Sureler

Göster

Bakara Sûresi 172. Ayet

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ

172-Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer O’na kulluk ediyorsanız.

 

Merada otlayan, çobanın güttüğü koyunları ahmaklık, anlayışsızlık bakımından laftan anlamayan, aklı fikri yokmuş gibi davranan inkarcı nankörlere temsil yaptıktan sonra, küfrün zıddı olan iman ehlini ikaz edip tavsiyelerde bulunuyor.

Evet, merada davarlar otluyor ve bundan bedel olarak her gün sahibine süt vererek bilfiil şükrünü ifa ediyor. İnsanlığa etiyle, sütüyle, yapağısıyla hatta gübresiyle bile hizmet veriyor. Ürüyor; şirin yavrular, sevimli kuzular hediye ediyor. Kendi yerini tutacak, hizmeti devam ettirecek, fıtratı bozulmamış nesiller bırakıyor. Ama çobanları başlarında, emre amade, gözetim altında hayatlarına devam ediyorlar.

Yüce Mevlamız bizi İslâm fıtratı üzere yaratıp iman nasip etmiş ve başımıza Muhammedü’l Emin’i ﷺ lider, önder olarak göndermiş. Bize düşen imanımızın gereğini yerine getirerek şükrü ifa etmek, kul olduğumuzu, mesuliyetimizi unutmamak.

Rabbimizin bize gösterdiği sırat-ı müstakimde yürümemiz, vücut gemimizi sahil-i selamete çıkarmamız için yakıtımız mesabesinde olan gıdalarımızı helal ve tayyibinden almamız ve verilen gıda raporuna uymamız gerekmektedir. Tâ kazancımızın haram ve şüpheli olmamasından başlayarak ağzımıza girinceye kadar ind-i ilâhide caiz, saf, berrak, helal olmasına son derece dikkat etmeliyiz.

Buharlı gemiye kömür yerine saman konulsa, veya petrol yerine başka bir sıvı konulsa hareket edebilir mi, yol alabilir mi?

“Helal, tayyip yiyin” ifadesinde vasıtalı kinaye, kevn-i sâbık alakası var. Yani helal yemeniz için helal kazanmanız, aldığınızı hak etmeniz, başkalarının hakkına saygı duymanız ve bedeninize, aklınıza, ruhunuza, kalbinize zarar vermeyen yiyecek ve içecekleri elde etmeniz gerekir. Bu nedenle dinimizde bozuk yemek, yanık ekmek yenmesi caiz değildir.

Allah helali, haramı açık açık bildirmiş. Tek tek saymış, hududunu çizmiş. Bize düşen emr-i ilâhiye uymak, yasak, şüpheli olanlarından sakınmak. Yerken de sınırı aşmamak, aşırı yememek, zamanlamayı iyi ayarlamak. Yaşımıza uygun ölçülerde yemek, sofradakilerin, evdekilerin hakkını gözetmek, göz hakkına dikkat etmek gerekir.

Ülkemizde kıyafet konusunda yaşa uygun seçim yapılırken, yemek hususunda buna dikkat edilmemekte. ‘Yaşlılara hürmet edin’ hadis-i şerifinin hikmetine, işaretine kulak vermemekteyiz. Yaşlıyı hep dışarıda arıyoruz. Oysa kırk yaşından itibaren yavaş yavaş yaşlılık çağına girmekteyiz. Ne demişler; ‘Kırk yaşına kadar can boğazdan geçer. Kırk yaşından sonra can boğazdan gider.’

Yaşımız kırka bastı mı; yiyeceklerimize, içeceklerimize sansür koymamız gerekiyor. Artık inişe geçiyoruz. Kemerlerimizi bağlamamız gerekiyor. Yaşlılık sadece simamıza çökmüyor, bütün bedenimizi etkiliyor.

Gün be gün gücümüz, kuvvetimiz azalıyor. Bundan böyle yaşlı midemiz, yaşlı karaciğer, yaşlı dalak, yaşlı pankreas, yaşlı böbrek taşıyoruz. İç âlemimiz huzurevi gibi yaşlılarla dolu. Bize düşen onlara saygılı, insaflı, merhametli davranıp çok yük yüklememektir.

