164- Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeyler taşıyarak denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten yağmur yağdırıp onunla ölmüşken arzı diriltmesinde, arzda her türlü hayvanı üretip yaymasında, gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş rüzgarları ve bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için nice deliller vardır.
Şu muazzam mükevvenatın, uçsuz bucaksız semanın, içindeki galaksilerin, galaksilerin içindeki samanyolunun, samanyolunda bulunan dokuz gezegenden biri olup bizi bağrında yaşatan arzda, yerkürede kendisine düşünme, fikretme kabiliyeti olan insana âyetler, alametler ibretler var.
Hem bir tane değil üst üste, kapı kapı, yedi sema. Bizim gördüğümüz sadece dünya seması. Rabbimiz bu semayı yeryüzünün kubbesi, süslü tavanı ve koruyucusu olarak niteliyor.
Dünyayı atmosfer halinde saran bu tavan gökten yere düşecek her türlü tehlikelerden hıfz-u muhafaza etmektedir. Bu ne büyük kudret! Koskoca dünyayı direksiz bir kubbeyle koruyor. Kubbeyi enva-i çeşit yıldız türleriyle süsleyerek gece mehtap, gündüz afitapla gözler önüne seriyor.
Yeryüzünü gökten inen su ile, güneş ile canlandırıp türlü çiçeklerle, renk renk kuşlarla, güzel kokularla, şırıl şırıl akan sularla, mevsim mevsim manzaralarını nakş ediyor.
Bu eşsiz güzellikleri kullarına sunması, kullarına verdiği değeri ve onları sevdiğini göstermiyor mu? Yarattığı varlıklardan biz insanlara ipek, bal, süt, et, misk gibi kıymetli nimetleri musahhar kılışı O’nun ilmini, kudretini, Ahsenu’l Hâlık olduğunu göstermiyor mu?
Yine hem maddi menfaatlerimiz, hem de göz zevkimize hitap eden göller, nehirler, dereler, şelaleler, denizler, koylar, körfezler, şırıl şırıl su sesleriyle bize ikramın en mükemmelini sunmuyor mu?
Ovalar, yaylalar, yüksek bağlar, bostanlar, kekik kokulu dağlar, bin bir çeşit ağaç ve hayvanıyla dolu ormanlar, bizim faydamız için değil mi?
Yeryüzünde yaşayan büyüklü-küçüklü hayvanları yaratan, onlara yaşam ortamı hazırlayan, beslenmelerini, üremelerini, korunmalarını, onlara ilham edip, öğretip ayrı ayrı rızıklarını hazırlayan, her birini bir hikmet için var eden Mevlamız bize fikir verip yol yordam öğretmiyor mu?
Kimine ev, kimine in, kimine petek, kimine yuva, kimine su, kimine toprak, kimine ağaç, kimine yaprak vs. sûretinde her birine uygun meskenler halk eden Malike’l Mülk, bizi bunlarla tevekküle, rızâya, şefkate, cömertliğe davet etmiyor mu? Zamanı, mekânı, imkânı lütuf buyuran Müdebbiru’l umûr Rabbimizin gece ve gündüzü peş peşe bir birine muhâlif olarak getirmesini düşünmeyecek miyiz?
Âyette buyrulduğu gibi geceyi devamlı yapsaydı bize gündüzü kim getirebilir? Gündüzü devamlı yapsa geceyi bize kim getirebilir? (Kasas, 72)
Devamlı gece olsa idi ne olurdu halimiz? Neyle, nasıl aydınlanır, yiyeceklerimizi ne ile nasıl temin eder, nemden nasıl korunurduk?
Kısacası bizim için yaşamak mümkün olmazdı. Devamlı gündüz olsaydı, güneşin sıcaklığına biz ve diğer canlılar dayanabilir miydik? İstirahat etmemiz mümkün olur muydu? Biri işe başlarken, biri uyumaya çalışır, âlemde düzen kalmazdı. Biz bu nimete her gün şahit oluyoruz. Gecesinde mehtap, gündüzünde manzara seyrederek her iki nimetten türlü türlü istifade ediyoruz. Bu, Rabbimizi tanıtan, sevdiren, takdir ve tazim ettiren büyük bir delil, açık bir burhan değil mi?
Dünya, güneş sistemindeki dokuz gezegen arasında insanların yaşadığı tek gezegendir.
Büyüklük bakımından beşinci sırada gelir. Küre biçimlidir. Çapı 12.750 km toplam alanı
510 milyon km kare dolayındadır. Yaklaşık yüzde yirmi dokuzu karalarla geri kalanı
okyanus ve denizlerle kaplıdır. Dünyanın iç bölümünde üç ana katman vardır. En içteki
bölüme çekirdek denir. Çapı yedi bin km kadar olan çekirdeğin büyük ölçüde nikel ve
demirden oluştuğu sanılmaktadır. Bu mineraller sıvı haldedir. Ama bilim adamları
çekirdeğin ortasında katı bir demir top bulunduğu kanısındadır. Çekirdeği saran katı
kayaçlardan olmuş katmana manto denir. Kalınlığı üç bin km’ye yaklaşan mantonun
üstündeki yer kabuğu da katı kayaçlardan oluşur. Yer kabuğunun kalınlığı okyanusların
altında da 32 km kadardır.
‘خلق’ kelimesinin Arapça’daki esas manası, ‘takdir etmek’tir. Bu kelime daha sonra, Cenâb-ı Allah’ın bütün fiilleri yerli yerinde olduğu için, O’nun fiillerine isim olmuştur.
Cümlenin ‘إِنَّ’ ile başlaması, ibret gözü ile bakıp bu muazzam sanatın Sâniî’ini düşünmediğimizi ilan eder.
فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ ’da ‘خَلْق’ masdar olup, bütün oluşun, yaratılışın sudur ettiği aslı gösterir. Başında ‘فِي’ olması da nazarı derinleştirip, iyice araştırıp anlamaya teşvik içindir. فِي ’nin ‘خَلْق’ üzerine gelmesi, istiare-i tebaiye olarak ‘kuşatma’ manasına gelir.
Demek oluyor ki, Allah’ın ﷻ ‘Halk’ sıfatı o kadar yaygın, o kadar seri ve o kadar çoktur ki, sanki bizi kapsama alanına almış, kuşatmıştır. Bu sanatın karşısında hayrân-ı Hakk olup, mest olarak kainatın sahibine dost olmamız gerekirken, gaflet içinde O’nun nâmütenâhi nimetlerini tepe tepe kullanırken, O’nu hatırımıza getirmeden yarattığı dünyaya ve içindekilere gönül bağlayıp mülkünde yaşıyoruz. O’nu inkar edercesine, şüphe edercesine, umursamayarak, kulluk görevlerimizi aksatarak, nankör bir tavır sergiliyoruz ki, Rabbimiz bize ‘إِنَّ’ ile tekit ediyor. Ve bizi bu muazzam âyetle tefekküre sevk ediyor.
Her gün gözlerimizi çevirip ruhumuzu ferahlandırdığımız, uçsuz bucaksız gökyüzünü düşündüğümüzde, ilk aklımıza gelen güneş, ay, yıldızlar, galaksilerdir. Gökyüzünde her küme bir galaksidir. Biz, Samanyolu galaksisindeyiz. Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton, ay ve güneşi içine alan bu galaksi, gökyüzündeki galaksilerden sadece bir tanesi. Bunlar gibi, gökyüzünde sayısız galaksiler bulunmaktadır. Bunların çoğu henüz keşfedilmemiştir. Biz sadece kendi galaksimiz olan Samanyolu üzerinde düşünecek olsak, buna bile zaman ve imkanımız yetersiz olur.
Şimdi, her bir insanın ilm-i zaruri ile bildiği, gözleri ile görüp, kulaklarıyla duyduğu olaylara göz atalım...
