171- O küfredenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak haykıran kimsenin durumu gibidir: Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar bu yüzden hiçbir şey akledemezler.
Allahu Teâlâ önceki âyetlerde inkar sebeplerini ortadan kaldıran delilleri belirtirken bu âyetle daha iyi kavranması için bir misal getirdi. Zahiriyle inkarcıların durumunu arz ederken, mefhum-u muhâlifiyle de mü’minlerin nasıl olması gerektiğini hissettirmekte. Ta ki bütün insanlar gereken dersi alsın.
Teşbih ilk bakışta çok basit, hemen anlaşılır görünse de çok derin. Ortak yönü çok olan bir teşbih-i temsildir.
Kafirlerin imana çağrılması, sapıklığa devam etmeleri, kibirli tavırları İslâm’a davet sözlerinden hiçbir şey anlamayan, sesten başka bir şey duymayan, etkilenmeyen davara benzetildi.
Bu teşbihte sehli mümteni sanatı vardır. İlk bakışta hemen anlaşılan garib-i mübtezel gibi gözükse de aslında çok yönlü baidi garibdir. İç içe gül goncası gibi dürülmüş, açılmayı bekleyen, idrakleri besleyen muazzam bir temsildir. Müteaddidi müteaddide, heyeti heyete benzetmedir.
Bu temsil ‘teşbih-i müfrik’tir. Kafirleri hakka davet edici kişi ile inkarcıyı, çobanla davarlarına, hakka davet edenin daveti ve sesi de; hayvanlara seslenen çobanın sözlerine benzetildi. Efendimize ﷺ hürmeten ismi açıkça zikredilmeyerek ‘Meselü’den sonra ‘Dâi’ ismi muzafı hazfoldu. Hitaptaki yüksek edebin inceliği olarak davet edici hazfedildi. Ta ki Efendimizin ﷺ açık açık çobanla mukayese edilmeyecek kadar değerli olduğu beyan edilmiş olsun, edebe riayet telkin edilsin.
‣ Davetçi ile kafirin durumu, çobanla davarlarının durumuna benzetilmiş. Çoban; aklıyla, izanıyla koca bir sürüyü güder, korur, besler. Onların başından ayrılmaz. Ortama ve hava şartlarına uygun hareket eder. Mesuliyet sahibidir. Sürüyü zararsız, ziyansız sahiplerine getirmek için azami gayret gösterir. Sürüsünü gözetim altında tutar. Onları otlak yerlere götürerek sütlenmesini sağlar. Sürüsünü sever.
Bu müteaddit müşebbehi bihden müşebbehin durumunu vasfedebiliriz. Teşbihin açık olmayışı, davetçinin hazfolunması da manayı zenginleştirir.
Müşebbeh: Çoban, Müşebbehi bih: Davetçi. Peygamberimiz olmakla beraber diğer tebliğciler, müezzinler de olabilir. Bir davetçinin nasıl olması gerektiğini Yüce Sultan bir cümleyle özetleyip mucizevi şekilde bir denizi bir damlaya sığdırmıştır. Çobanla tebliğcinin vech-i şebesini alarak yolumuza devam edelim.
Efendimiz ﷺ bütün insanların en akıllısı, en ince duygulusu ve en emin olanıdır. Kısa bir sürede İslâm devletini kurup ümmetini tevhid sancağı altında toplamıştır. Ümmetine haris, rauf, rahimdir. Son derece fedakâr, adil, güvenilir, gayretli, cesur, cömert, babacan ve üzerine verilen risalet vazifesini en güzel şekilde eda eden, koruyucu, kurtarıcı, insanlık mimarıdır.
‣ Kafir, Resûlullah’ın ﷺ çağrısı karşısında kendisine nida olunan davara benzetilmiş. Kafirle davar benzetmesinde; müteaddit ortaklıkları şöyle sıralayabiliriz: Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırakların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler.
