167- Uyanlar: ‘Dünyaya bir daha dönsek de, onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak!’ diye haykıracaklar. Allah onların bütün yaptıklarını kendilerini sarmış pişmanlık şeklinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkmayacaklardır.
Önceki âyette tabi olunanların durumu anlatılırken bu âyette tabi olanların durumu ve her iki zümrenin akıbeti beyan edilmektedir. Tabi olanlar, körü körüne şeytanın adımlarına tabi oldukları gibi, gözlerinde büyüttükleri, menfaat umdukları birine veya birilerine tabi olurlar.
Onların yalan yanlış, haklı haksız buyruklarını kayıtsız şartsız yerine getiren, bu uğurda bildik bilmedik nice zulümlere, kahpeliklere alet olan bu bön kimseler, bu derin uykudan ancak ölümle uyanır.
Acı sonla karşılaşınca pişmanlıklarını, nedametlerini dile getirirler.
‘Ah bize bir daha dünyaya dönme izni olsaydı, onların bizden kaçtığı gibi biz de onlardan kaçardık’ diye hayıflanırlar.
Batıl yolda öncü, lider olan namertler hem dünyada hem ahirette güttükleri kimselerden beri olur, onlardan uzak durur, araya aşılmaz barajlar, derin uçurumlar açarlar. Onların sırtından Şeddad gibi kendilerine dünyada cennet kurmak isterler. Karun gibi mal biriktirip fakir hakkı tanımazlar. Paralarıyla canlarının istediği bütün menfur isteklerini yerine getirip ikinci sınıfın mallarını, ırzlarını, namuslarını sömürürler.
Servet kazanırken, ağır işleri gördürürken hep bu tabi olanları yanlarında bulundurur, karanlık işlerini onları harcayarak görürler. Ama zevku sefada, ferah ve refahta onları uzak tutar, hakları olan ücretlerini ödemezler. Onları birer köle gibi, robot gibi kullanırlar. Yani âyetin tabiriyle ‘Beri’ olurlar.
Bu metbular, bu tahakkümü ya fark etmezler, ya da fark etmek istemezler. Kimi mecburiyetinden, kimi de yalakalığından bu zulmü sineye çeker.
Ama yalan dünyanın yalancı sakinleri ahirete göç edip, gerçekler ortaya çıkınca tabi olanlar da önceki âyette geçtiği gibi hayıflanır, öfkelenir. ‘Ah bir daha fırsat olsa geri dönsek, o zaman onların bizden beri olduğu gibi biz de onlardan beri olur, kahru galebelerinden, cevrü cefalarından uzak durur, ilk seferdeki gibi aldanmaz, onların tutsağı olmaz, onlara hayranlık duymazdık. Onların ardlarına düşüp bugün bu elim azaba düçar olmazdık’ diye hayıflanacaklarını Rabbi kerimimiz bize gayb haberi olarak sunuyor. Ta ki uyanalım, bu iki sınıftan hangisi olursak olalım tevbe, istiğfarla Hakk’ın yoluna dönüp zalim ve mazlum olmaktan kurtulalım.
Hem uyanlar hem uyulanlar yaptıklarından bin pişman olacaklar. Lehlerine sandıkları her şey aleyhine olacak. Hani duyarız ya bazı zalimlerin mazlumlara attıkları oklar ilâhi bir buyrukla kendilerine döner. Hani biliriz ya; Ebû Cehil, Efendimiz ﷺ için açıp üstünü çullarla örttüğü kuyuya kendi düştü.
Ebû Kubeys Dağı’nda ‘Ellerin kurusun!’ diye bağırıp, akraba cemaatini dağıtan Ebû Leheb’in bedduası geri tepip, hakkında Tebbet Sûresi nazil oldu. Yine hatırladığımız üzere Efendimizi ﷺ Medine yolunda takip edip öldürmeye azmeden Süraka atıyla beraber ateşli bir kuma battı.
Tarihe baktığımızda bunun binlerce misalini görürüz;
Karun’un cimrilik ettiği malıyla, Hz. Mûsâ’ya iftira eden diliyle yere battığını... Binlerce cana kıyan zalim Firavunların denize gark olduklarını, bir sinekle helak olduklarını... Yetimin arsasını gasb eden Şeddad’ın muhteşem sarayının yerle bir olduğunu... Samiri’nin titreme hastalığına düçar olup, yanına kimseyi yaklaştırmadan sarsıla sarsıla ölüp gittiğini... Hz. Nuh’a karşı çıkan koca bir ümmetin sularda gark olduğunu... Lut kavminin evleriyle birlikte deniz seviyesinden dört yüz km. derinliğe batıp yokluğa gömüldüklerini... Cumartesi ashabının sûretlerinin maymuna, hınzıra çevrilerek üç gün içinde ölüp gittiklerini biliyoruz.