Güneşin asırlardır hiç düzenini bozmadan aynı yörüngede doğudan doğup, batıdan batması, görevini hiçbir şekilde aksatmaması, yaşamamızın asli sebebi oluşu, Cenâb-ı Hakk’ın halk, kudret ve takdirinin büyüklüğünü göstermez mi? Ayın kendi yörüngesinde güneşin uydusu olarak dönüp, otuz günde seferini tamamlarken, hilal-dolunay-yarımay gibi şekillerle bize gece kandili olması ve zamanımızı bildirmesi Yüce Rabbin kerem ve kudretini göstermez mi?
Yine gökyüzünü dolduran büyüklü-küçüklü, aküler gibi gündüz güneşten şarj olup, gece bize ışık vermekle beraber mehtabımızı oluşturan yıldızlar, Rabbimizin ince, dakik ve muhkem sanatını göstermez mi?
Yine güneş, ay, yıldız gibi, olmazsa olmaz en mübrem ihtiyacımız olan yağmur da, düşünülmesi gereken Kâdir-i Mutlak’ın eseri değil mi? Her bir damlanın, elekten inercesine, pamuk gibi yumuşak olması Rahmet-i İlâhi’nin eseri değil mi?
Karıyla, dolusuyla, kasırgası, yıldırımı, şimşeği, gök gürültüsüyle yağıp bütün yeryüzünü yeşerten, canlandıran, taraf-ı ilâhiden ‘mübârek’ ismini alan bu yağmurların, bizim çorak gönlümüzü muhabbet-i ilâhiyle yeşertmesi gerekmez mi?
Nazarımızı biraz daha derinleştirip, gökten inen ve göğe çıkanları da bir gözden geçirirsek;
Gökten melek iner, rahmet iner, vahiy iner, demir iner ve bazı madenler iner. Uçak iner, paraşüt iner, hava iner, su iner, ürünlerin hammaddesi iner. Gün gelir Hz. İsa iner. Daha bilmediğimiz, düşünemediğimiz, akıl erdiremediğimiz neler iner kim bilir? Neler çıkar? Buhar çıkar, duman çıkar, su çıkar, toz, polen çıkar. Bedenini ruha katmış, içi dışı pür nur olmuş Habibullah çıkar. Hayatı imanlı bitirenlerin temiz ruhları, nurlar çıkar. Hz. Harun çıkar. İdris nebi ve Mesih İsa çıkar.
Dualar, niyazlar, tesbihler, zikirler, manevi hasılatlar çıkar. Vaazlar, itirazlar, ahlar, vahlar ve mazlumların bedduaları çıkar. Uçaklar, helikopterler, uzay gemileri, uçan balonlar, füzeler, nükleer silahlar, şimdilerde Allah’ın ﷻ evini, Peygamberin Ravza’sını ziyaret etmek isteyenler çıkar.
Gökte neler kalır? Kıyam, secde ve rüku halinde melekler, daima dönen felekler, zikir-fikir-şükür halinde olan nuraniler, Beyt-i Makdes’te ilel ebed mü’minlere istiğfar eden muteriz melekler (İnsanlar için ‘Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimseler mi?’ diyen melekler). Ve daha bilemediğimiz nice enerji, daimi nokta nöbeti tutan, gezmeyen yıldızlar…
Böyle bir tefekkürden sonra kul olarak bu yüce kudretin karşısında neler yapmamız gerektiğini düşünmek ve pratiğe geçirmek kaçınılmaz olur. Işığından, ısısından, enerjisinden istifade ettiğimiz, sebzelerimizin, meyvelerimizin aşçısı güneş nimeti karşısında, Rabbimizin ihsan ve keremine karşı şükür secdesi yapılmalı.
Emrolunduğumuz vakitlerde, seherlerde, güneş doğmadan önce huzur-u ilâhiye çıkıp, namaz, niyaz ve duada bulunmayı ihmal etmemek ve bütün hayat şartlarını bu göreve odaklamamız gerekir.
Güneş yörüngesinden çıkmadığı gibi, bizim de dünyevi-uhrevi bütün iş, oluş, söz ve fiillerimizle sırat-ı müstakim yörüngesinde feveran edip, ifrat ve tefrite düşmememiz gerekir.
Güneşin cazibesiyle ipsiz, sapsız, bağlantısız dünyayı, ayı, yıldızları etrafında döndürmesinden ilham almalıyız. “Nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun” (Tahrim, 6) buyruğuyla amel edip, çevremizi İslâm yörüngesinde tutmak için takva, ihlas, gayret, hoşgörü, faydalı ilimlerle bezenmeliyiz.
İki arkadaş kampa giderler. Gece çadırlarında uykuya dalarlar.
Birkaç saat sonra biri uyanır ve arkadaşını dürtükler.
- Yukarıya bak ve ne gördüğünü söyle!
- Milyonlarca yıldız görüyorum.
- Bu sana neyi gösteriyor?
- Astronomik olarak; milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını gösteriyor. Yıldızların konumuna bakarak; saatin dört olduğunu çıkarıyorum. Teolojik olarak; Allah’ın bu muazzam kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik yönden de; yarın havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Peki sen bunu bana neden sordun?
Diğeri bunları dinledikten sonra, arkadaşına serzenişte bulunur:
- Yapma arkadaşım. Baksana! Çadırımızı çalmışlar!
Âyet-i kerimede ‘gökler’ kelimesi cemi, ‘arz’ kelimesi ise müfred olarak geldi. Çünkü her sema, farklı yapıdadır, diğerinin cinsinden değildir. Her bir gök katmanı arasında, 500 yıllık mesafe bulunmaktadır. Her birinde devreden yörüngeler, gezegenler, yıldızlar diğerinden değişiktir. Ama yeryüzü öyle değildir. Tamamı birdir, hepsi topraktandır.
Yedi kat sema, yedi katlı bir bina gibi sadece uzunluğuna, birbirinin üzerine gelmiş şekilde değildir. Yedi kat gök bütün boyutlarıyla birbirini kuşatmış ve her bir kat diğerine göre ölçülemeyecek kadar geniş olan sema demektir. Yani yumurtanın beyazı, sarısını kuşatıp etrafında bir daire oluşturduğu gibi, semalar de birbirini öylece kuşatmıştır.
Bu dünya, (güneş, ay, yıldızlar, gezegenler ve bilmediğimiz diğer ecsam) birinci kat semanın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. Birinci kat sema ve içindekiler, ikinci kat semanın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci kat semanın her biri diğerinin yanında o nisbette yer kaplar. 7. kat semadan sonra sırasıyla, Alem-i kürsi, Alem-i arş-ı azam (cennet ve cehennem buradadır), Levhi mahfuz, Kalem-i ilâhi, Alem-i emir... gelir.
Bu âlemlerden her bir alt âlem, bir üst âleme nisbetle, hardal tanesi büyüklüğündedir. Bütün bunlar, daire-i vücubun yanında güneşten bir zerre, deryadan bir katredir. Bundan sonra, daire-i vücub başlar. (Alem-i emirden sonrası hakkında bir tabir bulunmadığı için, ‘daire-i vücub’ denmiştir.) Ve öteler…öteler ötesi… daire-i zılâl-i esma ve sıfat-ı ilâhiye… Bütün bunlardan daha geniş olan ilâhi rahmet… Cenâb-ı Hakk’ın zatının, sıfatının, esmasının ve efalinin nurları bahr-ı muhitin etrafına dalgalar halinde her şeyi kuşatmıştır.
Muhkem bir intizamla geceyi getirip gündüzü takip ettirmesi, gündüzü bir koyunun derisini yüzer gibi çıkarıp arkasından geceyi getirmesi, gündüzleri uzatıp geceleri kısaltması ve aksini yapması hep O’nun âyetlerindendir.
˗ اختلاف, birincisi gidip arkasından ikincisi geldiği zaman söylenilen bir kelimedir. Gece ile gündüzün ard arda gelmesi, gidip gelme hususunda birbirlerini izlemeleridir.
