Sureler

Göster

Bakara Sûresi 170. Ayet

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا ۗ أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ

170- Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde: ‘Hayır, biz atalarımızı ne üzerine bulduysak ona uyarız’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamışsalar da mı?

 

Cenâb-ı Zü’l Celal, küfürden, nifaktan, şirkten kurtulmak ve küfrü, kafiri tanımamız için onların sözlerini ve iç âlemlerinde olan hile, desise menşelerini tek tek haber veriyor. Önceki âyetlerde sırasıyla; hilkat sırlarını anlatarak, nefsi emmare kafirini ikna ederek deliller getirdi. Bir sonraki âyette insan şeytanlarının, küfür öncülerinin ve onlara uyanların durumunu ahiretten bir sahne açarak hatıralarda canlandırdı. Bu, dıştan içe delil çekmektir.

Sonra içte vesvese veren şeytanın insanı nasıl azdırdığını anlatarak içten dışa delil getirdi. Burhan-ı inni, burhan-ı limmi denen delillerle bizi küfre, şirke, bidata, günaha, kalitesizliğe çeken faktörleri bir bir anlattı ve anlatmaya devam ediyor. Ta ki kaypak aklımızı, deli gönlümüzü ıslah edip hizaya getirsin. Tabi ki bu deliller diri olanlara, kalbi henüz mühürlenmemiş olanlara, vahye kulak verenlere, huşuya yönelenlere tesir eder. Şairin dediği gibi: Görenedir görene / Köre nedir, köre ne?

Bu üç ayrı uyarıdan sonra bu âyette de inanmaya mani olan taassub-u cahiliyenin küfürle olan ilişkisi anlatılarak küfrün direkleri tek tek sökülmektedir.

‘Onlara Allah’ın indirdiğine tabi olun, denilince onlar ‘Babalarımızı ne üzerinde bulduysak ancak ona tabi oluruz’ dediler.’ Buna cevap olarak Yüce Allah “Babaları akıl edemiyor, doğru yolu bulamıyorsalar da mı?” diye çok müthiş bir cevap vermiş. Şöyle ki:

Babası aklını kaybetmiş bir insan düşünelim; evlat ne kadar ona muti ve minnettar olsa da aklını kullanamayan babaya uyar mı? Uymaz. Bunu her aklı selim anlar. Veya Ankara’ya gitmek üzere olan babanın Edirne istikametine doğru yol aldığını bilen evlat saygı icabı babasına uyarak yanlış yoldan gitmesini kabul eder mi? Veya kendi aynı taşıtla Ankara’ya varacağını sanır mı?

Yani babanın aklının çalışmaması, unutması veya hatasını evladın sineye çekip kabul etmesi, o yanlışta bir hikmet araması, körü körüne ona uyup sonu onulmaz acılara, helak uçurumlarına giden bu yanlış yolda onu takip etmesi doğru mu?

Siz hiç babası tımarhanede olan bir evladın ‘Ben ne olursa olsun onun emrinde ve onun yanında kalacağım’ dediğini gördünüz mü? Bir evlat olarak onu o zelil durumdan kurtarmak için tedavisinde azami gayret gösterip, onu eski sağlığına kavuşturması gerekmez mi? Aynı şekilde cehalet çukuruna batmış, cansız, takatsiz, hiçbir şey yapmaya kudreti olmayan putlara tapan, sırf adet, gelenek olduğu için kız çocuklarını diri diri gömen, leş yiyen, içki içen, zina eden, her türlü zulmü işleyen vefasız, insafsız, akledemeyen birine baba da olsa uymak akıl işi mi? Sırf kaskatı cahiliye taassubuyla bu çarpık yola devam etmek reva mı?

Bu üç âyet Allah yolundan sapanların saplantılarını cem mea tefrik sanatıyla izanlara izah eden ilâhi şefkatin tecellisidir.

Bu denli babalarına bağlı olmaları da mecazi bir müşakale olabilir. Bu şekilde doğru yoldan uzak durmak sadece ataya bağlılık taassubundan olmasa gerek. Asıl sebep zulüm üzere kurdukları saltanatın, haramla oluşmuş menfaatin yok olma korkusu. Yoksa kendi evladını diri diri gömen bir namert, bir gaddar, ölmüş, yok olmuş babasına mı saygı duyacak? Bu ancak ağızlarıyla söyledikleri bir yalandan başka bir şey değil.

Eğer bu düşüncede samimi olsalardı, Allah bunu direkt haber verir, onlardan rivâyet etmezdi. قاَلوُ kelimesinin ‘Yalan söyledi’ manası burada devreye girmektedir. Çünkü fiilleri sözlerini inkar ediyor. Küçüğüne, kendi çocuğuna şefkati, merhameti, sevgisi olmayan bir güruhun geçmişine saygısı düşünülemez.