Hayvanlar sesi duyarlar, ama ne dendiğini anlayamazlar. Kâfirler de Hz. Peygamberin sesini ve sözlerini duyuyor, ama bunların manasından yararlanmıyorlardı. Daveti algılama, anlama, kavrama, inanmanın hasıl olmayışında kafirle hayvan eş değerdedir. Hatta âyette daha da aşağı olduğu bildirilmiştir. (Araf, 179)
Davarların akılları sırf dünya hayatı için verilmiş, tefekkürden uzak bir aklı meaştır. Geçmişten ibret almak, geleceğe yönelik istikbal düşüncesi, ahiret, akıbet düşüncesi olmaz. Kafirler de öyle, aklı meadları, sonlarını düşünme gibi dertleri yok. Akılları var ama kullanmıyorlar. Rehbere uyup cennet davetine katılmak yerine nefsin, şeytanın güdümünde anlamsız sözler, boş ve zararlı faaliyetler peşinde çobanı bırakıp kurdun peşine giderek, çayır çimeni bırakıp uçuruma yuvarlanmaktalar.
Bir radyo istasyonunda verici cihaz ne kadar güzel ve net verirse versin alıcı istasyon bozuk ise yayın yapmak mümkün olur mu? Bütün iletişim araçlarında böyle olduğu herkesin malumudur. Cenâb-ı Hakk tevcih sanatıyla Efendimizi ﷺ tebrik ve tenzih ederken, inkarcı bedbahtları da zemmetmiş oluyor. Onların umursamaz tavırlarını şiddetle kınayıp ahmaklıklarını ilan ediyor.
Burada koyunların anlayacağı iki tür ses vardır. Nida (bağırmak) uzaktaki için yapılır, dua (çağırmak) ise yakına yapılan seslenişi ifade eder. Dua mutlaka işitilir, nida ise bazen işitilir, bazen işitilmez. Dua; bir takım seslerdir ki çoban bununla koyunları men eder, engeller. Nida ise onları toplamak için sesi yükseltmektir.
Âyetin manası şöyledir: ‘Çoban koyunlara seslenir ve onlara şöyle der: ‘Yeyin, için, yayılın.’ Halbuki koyunlar, çobanın sesinden hiçbir şey anlamazlar. İşte Habibim; kafirler de bu hayvanlar gibidir. Senin konuşmalarından ve Allah’ın ﷻ kitabından hiçbir şey anlamazlar.
‣ Kafirlerin puta ibadetleri, onlara yalvarışları koyunlara nida etmeye benzetilmiş. Müşebbeh: Putlar, Müşebbeh-i bih: Hayvanlar, Vech-i şebesi: anlayışsızlıktır.
Kafirlerin putlara ibadet etmeleri, kurban bağışlayıp onlardan medet beklemeleri, dualarına cevap vereceklerini ummaları, onlara yalvarıp yakarmaları, önlerinde eğilip secdeye kapanmaları, putları canlı, saygın, kendilerinden üstün, kudret sahibi saymaları, ahmaklık ve bönlükte koyunlara nida etmek gibidir. Hayvanla konuşan kimse cahil sayılınca, taşa dua edip konuşan kimse kınanmaya ve cehalete daha lâyık olur.
Koyunlar nidadan, duadan, ne anlar? İnsanların Allah’tan gayrı sevip, sayıp, Allah’ın önüne geçirdikleri ne varsa aynı hükümdedir. Allah’tan gayrı her şey helak olucudur. Kuvvet, kudret sırf ona aittir.
Bu iki görüşün farkı şudur: Burada med’uv (kendisine çağırılan), önceki görüşte ise dâî (çağıran) hazfedilmiştir.
Bir kimse gerçekten kör, sağır ve dilsiz olsa, aklının hammaddesi olan bilgiden mahrum olur. Fikir havuzunun kaynağı kurur, düşünce semasının güneşi söner, akıl kuşu ötmez olur. Güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, faydayı zarardan ayırt edemez.
Tıpkı put gibi sevimsiz, meymenetsiz, katı bir taş olur. Ne kimse ondan faydalanır, ne o kimseden. İletişimi kesilmiş, bağlantıları kopmuştur. Artık ne gerçekleri duyacak bir can kulağı, hakkı anlatacak bir lisanı, ne de gerçekleri görecek bir gözü kalmamıştır. Âyette “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. İşte asıl gafiller onlardır” (Araf, 179) buyrulması gibi.