Artık bizim için perhiz, az yemek, fazla kaçırmamak en büyük ilaçtır.

Yaşlandık, çocuklar bize bakmıyor, acımıyor, diye yakınıyoruz ama biz de bünyemizdeki yaşlılara acıyıp merhamet etmiyoruz. Gençler gibi tıka basa yiyoruz, içiyoruz. Ama artık bunları hazmedip her şeyi yerli yerine dağıtacak azalarımız yok. Git gide de azalıyor. Eskisi gibi hareket edemiyoruz, oksijen alamıyoruz. Yediklerimizi yakamıyoruz; yediğimiz fazlalıklar yağ olup bünyemize yükleniyor. Yılların yorgunu iç organlarımızı sıkıştırıp çalışmalarını engelliyor.

Üstüne üstlük nefes almakta, kanı temizlemekte ve devir daim etmekle görevli azalara, sigara, nargile dumanları göndererek adeta düşene tekme atar gibi zulüm üstüne zulüm…

Bize acıyıp yememize dikkat etmemizi söyleyen yakınlarımıza kızıp tavır almakta, altında başka düşüncelerin yattığını sanarak hem onları hem de kendimizi üzmekteyiz.

İşi-gücü yaşlıyız diye terk ettik, ama yeme-içmede bir eksilme yok. Suçu başka şeylerde arıyoruz. Zaman zaman sindirim sistemindeki dengesizlik, sinir sistemimizi de etkiliyor. Sinirlenip asabileşiyoruz.

Cenâb-ı Hakk ‘Helalinden, temizinden yiyin ama şükür de edin. Nimeti vereni düşünün, görevleri yapmaya gayret edin. Yiyip-içtiklerinizi azaltıp vermeyi, yedirmeyi, hayır hasenatı çoğaltın’ buyuruyor.

Nefsini yenen o mücahid adam ne yapmış? Canının istediklerini yemeyip ‘Sanki yedim’ demiş, parasını biriktirmiş. Fatih semtinde bir cami yaptırmış. Atalarımız ‘İşten artmaz, dişten artar’ derken buna işaret etmişler.

Âyetin sonu ‘Eğer Allah’a ibadet ediyorsanız’ diye son bulmuş. Yani dünyaya geliş gayesi Allah’a kulluk. “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56) buyruğu bunu teyid ediyor. Asıl iş Rabbimize kul olmak, O’nun bütün emir ve yasaklarına riayet etmek. O’nu tanımak, sevmek. Ve neticede ebedi saadet.

Yemek, içmek, uyumak hepsi bu amacın aracı. Araca takılıp amacı unutmamak ya da önemsememek akıl işi olmasa gerek. Tıpkı Gazali’nin şu misali gibi; hacı adayı devesini süslemeye o kadar dalar ki; kervan çoktan gitmiş olur, hacı adayı yolda kalır.

Yemek bazen ‘vâcib’ olur. Son derece acıktığında, kişinin zararı kendisinden savuşturmak için yemesidir.

Bazen de yemek ‘mendub’dur. Bu da misafir tek başına kaldığı zaman yemekten çekinip kendisi de katılınca yiyecekse yemesidir.

Bu tür engeller bulunmayınca, yemek yemek ‘mubah’ olur.

Âyet-i kerimede her çeşit meyvenin yenmesinde bir beis olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü meyveler ‘hoş olanlar’ grubundandır. Fakat meyvelerin her türlüsünü yemeği terk etmek daha faziletlidir. “Ve küfredenlere, ateşe arz olunacakları gün şöyle denir: “Siz bütün tayyibatınızı (lezaizinizi) dünya hayatınızda giderdiniz ve onlarla zevk sürdünüz, alacağınızı aldınız...” (Ahkaf, 20) Bu âyet-i kerimenin hükmüne girmemek ve kişinin manevi derecesinin düşmemesi için, yine de her çeşit meyveyi yemeği terk etmesi daha faziletlidir.

Tayyib’ kelimesinin üç manası vardır: Tabiat bakımından (yani doğal olarak) lezzetli olan, Şer’an mubah olan, Vaz’ı bakımından (konum itibariyle) temiz olan, demektir.
 

