri gelir.

Kurtubi, ‘haccın tıraş olmak, kastetmek, özel bir maksat ve niyet, yönelmek manasına geldiğini söylemiştir. Doktorun kafadaki yaranın derinliğini elindeki mil ile ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır.

Hac ibâdeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayrımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf halinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Ümmet bilinci açısından haccın çok büyük rolü vardır.

Hac, dünyanın çeşitli bölgelerindeki mü’minler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takvâ dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı, vicdanlara yerleşir.
 

   Arefe günü şeytan perişan halde görülünce kendisine soruldu:
   - Ey şeytan! Senin gözlerini yaşartan, böyle ağlatan şey nedir?

   -Hacıların ticari bir gaye ile değil de yalnız Allah’ın ﷻ rızâsını
   ümit etmek amacıyla Kâbe’ye haccetmeye gitmeleridir. Ben
   onların haccetmek amacıyla gittiklerinden ve bu yüzden de
   haclarının kabul olacağından korkuyorum. İşte bu beni çok
   üzüyor ve onun için gözlerimden yaşlar akıyor.


 

Umre yapmak

عُمْر kasd etmek demektir. Kâbe’ye nisbet edilerek kullanıldığında, ziyaret manasındadır. Çünkü umre yapan kimse Kâbe’yi, Safâ ve Merve’yi say ve tavaf eder, sonra da bir ziyaretçi gibi döner.

Süfyan-ı Sevri şöyle anlatır: Bir sene hacca gitmiştim. Arafat’tan dönüp, o seneden sonra hac yapmama görüşündeydim. Hacılar arasında asasına dayanmış yaşlı bir adam gördüm. Uzun uzun bana bakıyordu. Ben ona:

- Esselamü aleyke ya şeyh! diye selam verdim. O da bana:
- Ey Süfyan! Allah’ın ﷻ selamı senin de üzerine olsun! Niyetinden dön! dedi. Ben:
- Sübhanallah! Sen benim niyetimi nereden biliyorsun? dedim.
- Rabbim bana ilham etti, dedi ve şöyle devam etti:
- Ben 35 defa hac ettim. 35. haccımda Arafat’ta vakfede bulunuyordum. İnsanların çektiği zahmete bakıp, Allahu Teâlâ hazretleri, onların ve benim haccımı kabul edecek mi, diye düşünüyordum. Bu düşünceye kalmışken güneş battı ve hacılar, Arafat’tan Müzdelife’ye indiler. Yanımda kimse kalmamıştı. Gece karardı, uyudum. Rüyamda şöyle gördüm:

Kıyamet kopmuş, insanlar haşr olmuşlardı. Amel defterleri uçuşuyordu. Mizan kurulmuş, Sırat ortaya konmuştu. Cennet ve cehennemin kapıları açılmıştı. Cehennem şöyle diyordu: ‘Ey Allahım! Hacıları benim sıcağımdan ve soğuğumdan koru!’ Bunun üzerine cehenneme şöyle nida geldi:
‘Ey ateş! Hacılardan gayrı için de dua et, çünkü onlar, çölün susuzluğunu ve Arafat’ın sıcaklığını tattılar. Bundan dolayı kıyametin susuzluğundan muhafaza oldular, şefaate nail oldular. Zira onlar, canları ve mallarıyla benim rızâmı taleb edip aradılar.’

O anda uyandım. İki rekât namaz kıldım. Sonra yine uyudum. Aynı rüyayı aynı şekilde yine gördüm. Bu rüya Rahmani mi yoksa şeytani mi, diye düşünüyordum ki, bana:
‘Hayır! Bu rüya Rahman olan Allah tarafındandır. Sağ elini uzat!’ denildi. Sağ elimi uzattım, bir de baktım ki, avucumda bir mektup. Şöyle yazılıydı: ‘Her kim Arafat’ta vakfe yapar ve Beytullahı ziyaret ederse, ben onu kendi ehli beytinden 70 kişi hakkında şefaatçi kılarım.’

Şeyh efendi o mektubu bana gösterdi, ben de okudum. Sonra şöyle buyurdu:
‘O zamandan beri her sene haccettim. Bu şekilde 73 haccım tamam oldu.’