˗ Veya ‘اختلاف’ gece ve gündüzün uzayıp kısalması, aydınlık ve karanlık olması, fazlalık ve noksanlaşma hususundaki farklarıdır.
˗ Gece ve gündüz, zaman bakımından uzayıp kısaldığı gibi, yerleri bakımından da farklıdırlar.
Gece ve gündüzün değişmesi, bir yaratıcının olduğunu gösterir:
‣ Gece ve gündüzün değişmesi, güneşin hareketlerine bağlıdır.
‣ Bazen gündüzlerin, bazen de gecelerin uzaması ile ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimleri değişir.
‣ Gündüzleri kazanç ve geçimlerini sağlamaları, geceleri de istirahat ve uykuya gitmeleri sebebiyle, insanların hallerinin bir nizam içinde olması da büyük delillerdendir.
‣ Birbirlerine zıt ve ters olmalarına rağmen, gece ile gündüzün, insanların maslahatını meydana getirmede, birbirlerine yardımcı olmaları da büyük âyetlerdendir. Çünkü iki şey arasındaki zıddiyet, bir maslahatı meydana getirmede yardımlaşmalarını değil, birbirini bozmalarını gerektirir.
‣ Gecenin başında insanların uykuya yönelmesi, sûra ilk üflenişte bütün mahlûkatın ölmesine; güneş doğarken bütün canlıların uyanması da, sûra ikinci üflenişte herkesin yeniden diriltilişine benzer. İşte bu da büyük bir âyettir.
‣ Gecenin karanlığının, sabahın yayılan aydınlığı ile yarılıp açılması da büyük âyetlerdendir.
‣ Gece ve gündüzün insanların maslahatına uygun bir biçimde, dengeli bir ölçü içinde ayarlanması da büyük delillerdendir. Kutuplarda, senenin altı ayı gündüz, altı ayı da gece olur. Bu yerlerde ne bir bitki yetişir, ne canlıların yerleşmesine tam elverişli olur.
Gecelerin feyz ve bereketinden yeterince istifade edebilmek için erken yatıp, iki saati dört saat yerine geçen ilk akşamın verimli uykusunu kaçırmamak gerekir. Bu sayede Efendimizin ‘Yatsıyı kılın yatın’ mucizevi tavsiyesine uyma bahtiyarlığını da yaşamış oluruz. Tıp ilmi, asırlar önce haber verilen bu gerçeğin farkına yeni varmıştır. Şöyle ki: İnsan vücudunun faaliyet gücünün en yüksek olduğu zaman, salgılanan kortizon hormonu sebebiyle 10-11 saatleri arasıdır. Vücut faaliyeti bu saatte doruk noktasına çıkar. Öğle saatlerinde azalan vücut faaliyet gücü, 13-14 saatlerinde en düşük seviyeye gelir. Vücut faaliyetinin ikinci en yüksek olduğu zaman, sabahki kadar olmasa da 16-17 saatleri arasındadır. Sabah saatiyle öğleden sonraki bu zaman aralığı, zihin ve beden faaliyetinin gün içinde en yüksek olduğu vakittir. Bu durum, böbrek üstü bezinden salgılanan kortizon hormonunun etkisiyle gerçekleşir.
Vücuttaki glikozun yakılmasını sağlayan, bütün metabolizma üzerinde kontrol edici bir fonksiyonu olan kortizon hormonu, davranışlarda hayati öneme sahiptir. Kortizonlu ilaçlar tıpta romatizma, alerji, karaciğer ve böbrek hastalıklarının yanı sıra zehirlenme gibi yüzlerce olayda kullanılır. Çocukların sağlıklı gelişmesi için gereken büyüme hormonu uyku sırasında salgılanmaktadır. Gece 22.30-23.00 saatlerinde uykuda salgılanan büyüme hormonlarından faydalanmak için, çocukların uyku düzenlerine ve erken yatmalarına çok dikkat edilmesi gerekir. Avrupa ülkelerinde çocukların bu yüzden erken yatmalarına son derece dikkat edilirken, Türkiye’de çocuklar geç saate kadar televizyonda film izlemekte, ya da bilgisayar başında oyun oynamaktadır.
Denizde büyük, ağır, zahmetli gemileri suyun üstünde kolayca yürütmesi, insanların çeşitli ticaret ve sermaye ile, deniz ürünlerinden faydalanmaları da Allah’ın kudret eserlerindendir.
Gözümüzün önünde masmavi denizler, uçsuz bucaksız okyanuslar içinde yaşayan renk renk, türlü türlü balıklar, acayip yaratıklar, bitkiler, inciler, mercanlar, hep o yüce Kudretin akıl almaz eseri. O, her şeyi modelsiz, ham maddesiz, sermayesiz, yardımcısız, yorulmadan, zamana, zemine muhtaç olmadan yaratır. İstediği her şeye ‘Ol’ der, hemen olur.
Denizi hem içindeki nimetlerden istifade edelim, hem havasından, manzarasından faydalanalım diye yaratmış, aynı zamanda üzerinde gemi ve benzeri taşıtları kullanalım diye bize bahş etmiş.
Ta Hz. Nuh’tan bu yana fertler, milletler, deniz yoluyla, ticaret, ihracat, ithalat yapmaktadır. Hz. Nuh’a gemi yapmasını öğrettiği gibi her asrın insanına da ilham yoluyla çeşitli vasıtaları icad ettirerek ihtiyaçlarını kolay yoldan karşılamalarını ihsan buyurmuş. Daha nice binitler halk edeceğini de müjdelemiş. “Hem kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve merkepleri yarattı. Ve şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratacak.” (Nahl, 8)
Gökler meleklerin, denizler semeklerin (balık) zikirhanesi olmaları sebebiyle de insanlara huzur verip gamlarını gidermektedir.
فلك kelimesinin asıl manası ‘dönmek’ tir. Her dönen, deveran eden şeye, felek denir. Gökteki ‘felek,’ içinde yıldızların dönüp durduğu yedi yörüngenin ismidir.
فلك hem müfred hem de cemidir. Bu kelime ile tek bir gemi kastedilirse, kelime müzekker sayılır. Eğer birçok gemi kastediliyorsa, müennes sayılır. (Cemi müzekker salimin dışında kalan bütün cemiler, müennes hükmünde olduğu için burada ‘fülki’ kelimesi müennes kabul edilip ona raci olan ‘elleti’ ve yine kendisine raci olan ‘tecri’ fiili müennes olarak geldi.)
Gemilerin denizde akıp gitmesi de Allah’ın varlığına delildir:
‣ Gemileri insanlar yapsa da, bu gemileri yapma imkânı veren, âletleri, vasıtaları yaratan Allah’dır.
‣ Gemileri hareket ettirmek için rüzgârlar olmasaydı, gemilerden tam fayda sağlanamazdı.
‣ Allahu Teâlâ, âlemin her tarafına farklı özellikler vermiş ve tüm âlemi birbirine muhtaç kılmıştır. Böylece insanlar yaptıkları seferler sırasında her tür tehlikeyi göze alırlar. Aksi halde insanlar bu gemileri yapmazlardı. Gemici taşıdığı şeyden kâr elde eder, malları getirdiği kimse de, bizzat bu mallardan istifade eder.
‣ Allah, rüzgârları göndererek dalgaları harekete geçirip, suyu alt üst ettiği zaman büyük bir dehşet doğar. Denizin bu gücüne rağmen, onu yük taşımak için uygun hale getirmiştir.
‣ Nehirlerin denizlere akması da büyük âyetlerdendir. Mesela Ceyhan ve Seyhan gibi büyük nehirler, küçük olmasına rağmen Aral denizine akarlar. Sonrasında Aral denizi kesinlikle ne fazlalaşır, ne de genişler.
‣ Denizde çok büyük canlılar bulunur. Ancak Cenâb-ı Hakk, gemileri bu hayvanlardan kurtarıp sahile ulaştırır.