Çünkü bunları Azizü’ntikam olan Rabbimiz kelamında bize öğretiyor ki; amellerinin aleyhlerine nasıl döndüğünü fark edip, kendimize çeki düzen verelim. Yaşadığımız hayatı düşünüp gözden geçirdiğimizde bu gerçeği yine müşahede ediyoruz. Aldığı faizin, kredilerin girdabında boğulanlar, intihar edenler. Uyuşturucu kurbanları, namusunu haysiyetini kaybederek, zelil duruma düşenler, yetim malı yiyenlerin durumunu takip etseniz hep feci durumlarla karşılaşırsınız.
Olaya bir de iç âlemimize konuk olarak baktığımızda ve selim akılla düşündüğümüzde kötü niyet, kötü tıynetle yaptığımız veya düşünüp karar verdiğimiz, azalarımıza yansıtıp, eylem haline getirdiğimiz her şeyin aleyhimize döndüğünü görüyor, hissediyor, fark ediyoruz.
Ana babalarımıza yaptığımızı çocuklarımızdan, hocalarımıza yaptıklarımızı talebelerimizden, ustaya yaptığımızı çırağımızdan çekmiyor muyuz? Ne zaman cimrilik yapsak, hakka hukuka riayet etmesek malımız, sermayemiz tükenmiyor mu? Namazı gevşettiğimizde, Allah için yaptığımız ibadetleri terk ettiğimizde, musibetler bizi sarmıyor mu? Saygı, sevgi, şefkat ve merhametten verdiğimiz tavizler katlanarak bize dönmüyor mu?
Daha; kalbimizi, sağ duyumuzu, vicdanımızı, hatıralarımızı yokladığımızda yüzlerce misali olan ziyanlar, hasretler, pişmanlıklar bulacağız.
Oysa bunlar ahiretteki pişmanlıklarla mukayese edildiğinde denizden bir damla kadardır. O gün bedenler cehennem ateşi, haşeratı, zebanisi, zakkumu, zehiri, kaynar suyu, çengelleri ile azab çekerken, kalpler de pişmanlık, hasret, kaybetme, mahrum kalma, ebedi azap ateşiyle yanıp kavrulur. Devamlı o çılgın ateşte kalmak, bütün ümitlerin kesilmesi, dünyadaki menfur amellerin böyle sonuçlanması, iyiye, güzele, rahata, huzur-u cennete, ebedi hasret kalmak, nusret-i ilâhiden mahrum kalmak ne feci akıbet, ne onulmaz acı!
Dünyada eşi benzeri yok ki tarif edilsin, misal verebilelim. Çıkılmayan, çıkılamayacak kadar derin olan zebanilerin kontrolünde cehennemin dibinde bir hasret diyarı…
Hele de dünyada önemsemediği, göz ucuyla baktığı, tekme tokat dışarı attığı kimseleri cennetin zevku sefası içinde görünce yürekleri parçalanır.
Taklid, delilsiz, araştırmadan sırf hüsn-ü zanla başkasına uymaktır. Bu tarz taklid, akâidde câiz değildir. Çünkü akâidde icmal yollu (detaylı olmasa da) nazar ve istidlal (araştırmak ve delil getirmek) gerekir.
İtikâdi meselelerde yalnız taklitle yetinen kimse günahkâr sayılır.
Bid’at itikadların karşısında Ehl-i Sünnet itikadı vardır. Ehl-i Sünnetin sebep ve dayanağı, sünnete ve icmaya sımsıkı sarılmak, nefsin kötü isteklerini ve kendi görüşünü beğenmeyi terk etmektir. Bunun yanında nazar ve istidlalde bulunmak, bu mümkün olmadığı takdirde, nazar ve istidlal yapabilen kimseleri taklid etmek gerekir.
‘Yâ Rabbi! Kıyamet gününde kendilerinden nefret edeceğimiz kimselere uymaktan bizleri muhafaza eyle. İmanımızı taklitten tahkike çevir..’
Hasret, kalbin acı duyacak şekilde aşırı pişmanlık ve şiddetle keder duyması demektir. Kelimenin esas manası; açmak, keşif, izhar olup ortaya çıkmaktır. İnsanın kaçırdığı şeylere pişmanlık duymasına ‘hasret’ denir. Çünkü kişi kendisine hazırlanan şeyleri kaçırır ve kaçırdıklarının neler olduğunu anladığında pişmanlığa kapılır, üzülür.