 

''Ona günah yoktur.''

جناح meyletmek manasınadır. Eğri olduklarından dolayı azalara da ‘el-cevânih’ denir.

Bunun, sadece ‘bâtıla ve günah olan şeye meyletme’ manasında olduğu da söylenmiştir. Sonra günah işlemeye ıtlak olmuştur.

Bu cümle, câhiliyye döneminde bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek tavaf edenlerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve yüce Allah eğer tavaf edenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını bildirmiştir.

‘فَلَا جُناَحَ عَلَيْكَ أَنْ تَفْعَلَ / Yapmanda günah yoktur’ ifadesi, yapmaya izindir. Bu lafız tavafı terke izin için gelmemiştir. Cahiliyede kendisi için güçlük olan kimseye tavaf iznini ifade için veya cahiliyede oradaki putları tavaf kastıyla sa’yeden kişiye, İslâm’da tavaf izni için gelmiştir.

‘يطََّوَّفَ’ fiili, tavafda zorluk olduğu için tefe’ul babından geldi. Tavaf eden kişinin zorluğa katlanması, bütün cehd ve gayretini tavafa harcaması gerekir.

''Sizden kim nafile bir hayır yaparsa…''

تَفَعَّلَ , تَطَوَّعَ vezninden mazidir. تَفَعَّلَ vezninde bir şeyi çok yapmak manası vardır.

‘تَطَوَّعَ / tatavvu’ lügatta; herhangi bir baskı ve zorlama olmadan, vâcib olmadığı halde, isteyerek bir işi yapmaktır. Boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, ağacın meyvesini toplamak, itaat etmek, izin vermek, rızâ göstermek, teşvik etmek, nafile ibadet yapmak, gücü yetmek... manalarına gelir. İnsanın kendi arzusuyla, Allaha yaklaştırıcı fiil ve ameller işlemesidir. ‘Kim üzerine farz olmayan herhangi bir ameli severek yaparsa’ demektir.

Harfi cer olan ‘مِن’ in düşmesiyle burada ‘خَيْرًا’ kelimesi nasb oldu. (nez'i hâfid ile mensub)

‘Hayran’ kelimesinin nekre gelmesi ‘Kim büyük bir istekle isteyerek, hayır olarak Safâ ve Merve’yi tavaf ederse’ manasındadır.

Nafile hac, nafile sadakadan daha faziletlidir. Farz olan hac, anne babaya itaat etmekten daha evladır. Ancak nafile hac böyle değildir. Zenginin haccı, fakirin haccından daha faziletlidir. Çünkü hac hem mali hem bedeni ibadettir. Farz nafilenin faziletinden daha üstündür.

Akıllı kişi, eğer mal bakımından Kâbe’yi ziyaret etmeye müsait değilse, himmet ve haliyle müsait olmalıdır. Yani düşüncesi, gayreti, hali ve kalbiyle Beytullah’ı ziyaret etmelidir. Beytullah’ı ziyaret etmede en önemli şey, kişinin sadece kalıbı ile değil, kalbi ile manen Kâbe’ye yönelmesidir.
 

Var mısınız?
İbrahim’in Nemrut’a karşı gösterdiği tevhid mücadelesi örneğini...
Hz. Hacer’in, oğlu için gösterdiği sa’y ve gayretini...
Hz. İsmail’in itaatini, şeytani vesveselere aldanmayışını...
Hz. Yakub’un gözyaşını, Hz. Eyyûb’un sabrını...
Hz. Yusuf’un, kardeşlerine karşı olan affını...
Hz. Mûsâ’nın asasını...
Hz. Muhammed Mustafa’nın en büyük mucizesi olan
Kur’ân-ı Kerim’i, hilmini, âlemlerin rahmetine vesile olan ahlâkını...
Sahabe-i kiramın Peygamber’e karşı gösterdikleri saygıyı, O’ndan aldıkları gül sohbetlerini, dostlarının O’na olan sevdalarını...
Hac ve umre hatırası olarak getirmeye hazır mıyız?


 

''Allah şekürdür (taatlerin ecrini verendir), her şeyi bilendir.''