‘Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman...’ âyeti kör taklidin haram olduğunu ve müslümanın kafir karşısında gücü nisbetinde, imkânlar ölçüsünde akidesini ispat etmesi, dinine dair hususlarda aklını kullanması gerektiğini göstermektedir. Âyette tefekkür ve istidlalin; hatıra gelen şeylere veya başkasının söylediği şeylere delilsiz dayanmayı terk etmenin vâcib olduğu hususunda kuvvetli bir delil vardır. Bu nedenle âyet-i kerime, şeytanın vesveselerine uymak ile taklide uymak arasında fark bulunmadığına dikkat çekmek için, ‘şeytanın adımlarına uymayın’ âyetinin hemen peşinden getirilmiştir.

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ  ’deki هُمْ zamiri :

‣ ‘Allah’dan başka şerikler (putlar) ittihaz eden kimse’ âyetindeki, مَن ’e racidir. Bunlar, daha önce bahsedilen, müşrik Araplardır.

‣ يَا أَيُّهَا النَّاسُ, ifadesindeki, النَّاسُ kelimesine râcidir. Sapıklıklarını daha iyi ortaya koymak için ‘iltifat’ üslubu gereği, muhatabdan gâibe dönülmüştür. Allahu Teâlâ akıllı kimselere sanki, ‘Şu ahmaklara bakın, ne söylüyorlar...’ demiştir.

‣ Yahudiler hakkındadır. Hz. Peygamber ﷺ onları İslâm’a davet ettiği zaman onlar, ‘Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine uyarız. Atalarımız, bizden daha hayırlı ve daha bilgili idiler’ demişlerdir. Buna göre âyet müstenef bir cümledir, هُمْ zamiri, bu takdirde zikredilmiş bir şeye râcîdir.

‣ Zamir daha önce zikredilmiş olan bir şeye râci olduğu gibi, zikredilmeyen fakat bilinen bir hususa da râci olabilir.

‘Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş... idiyseler’ lafzındaki (أَوَلَوْ) vav, atıf vavıdır. Başındaki istifham (soru) hemzesi, tevbih manasındadır. Çünkü tevbih (azarlama, kınama) için olan hemze, ikrar edilmesi rüsvaylık olan bir şeyi ikrar etmeyi gerektirir. İfadede: ‘Yine de onlara uyacaklar mı?’ şeklinde takdiri bir mana da vardır. Çünkü bu anlam kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Akaid konularında taklidin batıl olduğunda icmâ vardır. Allahu Teâlâ atalarını taklid edip peygamberlerin ardından gitmeyi terk ettikleri için kâfirleri: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk...” (Zuhruf, 23) buyruğunda yermektedir. Diğer taraftan mükellef (âkil ve baliğ) olan herkes için tevhidi öğrenmek ve ona dair kesin bilgi sahibi olmak farzdır. Öğrenmek ise ancak Kur’ân ve Sünnet ile gerçekleşebilir.

Yani bir şeye tabi olma konusunda eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması önemli değildir. Önemli olan onun Allah’ın hükmüne uygun olup olmamasıdır.

Bu konuda biri ifrat, diğeri tefrit, iki yanlış gelenek vardır:

1- Bir grup müslüman, ‘Kur’ân bir dönem anlaşılmıştır. Ecdat onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi anlama imkânımız olmadığı için onların anlayışına tabi olmalıyız. Kur’ân’ı anlamaya çalışmak yerine fıkıh okumak zorundayız. Kur’ân’ı anlamak ve uygulamak üzere değil, ibâdet kastıyla okumalıyız’ der. Ve tamamen geçmişe teslim olunması gerektiğini iddia ederler.

2- Bir diğer grup da ‘Geçmiştekilerin anlayışı bizim için ayak bağıdır. Öncekilerin, Resûlullah’ın, sahabenin, tâbiînin ve müctehid imamların Kur’ân’ı nasıl anladıkları, uyguladıkları kendilerini ve o dönemi ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın Kur’ân’ı anlamak ve hayatımıza aktarmak zorundayız’ derler.

Bu anlayışların birisi ifrat diğeri de tefrittir. Ne tümüyle kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğru değildir. Bugünün müslümanı da Allah’ın Kitabını anlamaya çalışmak zorundadır. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir. Onların sorumlu olduğu kadar bizler de Kur’ân’dan sorumluyuz, Ama bunu geçmişi silerek değil, bilâkis Allah’ın Resûlünden bugüne kadar o âyetle alâkalı hangi sahabe, alim ne demişse, nasıl anlamışsa onlara da müracaat ederek yapmalıyız.