‣ Denizlerde çok ilginç durumlar vardır; “O birbirine komşu olmak üzere, iki denizi salıvermiştir; aralarında bir perde olup, birbirlerinin sınırını aşmazlar” (Rahman, 19-20); “Şu deniz tatlıdır, susuzluğu keser, içimi kolaydır, şu ise çok tuzludur, acıdır” (Fatır, 12) âyetlerinde geçtiği gibi.
Cenâb-ı Hakk, kendi kudretiyle bunların birbirine karışmasını önlemiştir. Bütün bunlar onları koruyan, düzenleyen bir takdir edicinin var olduğunu gösterir.
بما ينفع الناس ifadesi gemiye binmenin, gemiyle kazanç sağlamanın, ticaret yapmanın ve güzel şeylerden faydalanmanın mubah olduğuna delâlet eder. Yani o gemiler insanlara fayda verecek olan eşyalar ile beraber akarlar, demektir.
Beldelerin ve kulların hayatı olan yağmurun bulutlardan inmesinde nice âyetler vardır:
1- Bu cisimleri ve bu cisimlerde bulunan yoğunluk, nem ve tatlılık sıfatlarını yaratmaya, Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yetmez.
2- Allahu Teâlâ, suyu insan hayatının ve rızkının sebebi kılmıştır.
3- Büyük vadileri dolduracak çok su bulunan bulutlar, gökte muallâkta durur. Bu ise en büyük âyetlerdendir.
4- Bulutlardan, bu suların, mahlûkatın ihtiyacı esnasında, insanlar dua ettiği zaman, menfaatlarına uygun miktarda yağması da büyük âyetlerdendir.
İnsanın üst tarafında olan her şeye sema denir. Burada da sema ile murad bulut olabilir. Zira yağmur suları denizden ve yeryüzünden sema cihetine giden buharın birikmesiyle hasıl olan bulutlardan yağar.
Yahut sema ile murat; hakiki semadır. Çünkü Allahu Teâlâ yağmuru önce semada yaratıp ardından buluta ve bulut vasıtasıyla yeryüzüne inzal eder. (Kevn-i sabık alakası)
Buradaki hayat birkaç yöndendir:
‣ Allahu Teâlâ gökten indirdiği bu suyla ekinleri, ağaçları, kupkuru meyvesiz, hububatsız kaldıktan sonra ihya eder. Eğer bu hayat olmasa, yeryüzünde hiçbir canlı yaşayamaz.
‣ Allahu Teâlâ her şeyi ihtiyaç olduğu kadarıyla bitirmektedir.
‣ Bu bitkilerde sayılamayacak çeşitlilikte renk, tad, koku ve elbiseler için elverişli kısımlar bulunur.
‣ Her bitki kendine ait zamanda biter.
‣ Bitkiler sayesinde yeryüzü güzelleşir, manzarası hoş olur ve göz alıcı bir hal alır. Bu da bir hayat ifadesidir.
‣ Bütün bu şeylere de, Allah’tan başka hiç kimse kadir olamaz.
Cenâb-ı Hakk’ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmekle nitelemiş olması, bir mecazdır. Çünkü hayat ancak, idrâk eden varlıklar için söz konusudur. Ölüm de böyledir; ne var ki cisim diri olunca, kendisinde bir güzellik, göz alıcılık, dirilme ve gelişme gözlenir. İşte bu şeylerin bulunmasına ‘hayat’ ismi verilmiştir.
Alemdeki düzen
Bitkiler de birbirlerine sempati ve antipati duyarlar.
Şekil benzerliği olan bitkiler, birbirlerine yardım ederler, iyi gelişirler.
Farklı bitkiler ise birbirine zarar verir. Asma ile zeytin ağacı; mersin ile
nar; incir ile ceviz birbirlerine sempati duyan bitkilerdir. Kabak ve elma
ağacı arasında ise antipati vardır.
Vasıfları, renkleri, şekilleri, hacimleri muhtelif olan envai çeşit canlıları yeryüzünde kendilerine uygun mekanlara ayırıp yaymasında Allahu Teâlâ’nın birliğine deliller vardır.
Bu cümle ‘Onunla yeryüzünü yaratmasında’ cümlesine atfedilmiştir. Çünkü canlıların yeryüzünde yaratılıp dağılması, dünyanın yağmurla hayata kavuşmasından sonradır. Bütün canlılar suya muhtaçtır.
‘بَثَّ / besse’ fiili, aslında sır gibi gizli bir şeyin yayılması demektir. Sonra (bu âyette olduğu gibi) mecazen gizlendikten, gömüldükten sonra yayılıp dağılan şeyler için kullanılmıştır.
‘Onunla yeryüzüne hayat vermesinde ve üretip yaymasında’ cümleleri, tabiat tarihi ilmini topluca ifade etmiştir. Çünkü bu cümleler üç doğuşu; madenler, bitkiler ve hayvanların ilk başlangıcını bildirir. Âyetin diğer bölümleri de, coğrafya, tabiat, astronomi ve meteoroloji ilimlerine işaret eder.
Birisi, Hz. Ömer’in yanında, ‘Ben, satranç oyununa şaşıyorum. Satranç tablası bir kare şeklindedir. Şayet insan milyon kere satranç oynasa, aynı oyunu ikinci kere tekrarlayamaz’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı verdi: ‘Bu hususta ondan daha ilginç olanı vardır. Yüzün alanı, bir karışlık bir yerdir. Kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi, yüzde bulunan uzuvların yerleri de hiç değişmez. Buna karşılık sen, doğuda ve batıda birbirine benzeyen iki kimse göremezsin. Bu küçücük tablada bu yaratışları meydana getiren hikmet ve kudret ne büyüktür!’
Canlı bedenlerindeki çeşitli haller ve terkiblerindeki harikulade durumlar Allah’ın varlığına delildir. Hz. Ali (r.a) ‘Bir yağ parçası ile insanı gördüren, bir kemik parçası ile işittiren ve bir et parçası ile onu konuşturan (Allah) ne yücedir!’ buyurmuştur.
Yeni doğan bir bebeğin, ağzına ve burnuna nefesini kesecek bir bez kapatsan, bebek derhal ölür. Buna karşılık o, nefes almadan, daracık ana rahminde uzun bir müddet kalmış ve ölmemiştir. Bebek annesinden doğduğunda varlıkların en zayıfı ve anlayıştan en uzak olanıdır. Su ile ateşi, sıkıntı ile lezzeti, annesi ile başkalarını ayırt edemez. İnsan, dünyaya yeni geldiğinde canlıların en cahil ve bilgisizi iken, kemâle erdikten sonra da, kadir ve hakim bir yaratıcının varlığını bilsin diye, akıl ve idrak bakımından canlıların en mükemmeli olur.
İnsanların lisanlarının, huy ve mizaçlarının farklı farklı oluşu da, Yaratıcının varlığına en kuvvetli delillerden biridir.
Reenkarnasyonun tesirinde olan biri, Mehmed Salah’a, inat ve ısrarla
‘bir canlının ruhunun bir başka canlıya geçtiği’ tezini öne sürüyordu.
Yazar dayanamadı ve dedi ki:
– Eğer reenkarnasyon (tenâsüh) doğru olsaydı, sanırım sizde yüzyıllarca evvel
yaşamış, bir değil hem de iki canlının; bir katırla bir serçenin ruhu olduğunu
kabul edebilirdim. Çünkü inatçılığınızla katıra, aklınızla da kuşa benziyorsunuz.
Debb ve debib hafif yürüme ve debelenme demektir. Çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler içinde kullanılır. ‘Dabbe’ de debelenen, hareket eden demektir. Otomobil, bisiklet vb. şeylere lügata göre dabbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
Parmak ucu derisindeki göz ile görülebilen çıkıntılar tarafından meydana gelen şekillere verilen addır. Dış deriye ait bu çıkıntılara papila veya hat adı verilir. Derin kesik ve yaralar olmadığı sürece parmak izlerindeki hatlar, insan hayatı boyunca değişmezler. İki farklı insanın aynı parmak izine sahip olma ihtimali altmış dört milyarda birdir. Parmak ucu derisinin dokunulan yüzeylerde iz kalmasını sağlayan ter sürekli nemli halde bulunur ve dokunulan sert yüzeylerde iz bırakır. Parmak izleri adli olayların aydınlatılması ve suçluların ortaya çıkarılmasında önemli bir delil olarak uzun yıllardan beri kullanılmaktadır. İlk defa bir cinayetin aydınlatılması 1884’de İngiltere’de olmuştur.