''Allah'a şükredin, eğer O'na ibadet ediyorsanız...''

‣ ‘Eğer Allahu Teâlâ’yı ve O’nun nimetlerini biliyorsanız Allah’a şükrediniz.’ Cenâb-ı Hakk bu âyette, eserin ismini müessire vererek, ‘Allah’ı bilmeyi, ‘Allah’a ibadet’ ile ifade etmiştir.

‣ ‘Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, O’na şükredin. Çünkü şükür ibadetlerin başıdır.’

‣ ‘Eğer siz O’na ibadet ediyorsanız; ibadeti yalnız O’na has kılıp, in’âm edenin, başkası değil sadece O olduğunu ikrar ettiğiniz doğru ise, bu nimetleri size rızık olarak veren Allah’a şükrediniz.’

‣ İbadetin ancak şükürle tamam olacağına işaret için eğer ibadet ederseniz Allah’a şükredin, buyurmuştur.

Halk arasında meşhur bir söz vardır; bir adam kendisini sevdiğini bildiği kişiye ‘Eğer sen beni seviyorsan; benim için şunu yap!’ der. Burada kişiyi o işe teşvik etmek ve işi yapmasının muhabbetin şartlarından olduğunu bildirmek için, cümleye şart harfi dahil olur. Şartın olumsuzu düşünüldüğünde, cezanın olumsuzu kastedilmez. Yani bu âyet-i kerimede şükür için şart koşulan ibadeti yapmıyorsanız, şükrü bırakın, manası murad edilmez. (Mefhumu şartı alınmaz) Çünkü ibadetleri yapamayan kişinin de Allah’a şükretmesi vâciptir.

Allahu Teâlâ tayyip olan rızkı yemeyi emrettikten sonra şükrü emretmiştir ki o şükürle sayesinde rızık payidar olsun. Çünkü şükrü eda olunmayan nimet; zevale maruzdur. Dünya nimetlerinde beka yoksa da şükrü eda olunan nimet diğerinden daha ziyade devam eder.
 

''Allah’a şükredin''

Bu emir ibahe için değil, belki vücub ifade eden bir emirdir. Akıllı kimsenin, sayılamayacak derecede üstün ve değerli nimetleri kendisine ihsan ve ikram eden yüce Allah’ın ﷻ, en büyük tazim ve hürmete layık olduğunu kalbiyle bilmesi vâciptir. Kalbiyle bildiği bu hakikati, dil ve diğer organlarıyla izhar etmesi gerekir.

˗ Kalple şükür; nimeti veren mün’imi bilmektir.

˗ Lisanla şükür; kalbinde olan bu mârifeti lisanıyla izhar edip mün’imini sena etmektir.

˗ Azalarla şükür; bütün vücuduyla Cenâb-ı Hakka tazim edip ibadeti layıkıyla eda, verdiği nimeti yine O’nun yoluna sarf etmektir.

Şükür, kulun zahiri ve batıni azalarını, yaratıldığı gaye istikametinde kullanmasıdır.

Efendimiz ﷺ, Allahu Teâlâ’nın hadisi kudside şöyle buyurduğunu rivâyet eder: ‘Bu insan ve cinler bana karşı çok nankörler. Ben yaratıyorum, başkasına tapıyorlar. Ben rızık veriyorum, başkasına şükrediyorlar.’

Resûlullah ﷺ sürurlu bir hadiseyle karşılaşınca Allah’a ﷻ şükretmek üzere secde ederdi.
 

İbadet

İbâdet kelimesinin kökü olan; ‘عَبدَ’ fiili lügatta; itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, hizmet etmek, ilâh tanımak, tapmak, kulluk, bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak, köle olmak ve taât... anlamlarına gelir.

İbadet kelimesinin, ‘Hırs ve gadap’ manalarına gelen ‘Abed’ fiilinden geldiği de söylenmiştir.

Bu açıklamalara göre ibadet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden feragat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir.”

‘İbadet’ fiili, Kur’ân’da isim, fiil ve masdar olarak 256 kez geçer. 53 âyet-i kerimede Allah’tan başkasına ibâdetten, 82 âyette de Allah’a ibâdetten söz edilmiştir.