‣ Amele mükâfat verir, niyetleri bilendir.

‣ Az ameli değerlendirip karşılık veren, sevabı bilendir.

‣ Allah ﷻ şakirdir; iyilik yapanın mükâfatını zayi etmez. Alimdir; O’ndan ihsan gizli kalmaz.

‣ İyilik yapana sevap vermemek ancak fazileti inkar etmekle veya onu bilmemekle olur. شَاكِرٌ عَلِيم kavli bunu nefyetmiştir.

Allah’ın ‘Şâkir’ olması mecazidir. Tâate karşılık ve mukabelede bulunmak, şükür diye isimlendirilmiştir:

‣ Şükür lafzı, Allah’ın kullarına ihsanında mübalağa ifade eder.

‣ Şükür, nimete bir karşılıktır. Bu nedenle karşılık olan her şey, teşbih yoluyla, şükür diye adlandırılmıştır.

‣ Allahu Teâlâ’nın ‘Şâkir’ olması kulunun taâtinin makbul olduğunu ve en yüksek derecede kabul gördüğünü beyan eder. Allah’tan ﷻ şükür, kulundan razı olduğu manasında, mecazidir. Sevap vermek, rızânın lazımıdır. Rızâ da şükrün melzumudur. (Yani şükreden razıdır, razı olan da karşılığını (sevabını) verir.)

Alîm, Allahu Teâlâ’nın mükâfatların tam miktarını bildiğini, bu sebeple de hak edenin hakkını eksiltmediğini ifade eder.

Bu, görevinin dışında, fazla değer üretenlerin amellerinin Allah tarafından değerlendirileceği anlamına gelir. İnsanlar, görevlerinin dışında fazladan değer üretirlerse, toplumlarını ileriye götürecek ve Allah tarafından ödüllendirileceklerdir.

‘Allahu Teâlâ kulun neler yaptığını, ibadet ve ihlâs hususunda kendi hakkını yerine getirdiğini ve bu şekilde yapmış olduğu şeyleri de bilendir.’

Bu ifade, kulu kendisine vâcipleri şartlarına uygun yapmaya teşvik eder ve aksini yapmaktan sakındırır.
 

‘Şüphesiz Allah ﷻ Şâkir’dir.’

Fani ameli alır, on ile yedi yüze kadar kat kat görülmeyen baki haseneler verir. Vücudu mecaziyi alır, vücudu hakiki verir.

Alîmdir.’ Kullarının O’na yaklaşma niyetlerini bilir. Taâtta saflıkları ve hayırda koşmaları miktarınca O’na yaklaşırlar. Kudsi hadiste ‘Kim bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir zira yaklaşırım. Kim bir zira yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak gelirim’ buyruldu.
 

Şâkir olan Allah

Nimet vereni bilip onu düşünmek ve övmek, teşekkür etmek, işin, amelin, çalışmanın karşılığını vermek, dolu olmak, cömert olmak anlamındaki ‘شَكَرَ’ dan türeyen ‘Eş-Şâkir’, nimet verene, iyilik edene teşekkür eden, çalışanı ödüllendiren demektir. ‘Eş-Şekûr’ da ‘eş-Şâkir’ kelimesinin mübalağa ve süreklilik ifade eden şeklidir.

eş-Şekûr, kendi rızâsı için yapılan işleri daha ziyadesiyle karşılayan, az bir ibadetin karşılığında büyük mükâfatlar, yüksek dereceler veren, kullarının ecrini kat kat artıran, kendisine yapılan şükre çok ecirle mukabele eden demektir.

‘eş-Şekûr’ ismi, Rabbimizin ismi olarak Kur’ân-ı kerim’in 4 yerinde geçmektedir.

Cenâb-ı Hakk,yapılan her türlü iyilik ve hayra, salih amel ve güzel davranışlara en iyi şekilde karşılık veren ve kullarının birini en az onla mükâfatlandırıp, sevapla ödüllendiren, özellikle dinine hizmet edenlere yaptıklarının kat kat fazlasıyla veren ve onların en ufak bir iyi davranışını bile zayi etmeyendir.