Yani rüzgarın esintisini değiştirmesinde, rüzgarı ileri geri, kuzeyden güneyden estirmesinde, rüzgarın sıcak ve soğuk olmasında, kimi zaman kasırga, kimi zaman meltem şeklinde esmesinde, bazen yakıp kavuran, kısır bırakıcı, bazen de (bitki tohumlarını getirip) aşılayıcı olmasında, bazen rahmet, bazen azap getirmesinde, Allah’ın rüzgarları dilediği şekilde estirmesinde büyük ibretler vardır.
Rüzgârlar incelik ve letafetiyle evirip çevrilmeyi kabul edecek yapıdadır, insanlara, hayvanlara ve bitkilere büyük faydalar sağlar.
Rüzgar bir an kesilse canlının ölümüne sebebiyet verecek olan, nefesin hammaddesidir. En fazla ihtiyaç duyulan nimettir, fakat en fazla miktarda ve en kolay bulunacak durumda yaratılmıştır.
Havadan sonra su gelir. Çünkü suya da şiddetle ihtiyaç duyulduğu halde, onu elde etmek de kolaydır. Fakat havayı elde etmek; bulmak daha kolaydır. Çünkü havanın aksine, suyu bir yerde tutmak gerekir.
Sudan sonra, yiyecek ihtiyacı gelir. Fakat yiyecek ihtiyacı, su ihtiyacından azdır. Buna karşılık yiyeceği elde etmek, suyu elde etmekten zordur.
Yiyecekten sonra, az bulunan bazı ilaçları ve karışımları elde etme ihtiyacı gelir. Bunlardan sonra, yine son derece az ve nâdir bulunan yakut ve benzeri kıymetli taşlar gibi muhtelif madenlere ihtiyaç gelir. Kısaca en fazla ihtiyaç duyulan şeyi bulmak en kolay; en az ihtiyaç duyulan şeyi bulmak ise en zor şeydir. Bu Allah’ın kullarına bir rahmetidir.
‣ Allah’ın en büyük ordusu rüzgar ile sudur. Rüzgara ‘riyah’ diye isim verilmesinin sebebi ise nefisleri rahatlatıp dinlendirmesindendir. İbni Abbas
‣ Eğer rüzgar ve sinekler olmasaydı, dünya kokuşurdu. Veki el-cerrah
‣ Esen her rüzgar, ya bir hastaya şifa veya bir sağlama hastalık taşır. Bir rüzgâr estiğinde, Efendimiz ﷺ ‘Allah’ım, bunu riyâh (faydalı rüzgârlar) kıl, rîh (zararlı rüzgâr) kılma’ buyurmuştur. Rahmet söz konusu olduğunda, cemî getirilir. “Onun âyetlerinden birisi de, müjdeciler olmak üzere rüzgârlar (riyah) göndermesidir.” (Rum, 46) Müfred geldiğinde ise azaptan bahsedilir: “Âd kavminde de ibretler vardır. Hani biz onların üzerine kısır rüzgâr (rîhal akîm) salıvermiştik” (Zariyat, 41)
Bu bulutlara çok miktarda suyu yükleyip, yeryüzüne katre katre sevk etmesi Allah’ın kudretini gösteren bir başka delildir. Ka’bu’l Ahbâr der ki: Bulutlar, yağmurun kovasıdır. Eğer bulut olmasa, yağmur fesad olur, yeryüzüne inmezdi.
Bulut, havada sürüklenmesinden dolayı سَحَاب diye adlandırılmıştır. Bulutlar sanki çekiliyorlarmış gibi süratlice hareket ederler.
‘Teshîr’in manası, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Bulut, birkaç bakımdan ‘musahhar’dır:
‣ Suyun karakteri; aşağı inecek ağırlıktadır. Onun hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Onu buna mecbur eden birisinin bulunması gerekir. Bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk onu, ‘musahhar’ diye adlandırmıştır.
‣ Bulut, devamlı aynı yerde kalsa, güneşin ışıklarını örter, yağmuru ve nemi arttırır, büyük zararı olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasa, kıtlık olur, bitki ve ekinler bitmezdi. Faydalı olan onu belli bir ölçüde tutmaktır. Allah ﷻ onu ihtiyaç anında getirip ihtiyaç kalmayınca götürdüğü için, Allah’ın emrine amade kılınmış gibidir.
‣ Bulut, belli bir yerde durmaz. Allahu Teâlâ, rüzgârları hareket ettirerek, bulutu dilediği yere sevk eder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.
Allah’ın ﷻ kahir kudretine, geniş rahmetine, büyük hikmetine, ibret alan akıl, idrak eden göz ve bu Hâkim-Kadir Allah’ın ﷻ sanatlarını idrak edenler için muazzam deliller ve burhanlar vardır.
لآياَتٍ sözü cemî olan bir lafızdır. Nekre gelmesi, tefhim, azamet içindir. Yani, Allah’ın kahr ve kudretine delalet eden bir çok büyük âyetler ve mucizeler, apaçık hikmetler ve geniş rahmetler vardır.
Nimetler iki kısımdır: Dinî nimetler ve dünyevî nimetler. Cenâb-ı Hakk’ın âyette saydıkları, zahiren dünyevi nimetlerdir. Fakat akıllı kimse bunlar üzerinde düşünüp, bir yaratıcının olduğuna istidlal ettiğinde, bunlar aynı zamanda dinî nimet olur. Ne var ki bunlar dünyevî oldukları için, onlardan istifade ancak hisler ve mîzaç sağlam, sıhhatli olduğunda tam olur. Bunların dinî nimet olmalarından istifade de ancak akıllar sağlam, basiretler açık olduğunda tam olur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ ‘ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ’ demiştir.
Bu âyetler, çok sağlam ve yerli yerinde meydana gelmeleri bakımından, Yaratıcının ilmine; herhangi bir vakitte meydana getirilmeleri itibariyle, o Yaratıcının iradesine, herhangi bir bozukluk bulunmadan, tam bir nizam ve ölçü içerisinde bulunmaları bakımından da Yaratıcının birliğine delâlet eder. “Şayet gökler ve yerlerde, Allah’tan başka ilâhlar olsaydı gökler ve yerler bozulurdu.” (Enbiya, 22)
‘Akleden kavim’ yani onun hakkında tefekkür ederler, kalp ve akıl gözleriyle bakar ve ibret alırlar, demektir. Burada müşriklerin bilgisiz ve cahil olduklarına da bir tariz vardır. Çünkü müşrikler “Hepinizin ilâhı bir olan ilâhtır; (ondan) başka ilâh yok, ancak O (vardır)” âyetinin doğruluğunu tasdik edecek bir mucize, delil istemişlerdi. İşte bu âyet-i kerime, müşriklerin akılsızlıklarını ortaya koyup tescil ediyor. Eğer akıllarını kullansalardı bu sıralanan âyetlerin sadece biri, onların iman etmelerine sebep olurdu.
‘لِقوْمٍ’ şeklinde tahsis ifade eden lam harf-i ceriyle gelmesi, şunu bildirir: Allahın âyetlerine mazhar olan eşya değil, onu akleden ve düşünen insan üstündür. Eşyanın, Allah’ın ﷻ âyetlerini göstermeye mazhar olmasının onlara hiçbir faydası yoktur. Eşyanın yaratılışındaki hikmet, onlara bir fayda ve kutsiyet vermez. Bunların faydası, sadece ve sadece insanlaradır. Çünkü yalnızca insanlar, Allah’ın ﷻ âyetlerini akıl eden ve düşünen şerefli varlıklardır.