Ayrıca âyet, nübüvvetini mucize ve âyetlerle ispat eden Nebiye, fıkhi hükümlerde müctehidlere tabi olmanın, Kur’ân’a tabi olmakla aynı olduğunu göstermektedir. Mezmum olan taklit bu değildir. Taklit, bir sözü delilsiz olarak kabul etmektir. Tâbi olmak ise delilini bildikten sonra başkasının sözünü alıp kabul etmektir. Hükümleri aslî delillerinden çıkartamayan, avamdan olan kimsenin farz olarak yapması gereken; ilim ehline sorması ve daha alim olanın fetvasına uymasıdır. Çünkü Yüce Allah, “Eğer bilmiyor iseniz zikir ehline sorunuz” (Nahl, 3) buyurmaktadır.
 

1920 yılında Topal Molla lakabıyla tanınan bir zat, Afganistan’da tekke kurmuş. Müritlerinin sayısı 1925’te 300 bini aşan Topal Molla, krala karşı ayaklanma hareketini başlatmış. Bir yıl boyunca Afganistan’da kan gövdeyi götürmüş. Afganistan kralı Emanullah Han, ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Sınıra geldiğinde yanına bir adam sokulmuş ve çok güzel konuştuğu Urduca’sıyla sormuş:
‘Beni tanıdın mı? Ben meşhur Topal Molla’yım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum.’ ‘Seni tanıdım’ demiş kral ‘Ben senin İngiliz casusu olduğunu biliyordum. Fakat halkıma o kadar tesir etmiştin ki, senin casus olduğuna onları inandırmanın çok zor olacağını düşündüm.’
Sarıklı, sakallı Topal Molla sakalını kesmiş, sarığını atmış, başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yoluna koyulmuş.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Âyette din hükümlerinde başkalarını taklitle onların mezhebine uymanın doğru olmadığına işaret vardır. Bilakis kul, talepte sıdkı niyetle Allah’ın indirdiğine tabi olmalıdır. Amelde ihlas gerekir.

أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا  Âyette öncekilerden nazarı kesmeye, onların muhtelif hevalarına uymaktan, haktan yana hiçbir şey akıl etmeyenlerin bidatlarından ayrılmaya işaret vardır. Ve ehli ilim, ehli hırka olduklarını iddia eden, dünya muhabbeti sahrasında kaybolanlara da uymayın. Onlar ehli hırka değildir. İlmi, hırkayı mal ve cah için kazanç ve alet edinmişlerdir. Taleb ehlinin talep yollarını kesmişlerdir.

Bazı münzel kitaplarda Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Dünya sevgisiyle sarhoş olan alimlerin cehennemden bağışlanmalarını benden istemeyin. Çünkü onlar, kullarımın üzerinde ‘kutta-i tarik’dirler. Yani kulumla aramdaki yolu kesen yan kesicilerdir.’

وَلَا يَهْتَدُونَ Hevaya uymaktan, dünya hırsından çevirecek hak yola yönelmezler. Burada, ibadetin Hakk’ın caddesi olduğuna, ikinci adımın şeriatın doğru yolu üzerinde olduğuna işaret vardır.

Tarikata süluk makamlarını bildikten sonra hidâyet ehli mürşide hakikat ilmi üzerine tabi olmak caiz olur. Yoksa baba yoluyla gelen şeyhlik iddiasında bulunan, ihtida yolunda bir nasibi olmayan kimselere tabi olunmaz. Bu durumda zamanımızda çoğu meşayıh uymaya elverişli değildir. Allah onları affedip hallerini düzeltsin.

 

Belagat

• ‘Allah’ın indirdiği’ ifadesi, sıfatlı kinayedir. Hem Kur’ân’ı Kerim’i, hem de hadis-i şerifleri anlamamız mümkündür. Hadisler de âyet-i kerimeler gibi vahyedilmiştir, tek fark namazda okunmamasıdır.

Âyetleri Allahu Teâlâ Cebrail’e (a.s) emreder, o da peygambere indirir. Bu nedenle ‘Allah’ın indirdiği’ denmesi sebebe isnaddır. Özel ismin zikri tazim içindir, ‘Bu Allah’ın ﷻ indirdiğidir, başkası indirmemiştir. Gerekli ihtimam ve saygıyı gösterin, özen verin.’ anlamındadır.

• مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا ifadesinde ‘عَلى’ harf-i ceri, istila anlamıyla istiare-i tebaiyedir. Yani adeta geçmişte ataları neyin üzerine yayılmış, onu kaplamışlarsa, nelerin üzerini istila etmişlerse, onlar da aynı tavra devam ederler. Babaları gerçeğin, hakkın üstünü nasıl kapattıysa onlar da aynı batıl yolu izlerler. Adeta gerçeğin üzerine abanmış, yayılmışlardır, kimsenin görmesini istemezler. Hem yaşamaz, hem de başkalarına yaşatmazlar. Kur’ân diliyle; hem dâll, hem mudill’dirler.

• لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا Babaları bir şey akledemiyorsa da mı?’ cümlesi, onları babalarına tabi olmaları hususunda ilzam için mübalağa ifade eder.