‘Tapınmak ve tapmak’ kelimeleri, ibadetin değil, yalnızca taâtin karşılığı olabilir. Tapmak ve tapınmak kelimelerinden, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası da anlaşıldığı için, bu kelimeler ‘puta tapmak’ ‘Haç’a tapmak’ gibi yerlerde kullanılır. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha anlamlıdır.
 

Osmanlı döneminde evlerde misafirler için ayrı bir bölüm/oda bulunurdu.
Bu odalarda tam kıble tarafındaki duvara asılı bir beyt çok dikkat çekicidir.
İşte misafir odasında çerçevelendirilip asılı duran beyt:

Ey müsafir kıl namazın kıble şol câniptedir
İşte leğen, işte ibrik, işte havlu iptedir
Bize gelen her müsafir ekmek ile aş yesin
Kılmaz ise namazın toprak ile taş yesin

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Âyette Allah’ın fadl ve kereminin mü’minlerle olduğuna işaret vardır. Onlara iki faide için namaz ve zekatı emrettiği gibi tayyib yemelerini emretti:

1- Onlara emretmesi, kendilerini şeriat nuruyla tabiat zulmetinden çıkarmak, hayvanattan ayırmak içindir. Böylece yemeleri tabii değil emirle olmuş olur.

2- Yemek emrinin verilmesi, tıpkı namaz ve zekatla emredilip, onlardan sevap kazanmaları gibi sevap kazanmaları içindir. ‘Mü’min her şeyden ecir alır. Hatta kendi ağzına, hanımının ağzına koyduğu lokmadan bile.’ Hadis-i Şerif

‘رَزَقْناَكُمْ’ buyurdu. Yani Rezzak benim, başkası değil. Çünkü bir yiyeceğin gerçekten helal olması ancak onu verenin Allah ﷻ olduğunu bilmekle mümkündür.

Temiz yemenin neticesi Allah’ın Rezzak ﷻ olduğunu bilmek, verdiği rızka şükretmektir.

‘إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ’ Burada iki işaret vardır:

˗ Ubudiyetin şartı, genişlikte, darlıkta, şiddette, rahatta, mabuduna şükretmektir.

˗ Şükür ibadet nevilerinden biridir. Şükrü çok olanın ibadeti çoktur.

 

Belagat

• وَاشْكُرُوا لِلَّهِ emrinde mütekellim zamirinden ismi zahire dönerek, gaibe iltifat yapıldı. Çünkü ismi zahir uluhiyete işaret eder. Sanki onlara ‘Sakın putlara şükretmeyin. Onlar yeryüzünde hiçbir şey yaratmamışlardır, şükre müstehak değillerdir’ denmiştir. Zamirde bu faydalar mevcud değildir.

• إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ yani bu sizin seciyeniz, karakteriniz oldu ise, demektir. Bu كَانَ fiilinin özelliğindendir ki; haberi muzari fiil olarak geldiğinde o fiilin vukuunu değil, onunla vasıflanılan bir ünvan olduğunu bildirir.

Bu cümlede ibadet lazım, melzumu uluhiyete itikad, hudu ile itiraftır. Şer’i taât kast edilmemiştir.

إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ cümlesinde geçen عَبْد kelimesi sözlükte kulluk-kölelik manasındadır. Müstearun minh; köle, müstearun leh; kulluk. Camisi ikisinin de iradesinin olmaması, kayıtsız şartsız itaattir.

Nasıl ki bir köle sadece yaşama hakkına sahiptir, mal edinme, evlenme, çalışıp para kazanma hakkı yoktur. Efendisinin dediği her şeyi yapmak, sadece ona itaat etmek zorundadır. İşte Allah’a ﷻ kul olmak da aslında, her şeyimizi O’nun emrine uygun yapmak, O’nun izni dışında hareket etmemek, O’nun istemediği her şeyi terk etmektir. Bir kölenin çalışıp kazandığı tüm paranın efendisine ait olması gibi, kul da harcamasını, infakını sadece Allah ﷻ için yaptığı zaman hakiki abd olur.

Biz de kendi isteklerimizi bertaraf ederek her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi yapmalıyız ki gerçek kulluğa erebilelim.