Bu âlem ve içindekiler, yaratılış bakımından insana tabidir. Alemdeki âyetleri gören ve bilen insandır. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mârifetine mazhar olma şerefine ermiştir. Eğer insan olmasaydı, âlemler ve içindekiler yaratılmazdı. Bunun için, Allahu Teâlâ, Efendimize ﷺ ‘Habibim! Eğer sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım’ buyurdu.
Var olan şey ya kadîmdir, ya da muhdestir. Kadîm olan, Allah’tır. Muhdes olan ise, O’nun dışındaki her şeydir. Her muhdeste yaratıcının varlığına bir delil olunca, Cenâb-ı Hakk’ın dışında kalan her şey, O’nun varlığına bir şâhid, birliğinin ikrârcısı ve lisân-ı hâl ile O’nun ulûhiyetinin bir itirafçısı olur.
Masnuatın her zerresi Vacip Teâlâ’nın vücuduna delalet eder. Ancak âyette beyan olunan deliller hem delil hem de insanlara nimet olduğundan bunlar zikrolunmuştur. Çünkü getirilen delillerin hem maksada hem de o delille istidlal edecek kimselere nimet olması kalplerde daha ziyade tesir eder. Şereflerine işaret için bunlar zikredilmiştir. Ayrıca, insanların kavrayışları, anlayışları farklıdır. Deliller çeşitli olunca, her sınıf kendi anlayışına göre istifade eder.
Bu âyet, duyu organlarını, duyguları, gözü, kalbi, şu kainatın acayipliklerine, şaşırtıcı niteliklerine açmaktadır. Uzun süre bu acayipliklerle bir arada oluşumuz, bize ülfet ve kanıksama duygusu getirmiştir. Okuduğumuz bu âyet, evreni ilk kez görüyormuş gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile gözlemeye çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice şaşırtıcı orijinallikler vardır. Gözler bunları ilk gördüklerinde kim bilir nasıl açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiğinde kim bilir nasıl heyecandan titremiş, sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu ve alışkanlık, ilk sürpriz sarsıntısını, ilk bakışın zevkini alıp götürmüştür.
Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler, şu iri gezegenler, büyüleyici ufuklar ve meçhul âlemler. Uzay denen şu baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşlerindeki duyarlı uyum... Bunların uzaklıkları, hacimleri hakkında hiçbir şey bilinmese bile ne müthiş!
Gece ile gündüzün yer değiştirmesi, aydınlığın ve karanlığın birbirini izlemesi, tan yeri ağarması ve güneşin batışı... Bunlar, nice duyguları sarsmış ve nice zaman en acayip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat tekrar tekrar yaşandıkça insan ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiştir; mü’min kalp hariç... O bunlarla her an, yüce Allah’ın gücünü hatırlar, her defasında onları yeni bir yaratılış cilvesi görmenin coşkusu ile karşılar.
Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı tablolardır ki, eğer insan onları, Kur’ân’ın telkin ettiği gibi, açık bir göz ve bilinçli bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet karşısında vücudu zangır zangır titrer.
Suyun cömertliği ile kucaklaşan yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul, fark edilmez biçimde kımıldayıp bir süre sonra güçlü varlığını açıkça belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden geldi? O, tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe nereden geldi?
Ârifler âriflerin bakışından anlarmış,
Şifâlı olan suyu akışından anlarmış.
Dünyanın her yerinde hüner sergilerinde
Nakkaş olan, nakkaşın nakışından anlarmış!
Bu âyette güneşin, yeryüzünün, yıldızların, seyyarelerin ve diğer gök cisimlerinin ilmine (astronomi ve jeolojiye) işaret vardır.
Bu âyet, akaidi diniye erbabının şerefine de işarettir. Çünkü usul-ü itikadiyyede delillere nazar vâciptir. Taklit muteber değildir. Cenâb-ı Hakk bu âyette kullarına delillere nazar etmelerini talim buyurmuştur.
Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Bu âyet-i kerimeyi okuyup ondan ibret almayana yazıklar olsun.’
Bir kimse semanın yıldızlarına bakar, onların acayip durumlarını seyreder ve: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmran, 191) âyetini okursa, semanın yıldızları sayısınca ona sevap yazılır. Kim ibret almadan dünyaya bakarsa, bu gafletinin miktarınca kalbinin nuru (basireti) gider.
Âyetin ‘Sizin ilâhınız bir ilâhtır’ âyetinden sonra gelmesi çok münasiptir. Çünkü Mekke müşrikleri putlara tapıyor, Allah’ın ﷻ birliğine inanmıyorlardı. Nakli delile inanmayan, kanaat etmeyen bu güruha hiçbir nazardan kaçmayan açık deliller getirildi ki teslimiyet göstersinler.
Sonsuz kendisini sonluda gösterir; Yaratıcıyı bulmak istiyorsak, O’nu sanatında aramalıyız.
Allah size memleketler ve denizler arasında kılavuz olarak yıldızları verdi. Tâ ki, gözleriniz daima göklere çevrilmiş olsun diye...
Yıldızlar her gece değil, bin yılda bir gece görünüyor olsalardı, insanlar nasıl da hayret ve hayranlıkla bakacaklardı!
‘Siz, O’nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden şüphe edip, mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız gök cisimleri ve aralarındaki uzun mesafe, bu mesafeyi dolduran hava boşluğu ve ışık gibi görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunların inceliklerine, fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu nizamlarıyla yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burçlara bir bakın.
Şu göklere ve o cisimlerden biri olup, denizleriyle, karalarıyla, dağlarıyla, dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle, bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yer küreye bir bakın.
‘İşte bu gökleri ve yeri yaratmada, nizamında, gece ile gündüzün birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş ve takip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde, denizde akıp giden ve gök cisimlerinin semada akışlarını andıran gemilerin akışında, denizlerin yaratılış sırrında, hareket ve durma kanunlarında, Allah’ın yukarıdan indirdiği suda, kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde, yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında, rüzgarları bir taraftan bir tarafa evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz birçok âyetler, sizin istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır ama... aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade edenler için. Bundan dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.’ (Elmalı)
Tevhidin rütbeleri; tevhidü’z-zat, tevhidü’s-sıfat ve tevhidü’l-ef’al olmak üzere üç kısımdır. Bakara 163 ve 164. âyetleri tevhidin bu üç boyutunu dile getirmektedir.
Bir kitabullahı azamdır sera ser kainat,
Sanîi’ini gösteren muazzam sanat.
‘Âyet’ kelimesi, açık alâmetler, kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur’ân’ın âyetlerine ‘âyet’ denmesi de bu mana ile ilgilidir.
Allahu Teâlâ’nın iki çeşit âyeti vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah’ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet ettiklerinden dolayı ‘âyet’ ismini almışlardır.
Bu iki çeşit âyetin, biri diğerinin açıklaması ve tefsiridir. Mârifet; yaratılış kitabının fiilî âyetlerinden Hakk Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, sonra O’nun kanunlarına uyarak, ‘Râdıye’ ve ‘Merdıyye’ makamlarını elde etmekle ‘bekâbillah’a ulaşmaktır.
İşte Kur’ân’ın bu âyeti, birçok fiilî âyetleri göstererek bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini icad edip düzene koyanın, her şeyi yönetenin yüce yaratıcı olduğunu anlatır.
Bu âyet, birçok açık delili, gayet veciz, basit, açık bir şekilde bir araya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice ilimler, fenler vardır. Bunu en değersiz, en basit bir akıl bile duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur.
Beynimiz çok büyük bir alana sahip olan ve henüz keşfedilmemiş kıtalar gibidir. Onun hakkında bildiklerimiz geniş kıtaların sahilleri kadardır. Bütün acıları beynimiz sayesinde duyduğumuz halde beynimiz kesilse dahi, acı duymamamız bizi derin düşüncelere sevk etmektedir.