Bir şeyin olmamasıyla olup da kullanılmaması arasında bir fark olmadığı çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. İnsan elini kullanmasa çolak olur. Ayağını kullanmasa topal olur. Bunlardan hiçbiri onu insanlıktan çıkarmaz, şahsiyetini zedelemez. Manevi değerini düşürmez. Ama akıl noksanlığı öyle mi? İnsanda maddi manevi değer bırakmaz. Aklı olup da onu kullanmamak ve hayvan derekesine düşmek ne büyük ziyan, ne acı hüsran!
Bu gibi misaller, dinleyenin kâfirlerin durumu hakkındaki bilgisini arttırır, kâfirler gözünde küçülür, onlara karşı kalbi kırgınlıkla dolar. Cenâb-ı Hakk’ın onları âdeta hayvan gibi kabul etmesi, dinleyenleri, kafirleri taklitten son derece men edici olur.
فهُمْ لَا يَعْقِلُونَ bundan maksad ‘akl-ı iktisâbi’ dir. Çünkü yaratılıştan olan akıl kâfirler için de söz konusudur. Yaratılıştan aklı olmayan zemmedilmez, yerilmez. Din akıl sahiplerini muhatap alır.
Akl-ı iktisâbi’nin yolu, göz, kulak ve dil yardımıyladır. Onlar bu üç kuvvetten yüz çevirince, aklı iktisâbiyi kaybetmişlerdir. Duyu kabiliyetlerini kaybeden, ilmini kaybetmiş sayılır.
Bu âyet-i kerime, geçmişteki kötü insanlardan ilgiyi kesmek gerektiğini gösterir. Ayrıca heva ve heves ehline tabi olmamaya, bid’at ehline asla uymamaya işarettir. Bid’at ehli tarik-i hak’dan hiçbir şeye akıl erdiremez. Âyetin dal bi’d delalesinden, dünya ehlinden de uzaklaşmak gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü onlar da dünya sevgisiyle adeta kör ve sağır olmuş, akılları uhrevi konulara ermeyen kişilerdir.
Resûlullah ﷺ şöyle buyurdu: Her şeyin bir aleti, bir hazırlık ve istidadı vardır, mü’minin aleti akıldır. Her şeyin bir biniti var, kişinin biniti akıldır. Her kavmin bir dayanağı var, ibadetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var, abidleri ibadete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var, müctehidlerin sermayesi akıldır. Her ailenin bir idarecisi var, sıddıkların evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var, ahireti imar eden akıldır. Herkesin kendisini hatırlayacak olan ardından bir geleni var, sıddıkları hatırlayacak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var mü’minin çadırı akıldır.
Ehl-i dil, sohbet-i nâdân ile şâdân olmaz,
Bezmi cuhhal gibi, arife zindan olmaz.
Kişi şehvetlerini terk ettiği ölçüde kalbi manevi hayata kavuşur. Hakkı hak olarak ancak kalbi diriler duyup anlayabilir. “Resûlüm! Sen ölü kalplere hakkı işittiremezsin” (Rum, 52) âyeti buna işaret eder.
Öyle lokma var ki insanı uzun yıllar ibadetten keser. Öyle söz var ki adamın kalbini taş eder. Öyle bakışlar var ki insanın maneviyatını mahveder. Allah ile kulu arasında aslında perde yoktur. Fakat tıpkı güneş ışığının dünyamıza ve bedenimize gelmesi gibi bir durum vardır.
Bizimle güneş arasında dünyanın çevresinde bulunan perdeler güneş ışığının tamamının bize ulaşmasına engel olur. Bu mani oluş insanın iyiliğinedir. Atmosferin güneş ışığını engelleyecek belli özellikleri olmasa ya da tenimiz doğrudan güneş ışığına uzun süre maruz kalsa zarar görürüz. Fakat Allah ile kulu arasındaki durum farklıdır. Allah ile kul arasında perdelerin, engellerin olması insan için iyilik değil, büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkar.