Kulun Allah’a ﷻ şükrü iyilik ve nimetlerini anarak O’nu övmesi, Hakk’ın kuluna şükrü ise nankörlük etmeyip şükrettiği için nimetini ziyadeleştirerek kulunu övmesidir.

Şekûr; sınırlı, sonlu ve dünyadaki sayılı şükre, sınırsız sonsuz bir dünyada sayısız nimet verendir. Kul Allah rızâsı için azıcık bir iyilik yaparsa, Allah ﷻ bu iyiliği büyütür, daha büyük ecirlerle karşılar. Allah ﷻ, nimeti emrettiği yerlere sarf edenlerin hem iyiliklerini büyütür, hem ecirlerini çoğaltır, hem de kadr ü kıymetini artırır.

Bu dünyada bir çekirdeğe karşılık bir ağaç ihsan eden Allah, dünyada yapılan ibadet ve şükürlere cennette öyle mükâfatlar verecektir ki, Allah Resûlünün ﷺ ifadesiyle, ‘Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbine, hatırına gelmiştir.’ Şekûr isminin Cennetteki tecellisi böyle olacaktır.

Resûlullah’ın ﷺ bu isimden nasibi:

‣ ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ ifadesi kendisine aittir.

‣ Kendisine yapılmış bir iyiliğe er veya geç karşılığını vermiş, herkesi bu hususta teşvik etmiştir.

‣ ‘Kime bir iyilik yapıldığında bu iyiliği yapana ‘جَزَاكَ اللهُ خَيْراً’ derse en güzel şekilde senada bulunmuş olur’ buyurarak en azından sözle mukabeleyi istemiştir.

‣ ‘Kim Allah ﷻ adına sığınma talebinde bulunursa ona sığınma verin, kim Allah ﷻ adına isterse ona verin, kim sizi davet ederse icabet edin, kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, verecek bir şey bulamazsanız kendiniz ona karşılığını vermiş görünceye kadar dua edin’ buyurarak fiilen şükürden eksik kalındığında dillerle şükredilmesi gerektiğini, bunun da iyilik sahibi için dua olduğunu belirtmiştir.

Kulların bu isimlerden nasibi:

˗ Allah’ın verdiklerini ve vermediklerini nimet kabul edip şükretmek.

˗ Allah’ın ﷻ verdiği nimetleri masiyet yolunda kullanmamak, vermediklerinden dolayı da masiyete düşmemek.

˗ Allah’a ﷻ şükür için vesileler aramak.

˗ Hep olumsuzlukları görerek, şükredebileceği nimetlere karşı nankörlük yapmaktan uzak bulunmak.

˗ Kendisine yapılan iyiliklere mukabil iyiliklerde bulunmak, eliyle iyilik yapamıyorsa diliyle dua ederek yapılan iyiliğin karşılığını vermeye çalışmak.

˗ Kendisine ulaşan nimetlerle ucublanmamaya, yoldan sapmamaya dikkat etmek.

˗ Nimetleri Allah’ın ﷻ ulaştırdığına inanmak ve itiraf etmek.

˗ Şükredilmeyen nimetin alınacağını, şükredilirse ziyadeleşeceğini bilmek.

˗ Birbirlerine teşekkür edebilmeleri konusunda insanlara davranışlarıyla önderlik yapmak, Şekûr ahlâkıyla ahlâklanmak.

Kula yakışan, şu kısa dünya hayatını şükür ve ibadetle geçirerek ebedî saadete mazhar olmaktır. Allah Resûlü ﷺ “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez” buyurmuşlardır.
 

El-Alîm

Allahu Teâlâ alimdir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş olacak her şey Allah’ın ilminde her an hazırdır. Hiçbir hadise Allah’ın ﷻ ilminden bir lahza dışarıda kalmaz, O’na gizlenemez. Mahlukat O’nun tayin ettiği kadar bilir, ilerisini bilemez.

İnsanoğlunun bildiği bir ise, bilmediği hesapsızdır. Mesela Arz küresi insanın evidir. İnsan oturduğu bu evin muhteviyatını bile henüz tamamıyla öğrenmiş değildir. ‘Arzın içinde acaba daha neler var?’ diye asırlar boyunca durmadan araştırmalar yapmıştır.