Beyinde bir trilyon dolayında sinir bulunur. Yüz milyar beyin hücresi ile bunlar arasındaki yüz trilyon olduğu tahmin edilen bağlantıların hepsini birden kodlamanın yani yapılarını tespit etmenin çok daha uzun yıllar devam edeceği anlaşılıyor.
Beyinde ortaya çıkarılan bazı merkezler şunlardır:
– Lisan ve hareket idare merkezi
– İşitme merkezi
– Beynin sağ ve sol taraflarının idaresini yapan merkez
– Duyu merkezi
– Hatırlatma merkezi
– Koordinasyon merkezi
– Şuur dışı solunumu idare merkezi
– Bütün kas liflerini kontrol eden kas merkezi
– Göze çarpan her şeyi idare eden merkez
– Mantık merkezi
Akıl; kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeylerle, eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani ‘illiyet kanunu’ dediğimiz sebebi neticeye bağlayan kanunu idrak ederek eserden müessire, müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
Mesela, hissedilen bir hışıltıdan görülüp hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir müessirden hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından, görülüp hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut hissedilen bir eserden, ilgili olduğu diğer bir eser anlaşılır. Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp hissedilmeyen balı keşfedilip, bilinir.
Aklın bu yollarda iki çeşit yürüyüşü vardır:
1- Ağır, derece derece, inceden inceye düşünme seyri; ‘fikir’.
2- Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyir, ‘hads; tahmin, zan.’ Hads de iki kısımdır:
a) Uzun sürede meydana gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen alışkanlıktır, çalışmakla kazanılır. Buna ‘akl-ı mesmu / işitilmiş akıl’ da denir.
b) Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir melekedir, buna da kudsî kuvvet, makbul veya tabiî akıl denir. Gayretle, çalışmayla elde edilmez.
Herkesin bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmu’un hiç hükmü olmaz. Bunun mertebeleri, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının mertebelerine kadar gider.
En yüksek mertebesine ‘akl-ı evvel / ilk akıl’ denir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi ile gören bu ilk akıl, Allah’ın kelâmı ve Hz. Muhammed’in nurudur. Nitekim hadis-i şerifte ‘Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki akıldır’ buyurulmuştur.
Akıllar için yol birdir. Tam anlamıyla hakka ulaşmak (Allah’ın lütfu ve kaderi nisbetinde) uzun tecrübeyle, çalışmaya bağlı olduğundan, Cenâb-ı Hakk Kur’ân’da ‘Düşünüp, aklını kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller vardır’ buyurmuştur. Bu da bize akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek mucizelerin yeterli faydayı sağlayamayacağını anlatır.
Kur’ân bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden çok, tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevk etmektedir. Bunun için Kur’ân, mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, peygamberlerin mucizelerinin mümkün olmadığı ve Hz. Muhammed ﷺ Efendimiz’in maddî mucizeler göstermediği, gösteremeyeceği gibi bir anlam çıkarmak da doğru değildir.
Bu âyette özetlenen icad harikalarını yaratan kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altına dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı kolaylıkla anlaşılır. Göklerin ve yerin yaratılması ve bunların eşsiz idaresi gibi mucizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ’nın altına dönüştürülmesi gibi geçici bir olayı istemek çok küçük bir faydadır. Bu nedenle Allah’tan ve peygamberden daha büyük, ayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler istemek gerekir.
Eğer insan kanıksamışlığı ve umursamazlığı atarak bu evrensel tablolara sürekli yenilenen bir anlayış, araştırıcı bir göz ve iman ile aydınlanmış bir kalple yaklaşabilse; kainatta, oraya başka bir âlemden yeni inmiş bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses kulağına gelir, her hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin, kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acayiplikler, bu olağanüstülükler benliğini titretir.
İşte iman budur. İman; dışa açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumu ve mükemmelliği takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze bir idrak ile algılamak ve geceler-gündüzler boyunca yüce Allah’ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır.
Tefekküre Fırsat Yok
Bir akşam vakti, küçük kasabanın yangın alarmı çılgınca çalmaya başlamıştı.
Herkes, acaba neresi yanıyor diye kendini sokağa attı. Evleri tamamen ahşap
olan böyle kasabalarda, herhangi bir evde çıkan bir yangın, tüm kasabayı ayağa
kaldırıyordu. Ne var ki meydana toplanan halk, kısa sürede herhangi bir yerde
yangın olmadığını anlayacaktı. Yangın kulesindeki adam, bütün kasaba tarafından
tanınan ve sevilen biriydi. Ona, ortada yangın yokken neden böyle bir şey yaptığını
sorduklarında şu cevabı verdi:
‘Bugün gökyüzünde hârikulâde gün batımı manzarasını gördüm ve derin bir mutluluk
duydum. İstedim ki sevgili dostlarım da bir kerecik olsun lüzumlu-lüzumsuz işlerini
bırakıp şu gün batımı manzarasını seyretsinler. Alarmı çalıp sizi buraya toplamam bu yüzden!
‣ Şayet hak, taklid, atalara ve örfe göre uymakla bilinebilseydi, bunlarla istidlal etmek doğru olmazdı.
‣ Şayet bilgiler, zaruri olarak bilinse ve ilhamlarla elde edilmiş olsaydı, âyette sayılan şeyler delil diye nitelendirilmezdi. Çünkü kesin olarak bilinen şey için, delile ihtiyaç duyulmaz.
‣ Diğer cisim ve arazlar, her ne kadar bir yaratıcının varlığına delâlet ediyorlarsa da, Cenâb-ı Hakk özellikle âyetteki bu sekiz şeyi zikretmiştir. Çünkü bunlar, en bol biçimde delil ve nimet olma hususiyetini kendilerinde toplamışlardır. Bir delil bu özellikte olunca, kalplerde daha tesirli ve kuvvetli olur.
Canlılara bakarken Kur’ân âyetine bakar gibi bakmalıdır. Nasıl ki Kur’ân âyetleri tefsir edilmeye çalışılır, tabiat âyetlerine bakarken de ‘Yâ Rabbi bunu. acaba hangi hikmete binâen, insanın hangi derdine deva olsun diye, ne için yarattın?’ şeklinde araştırılmalı, ibretle bakılmalıdır. Bunlar çünkü Allah’ın âyetleridir. Ama kime göre? Aklı olan toplumlar için Allah’ın âyetleridir bunlar.
Alimlerimiz Kur’ân âyetlerini tefsirle meşgulken, tabiat âyetlerini de keşfetmekle meşgullerdi. Onların ardından gelen nesiller ise Kur’ân’ı kapatınca tabiata ibret almaktan gözlerini kapattı.
Güçlü beyin
Beynimizden daha iyi yararlanmanın yollarını gösteren bir araştırma, şu sonuçları aktarıyor:
1- Günde 1 dakika bile beyin jimnastiği yapınca zihin gücü artar.
2- Zengin demir ihtiva eden gıdalar, IQ’yu yükseltir.
3- Kahvaltıda tahıl türü yiyecekler veya yumurta, peynir yiyenlerin zekası, hiç kahvaltı yapmayanlara göre daha iyi çalışır.
4- Yemeklerde sevdiği şeyleri yiyen öğrenciler, imtihanlarda daha yüksek başarı kazanır.
5- Çilek ve yaban mersininde zengin antioksidan bulunduğu için en büyük beyin gıdasıdır. Çilek dondurulmuş haliyle de faydalıdır.
6- Patates, portakal, elma, brokoli ve turpta bulunan bir enzim, hafıza için çok yararlıdır.