Kulun nefsani kirleri, şeytanın kandırmaları, zamanın kötülükleri Allah’ın rahmetine engel olur, perde olur. Nasıl ki şemsiye yağmura perde olursa, bizim çirkin işlerimiz, yirmi dört saat hiç kesilmeyen ilâhi rahmeti, Rabbâni feyzi perdeler, bize ulaşmasını engeller.
Birinci safta enbiya aleyhimüsselam, ikinci safta evliya, üçüncü safta mü’minler, dördüncü safta kafirler bulunuyordu.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem’in sırtından zürriyetini zerreler halinde çıkardı. Her zerre kendi ruhunun hizasında durdu.
Hakk Teâlâ onlara ‘أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye hitab etti. Onlar ‘بَلٰى / Evet’ dediler.
Enbiya (a.s) Hakk’ın hitabını vasıtasız, vicahen işittiler. Cenâb-ı- Hakk’ın nurunu hicapsız müşahede ettiler. Bunun için de nübüvvet, risalet, mükaleme ve vahye müstehak oldular. “Allah risaletini kime vereceğini çok iyi bilir.” (Enam, 124)
Evliya ise Hakk’ın kelamını işittiler ancak cemal nurlarını enbiya ruhlarının hicabında müşahede ettiler. Onun için bu dünyada nebilere tabi olmaya muhtaç oldular.
Mü’minler Hakk’ın hitabını işittiler, ama nurları nebilerin ve velilerin hicabının ardından müşahede ettiler. Gayba inandılar, nebilerin davetini kabul ettiler. Hakk’ın hitabı onlara Cibril’in ve enbiya (a.s) risaletinin verasında ulaşmıştı. ‘İşittik, itaat ettik’ dediler. Bu yakınlığı Şura, 53. âyet beyan eder. “(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner.”
Nebiler vahiyle, veliler hicap arkasından, mü’minler de resûl vasıtasıyla Allah’ın hitabını duydular. Kafirler ise bu nida hitabını üç perde arkasından duydular. Çobanın hayvanlarının ancak dua ve nida olarak işitmesi gibi. Onlar Hakk’ın cemalinin nurlarını ne az ne de çok müşahede edemezler. “O gün onlar Rablerinden perdelidirler.” (Mutaffifin, 15)
Onlara Hakk’ın kelamı okunur, hiçbir şey anlamazlar. Onlar mü’minlerin zerrelerinin hicabının arkasından duymuş ve بَلٰى ’yı takliden söylemişlerdi. Bu sebepten burada babalarından gördükleri şey üzerine kilitlenip kalmışlardır. Zuhruf 22’de şöyle buyrulur: “Hayır!
‘Sadece, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler.”
Ruhları cisimleriyle birleşince hislerin, kuvve-i nefsaniye ile bozulmuş hayvani sıfatların karanlığında kalmışlar.
“Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.” (Mutaffifin, 14) Behimi metalanmaları, yırtıcı hareketleri ve şeytani ahlâkları, cismani lezzetleri sebebiyle Allah onların gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiştir. Son peygamberin davetini işitmekten ‘sağır’, tevhidle ikrar etmekten ‘dilsiz’, âyet ve mucizeleri görmekten ‘kör’dürler. Onlar pas ile ruhani akıllarının berraklığını iptal etti ve Rabbani feyz nurlarından mahrum kaldılar. ‘Akledemez’ oldular.
• Kafirlerin kör, sağır, dilsiz putlara benzetilmesi istiare-i tasrihiyedir. Müşebbeh hazf olup, müşebbehi bih baki kalmıştır.
• Âyetin öncesinde hamakat, aptallık anlamında نَعِقَ fiili ile başlayıp لَا يَعْقِلُونَ ile bitmesi birbirine son derece uygun düşmüş bir muraat-ı nazırdır.
• “Onlar akletmezler” cümlesinde akıllılar için kullanılan هُمْ zamiri kullanılması, müşriklere tahakküm içindir. Çünkü onlar putları en üst akıllılar mertebesine çıkartmışlardır.