Cennet yükseltilerek, cehennem ehline arz edilir. Sonra kendilerine, ‘Eğer Allah’a itaat etmiş olsaydınız, işte yeriniz bu olacaktı’ denilir. Ardından onların kaçırmış oldukları cennetteki mü’minler arasında bölüştürülür. İşte inkarcıların dehşetli bir pişmanlık, büyük bir hasret ve nedamet duyacakları an bu andır. Süddi
Cehennem ehli cehenneme sevk edilirler. Bütün uzuvları (organları) ile azabı görürler. Azab, ya ısıran bir yılan veya vuran bir zebani meleğidir. Melekler ona vurunca, 40 gün kadar cehenneme yuvarlanır, yine de cehennemin dibine ulaşmaz. Yuvarlanıp düşünce, cehennem alevleri yine onu yukarıya kaldırıp yükseltir. Melekler, yine ona vurup azap etmeye başlarlar. Her vurduklarında cehennemin dibine yuvarlanır, alevler onu yukarı çıkardıkça zebaniler yine başına vurup, onu cehennemin derinliklerine doğru batırırlar.
Bu iki âyette (166-167) bütün (sohbet) arkadaşlık, vesile, muhabbet, meveddet, muvafakat, mütabiat, hevanın kötülüklerinden riya, garaz, fesad, hayvaniyeti tama, nefsani gadab, bunların hepsinin ölümle kesildiği anlatılmaktadır. Bu bağlar (sebepler) kopar, fırkat, adavet ve teberriden hasıl olan azabı elimi görür. Nitekim âyet-i kerimede “Ah n’olaydı seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı” (Zuhruf, 38) buyruldu. Yine Zuhruf 67’de şöyle geçer: “O gün bazı dostlar birbirine düşman olur.”
Bir arada tutan sebepler fani olduğu zaman, şahsın ölümüyle, dünyanın fenasıyla o bağlardan kesilir.
Lakin mü’minin bağlandığı sebepler, muhabbetler, tabi oluşlar metin olan dine, Hakkı Mübin’e dayanırsa ömrün bitmesi, dünyanın sona ermesi ile kesilmez.
Nitekim Cenâb-ı Hakk Bakara 257’de “Kim Tağutu inkar ederse ve Allah’a iman ederse, işte o en sağlam kulpa tutunmuştur” buyurdu.
Bilakis onların muhabbeti Hakk için, Hakk ile olduğunda ruhları, malları, zevceleri, evladı, kabirde hapisle, kıyamet korkularıyla, sorgu sualle, Sırat’tan geçmekle, ateşe varmakla yok olur. Orada uzun ömürler boyu kalsalar da ancak muhabbetleri artar.
كَذَٰلِكَ يُرِيهِمُ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ Muamelelerinin hasılatı olan azap çeşitlerini ve kaybettikleri derecelerin, yakınlık ve ikramların pişmanlığını görürler.
Bir diğer mana da şöyledir: Muhakkak Allah mü’minlerin yüce makam ve derecelerini göstererek onların pişmanlığını arttırır.
وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ Hasret ve ayrılıkları ebedidir.
• ‘ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً / Keşke bizim için bir dönüş olsa’ cümlesindeki لَوْ, aslında şart içindir ama burada temenni için istiare edilmiştir. Çünkü kendisine ulaşılması zor olan bir şey, temenniyi çoğaltır.
• حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ ’deki عَلى harf-i ceri ya حَسَرَاتٍ kelimesine müteallıktır, muzaf da mahzuftur. Yani onların ifratları üzerine zarar ve hasretler vardır, demektir.
Ya da, حَسَرَاتٍ ’ın mahzuf sıfatına müteallıktır. Yani; üzerlerini istila etmiş, bütün benliklerini kaplamış olan hasret ve pişmanlıklar vardır. (İstiare-i tebaiye)
• Eğer âyette geçen görmek, baş gözüyle görmek ise, o zaman حَسَرَاتٍ kelimesi, أَعْمَالَهُمْ ’den haldir. Mana şöyle olur: Muhakkak ki onların amelleri, kendilerine hasret, pişmanlık ve zafiyet olarak geri döner. Onlar amellerini ancak hasretler, pişmanlıklar halinde görürler. Eğer görmek, basiret yani kalben görmek ise, o zaman حَسَرَاتٍ kelimesi يُرِيهِمُ fiilinin üçüncü mefulüdür.