Hz. Peygamber ﷺ Medine’ye geldiğinde, إِلَٰهُكُمْ إِلَٰهٌ وَاحِدٌ âyeti nazil olunca, 360 tane puta tapan Kureyşliler bunu yadırgadılar, ‘Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl yetiyor?’ dediler. Cenâb-ı Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Kureyşliler yahudilere ‘Hz. Mûsâ’nın size getirdiği âyetlerden bize bahsedin’ dediler. Yahudiler de onlara, Hz. Mûsâ’nın (a.s) asâ ve yed-i beyzâ (Beyaz, parlayan el) mucizelerini anlattılar. Kureyşliler, hristiyanlara da Hz. İsâ’nın (a.s) mucizelerini sordular. Onlar da, Hz. İsâ’nın (a.s) anadan doğma körleri, alaca hastalığını iyileştirmesi ve ölüleri diriltme mucizelerini anlattılar.
Bunun üzerine Kureyşliler, Hz. Peygambere ﷺ, ‘Allah’a Safâ tepesini, bizim için altın kılması için dua et de, sana yakînen inanalım ve düşmanlara karşı gücümüz artsın’ dediler.
Hz. Peygamber ﷺ bunu Rabbinden isteyince, Allahu Teâlâ Kureyşlilere bunu vereceğini, fakat onlar buna rağmen inanmazlarsa, hiç kimseye yapmadığı bir şekilde onlara azab edeceğini bildirdi. Hz. Peygamber ﷺ de: ‘Beni ve kavmimi helak etme. Ben onları gün be gün İslâm’a davet ederim’ dedi. İşte bu sebeple Allahu Teâlâ ‘Eğer onlar yakinî inançları artsın diye Safâ tepesini altın kılmamı istiyorlarsa, bilsinler ki gökleri, yeri ve diğer varlıkları yaratmak yakinî imanı artırma bakımından daha büyüktür’ diye açıklamak için bu âyeti indirmiştir.
Bu âyet, insan hakkında Rahman ve Rahim sıfatının neticelerini göstermektedir. Yani bu eşyanın yaratılmasındaki hikmet şudur: Her bir şey, Allah’ın âyetlerinden bir âyeti izhar edip, bu eşyadaki faide de vaad edilen âyetlerdir.
Onun faidesi de insana aittir. Çünkü onlar âyetleri akleden kavimdir.
“Onlara afakta ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki hak kendilerine apaçık belli olsun.” (Fussilet, 53)
Âyetlerin tahkikinden şu işaret elde edilir: Muhakkak ki âlemde ve içinde olanların yaratılması insana tabidir. Zira âlem Hakk’ın âyetlerini izhar eder. Âyetler insanın aynasıdır. İnsan Allah’ı tanımak için yaratıldı. Zariyat 56’da ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’ buyruldu. Burada ‘لِيَعْبُدُونِي / Bana ibadet etsinler’ fiili ‘لِيَعْرِفُونِي / beni tanısınlar’ manasındadır.
Eğer bunlar mârifeti ilâhi için olmasaydı insan yaratılmazdı. Bunlar insan sebebiyle olmasaydı âlem ve içindekiler de yaratılmazdı. Nitekim hadis-i kudside şöyle buyruldu: ‘Sen olmasan âlemleri yaratmazdım.’
Alem, Hakk’ın cemal ve celalini gösteren bir aynadır, insan cemal ve celal âyetlerini bu âlem aynasında müşahede eder. İnsanın kendisi de âlemi gösteren bir başka aynadır. “Ve kendi nefislerinizde de âyetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zariyat 21)
Bu ‘Kim nefsini bilirse Rabbini bilir’ kavlinin hakikatidir. Zira insan Rabbinin cemal aynasıdır. İnsandan gayrı hiçbir şey âlem aynasında Rabbinin cemalini müşahede edemez. Nefsin aynası halkın hizasındadır. Nitekim âyette ‘Size âyetlerimi afakta ve enfüste göstereceğim’ buyrulmuştur.
Semavat, arz ve arasındakilerin yaratılışı insanın yaratılışına bağlıdır. Hadis-i şerifte ‘Yeryüzünde ‘Allah, Allah’ diyen oldukça kıyamet kopmaz’ buyruldu. Yani ‘Allah, Allah’ diyen insan ölünce kıyamet kopar. Zira onların varlığı insanın varlığına bağlıdır. Metbû kalmayınca tâbî de kalmaz.
• Âyet-i kerime tekitle başlamış, talebi kelâmdır.
• İbret alınması gereken külli nimetler peş peşe sayılarak istitba sanatı olmuştur.
• Kelimeler arasında uygunluk ve bağlantı olması muraat-ı nazır sanatıdır.
• Gece-gündüz arasında tibak vardır. Yer ile sema, dirilmesi ve ölüm arasında da ikili mukabele vardır.
• İsim cümleleri tercih edilerek sübut ve devam ifadesi sağlanmıştır.
• Cümlede gelen masdarlar mahalli sudur anlamı taşıdığından nimetlerin menşe ve membaları kast edilmiştir.
• Âyette muazzam bir tecessüm sanatı var. Bir anda, göğü, yeri, denizi, gemiyi, rüzgarı, bulutu hatıralarda canlandırarak gözler önüne sermiştir.
• Âyette Cenâb-ı Hakk ismini söylemeyerek tecrid sanatı yapılmıştır. Okuyucuyu nimete odaklayarak fikretmesi, şükretmesi, amel etmesi istenmiştir ki bu aynı zamanda lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
• Ayrıca yaratmak, ölçmek, eskitmek, yumuşatmak, uygun ve layık kılmak, güzel ahlâk manasına gelen ‘خلق’ kelimesi tevriye ve istiare yoluyla manayı zenginleştirmiştir. Çünkü bu âlemi planlamak, ölçmek, biçmek, uygun hale getirmek, güzelleştirmek, aralarında uyum sağlamak, güzel huylu yapmak hep o Halık-ı zü’lcelalin kudreti, ilmi, takdiri dahilindedir.
• اختلاف Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesine bu kelimenin kullanılması Kur’ân’ın belagat ilmindendir. Arazın cevher üzerine teakubu (peş peşe gelmesi) münasebetiyle buna ‘İhtilaf’ adı verildi. Zati olmayan şeyler ihtilaf etmez. Gece ve gündüz zati değil, arızi şeylerdir. Ancak cahiliye devrinde geçmiş ümmetler (Eski Mısırlılar gibi) gecenin siyah bir cisim olduğuna inanırlardı.
• ‘Yeri o su ile diriltmesinde’ cümlesinin, ف ile atfedilmesi, suyun inmesiyle, yerin dirilmesindeki sürate işaret içindir.
• بَثَّ fiilinin, ‘أَنْزَلَ / Su indirdi’ fiiline atfı, bunun adeta suyun yayılışı gibi bir yaradılış olduğuna işaret içindir. Bu acib yaradılışın artarak çoğalışını tasvir etmesi için بَثَّ fiili kullanıldı.
• ‘Rüzgarların estirilmesi’ derken تصْرِيفِ الرِّياحِ ifadesi kullanılmış, ‘ihtilaf’ veya ‘tebdil’ fiilleri getirilmemiştir. Çünkü tasrif, ‘sarf’tandır, mübalağa ifade eder. Rüzgarın menşei, havanın bir mekana çevrilmesi, başka bir hava kütlesinin de onun yerine geçmesidir. Bu nedenle de ‘الرِّياَحِ’ cemi getirildi.
• ‘Akleden kavim için’ derken لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ, muzari fiil gelmiş, ‘âkılîn’ şeklinde ismi fâil veya الذِينَ يَعْقِلُونَ denmemiştir. Çünkü bu vasfın kavme verilmesi, onlarda bir seciye olduğunu gösterir. Bu vasıf onların kavmiyetlerinin mükemmeliyatındandır. Kabile ve ümmetler bazı hususiyetleriyle temeyyüz edip tanınırlar. Araplar bu üslubu çok kullanır, ‘Ayrılan kavim, çalışan kavim’ gibi bir kavim ne ile tanınırsa o vasfı sıfat olarak getirirler. Burada da mana ‘Bunda; kendilerinde akıl, karakter olan kavim için deliller vardır’ şeklindedir. Bu âyetlerden istifade edemeyenlerin akıllarını kullanmadığına, aklın onlarda melekeleşmediğine tariz vardır.