Yattığı yerin bir metre altındaki altın hazinesini bilmediği için, açlıktan ölen bir insan farz edelim. Yahut devasız derde düşmüş ümitsizlik içinde ıstırap çekiyor. Kim bilir o bilinemeyen deva belki de her gün çiğneyip geçtiği bir ottadır. İşte bu haller her şeyi öğrendim zanneden insanın acınacak taraflarıdır.

İnsan pek çok şey bilse de, daha öğrenilecek çok esrar vardır. Ayrıca insan hiçbir şeyde tam ve mutlak bir bilgiye sahip olamaz. Bütün bilgileri eşya ve hadiselerin dışında kalır. İç yüzüne nüfuz edemez. Biraz sonra ne olacak? Bunu görecek bir göz veya gözlük insana verilmemiştir. En fazla yüz senelik ömrü, ezellerin ebedlerin içinde göz açıp yumacak kadar bir zamandır. Bu kadar kısa bir ömür içinde tam anlamıyla neyi bilebilir?

İnsanoğlu denizlerin dibinde yüzmesine, havaların üstünde gezmesine rağmen bilgisi de kendisi de dar bir çember içindedir. Mesela oturduğu arzın sathından merkezine doğru yüz kilometre inemez, aksi istikamette de başını alıp hudutsuz uzaklaşamaz. Halbuki arzın büyüklüğüne göre bu mesafe bir yumurta kalınlığı kadardır.

Mağrur insan iki kabuk arasında kaldığını unutur da, her şeyi bilirim, her şeyi yaparım zanneder. Zaman olur bildiklerini unutur, bazen de bildiği şeyde yanılır veya yanlış öğrenir. Hakkı batıl, batılı hak zanneder.

Kula gereken: İnsanın hayatı, mevkii, bilgisi her şeyi mahduttur. Bu mahdut kemallerden, hudutsuz kemali sezmeli ve bütün kemallerin hakiki sahibi Allah’ı bilip rızâsını kazanmalıdır.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Safâ üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Bundan dolayı birisinin adı müzekker, öbürünün adı da müennes oldu ve adı müzekker olan önce zikredildi. Câhiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safâ ile Merve’de sesler çıkartır, müzik çalarlardı. Safâ ve Merve arasında da putlar vardı. İnsanlar burada toplanır, tapınırlardı. Tavaf yaparken de Safâ ve Merve’deki putlara sürünürlerdi.

İslâm gelince Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. ‘Ey Allah’ın Resûlü, biz Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk koşulan varlıklardır’ dediler. Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indirerek mahzuru ortadan kaldırdı.

‣ Rivâyete göre bu İsaf ve Naile Kâbe’de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve ibret alınsın diye Safâ ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra bunlara ibadet edilir olmuştur.

‣ Urve (r.a) anlatır: Ben Hz. Aişe’ye şöyle dedim: Safâ ile Merve arasında tavaf etmeyen biri aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim, ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi:

‘Kız kardeşimin oğlu, ne kadar kötü bir söz söyledin. Resûlullah ﷺ da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Menat için ihlal eden telbiyede bulunan kimseler Safâ ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: ‘Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur’ buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: ‘Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur’ denmesi gerekirdi.’

‣ Menat için ihrama giren kimselerin hepsi Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Beyt’in tavafını söz konusu edip Safâ ile Merve’den söz etmeyince şöyle dediler: ‘Ey Allah’ın Resûlü, biz Safâ ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah’ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ’dan söz etmedi. Safâ ile Merve arasında tavaf etmemizin bir mahzuru var mıdır?’ Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

‣ Câhiliyye döneminde Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen Araplar ‘Bu cahilane bir iştir’ derdi. Ensar da ‘Biz, Beytullah’ı tavaf etmekle emrolunduk, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık’ dediler, ikisi arasında tavaf etmekten çekindiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

إِنَّ الصَّفاَ وَالْمَرْوَةَ مِن شَعآَئِرِ اللَّهِ ifadesinde Allah’ın zahir nişanelerinin batıni nişanelerine delil olduğuna işaret vardır. Kulun Safâ ve Merve’nin zahir merasimini ikame etmesi, batıni şeâire delalet eder.

Safâ sır, Merve ruhtur. Senin lisanın ikisi arasında say yapar.

Bir saat sır sefasına say eder ki, iki cihandan alakasını kessin. Müzzemmil, 8; ‘Her şeyden kesilip Rabbine yönel’ir.

Bir saat ruh Merve’sine say eder ki bu say; zahirde taâtle, batında murakabe ile insanın dahili, harici, zahiri, batıni bütün eczasına, ehline, iyaline ve bütün âleme hayrı takdim eder.

Say yedi kere gidip gelmektir. Bu yedi mertebeye işaret eder. Zira insanın zahiri yedi erkanı, batıni yedi etvarı vardır. Bunun gibi âlem de yedi iklimdir.

فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ Rabbi talepte kalp beytini haccederse, فلَاَ جُناَحَ Safâ sırrında tavaf etmekte günah yoktur. Zira o Allah’ın emrine saygıdır. Ruh mervesine say etmek de günah değildir. Zira Allah’ın halkına şefkat Allah’ın nişanelerindendir. Say’in bereketi yedi zahir erkana, yedi batın etvara ulaşır. Nitekim Necm 39’da şöyle buyruldu: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” فإَنَِّ الله شَاكِرٌ عَلِيمٌ Cenâb-ı Hakk’ın şükür sıfatının hakikatlarından, kemal-i refetinden olan son derecedeki bu ihsanı muhabbet ve saffet ehlinedir.

Onların ayak izleri, günlerinin saadeti, mekanlarının eşrefi, zamanların izzetidir. Bu müşahede ve eserler tazim ve ziyarettir. Bu müşahede ve ittika, yolcuları da kervanı da kuvvetlendirir.

Onların ayaklarının toprağı, izlerinin tozu hayırlılar indinde büyük kıymet taşır. Sıddıklar indinde o toz miskü’l esfardan daha azizdir.

 

Belagat

• Bu âyet, kıble hakkında ehli kitap ve müşrikler arasındaki münakaşaya itiraz cümlesi olarak gelmiştir.

• مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ Eğer ‘şeâir’in ibadet manası alınırsa, âyette bir hazif söz konusu olur. Çünkü bu iki dağın bizzat kendisi ‘ahkâm’ olamaz. Bu durumda mana şöyledir: ‘O ikisi arasında tavaf ve sa’y etmek Allah’ın dininin alametlerindendir.’

Eğer ibadet yeri manası alınırsa muzaf takdirine gerek kalmaz. Bu iki dağ Allah’a ibâdet edilen yerlerdir.

• فمَنْ حَجَّ Merve ve Safâ’nın, Allah’ın ﷻ şeâirinden olduğundan tefridir.

حَجَّ lügatta kastetmek demektir. Örfte, Mescid-i Haramın, Allah’a ﷻ ibadet kastıyla tavafı, Arafat’ta vakfe ve ihrama girme manasındadır. Bu sebeple bu manada, cins isim özel isme tağlib edilmiştir. Hüküm bildirmediği zaman izafetsiz gelir. “اَلْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ / Hac belli aylardadır” (Bakara, 197) âyetinde olduğu gibi. “وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ / Haccetmeleri insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” (Âl-i İmran, 97) âyetinde ise, hüküm bildirdiği için muzafla gelmiştir.

• وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا Safâ ve Merve arasında yürümeye teşvik için getirilmiş tezyil cümlesidir. Maksat, farz ve nafile bütün hayırlar hakkında genel bir emirdir.

• فإَنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيم cevabın delilidir. Çünkü takdiri şöyleydi: Kim bir hayır yaparsa onunla karşılık görür.

• شَاكِرٌ lafzı istiare-i temsiliyedir. Allah’ın ﷻ taâte mükâfat vermesi, kendisine nimet verilen birinin şükrüne benzetilmiştir. Bu teşbihin faydası, sevabın acele ve kesinlikle verileceğini pekiştirmektir. Çünkü kendisine iyilik yapılan, iyilik yapana şükrü hemen yerine getirmelidir.