174- Allah’ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir değere değişenler, karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar; kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Onlara acıklı azap vardır.
Önceki âyette nelerin haram kılındığı bildirilmişti. Bu âyette haramları gizleyip helali haram, haramları helal sayan kimselerin durumu ve akıbeti anlatılmaktadır.
Tevrat’ta Efendimizin ﷺ vasıflarını, zinayı gizledikleri gibi, hınzır eti, kan, leş yemenin haramlığını da gizliyorlardı. Âyet-i kerime bu durumu açığa çıkarmaktadır.
Âyet her ne kadar ehl-i kitabın cürümleri yüzünden indiyse de hüküm umumidir.
Allah’ın kitabını gizlemek, hükümlerini öğrenmemek, anlatmamak, yaşamamak, arka plana itmek, nefse hevaya uyarak hükm-ü ilâhiye arka dönmek, âyetin kapsamı dahilindedir.
“Kitaptan Allah’ın indirdiği” ifadesi onu gizleme suçunun ne büyük suç olduğuna işaret ediyor. Siz gökten inen suyu saklamış ve yeryüzüne inmesini engellemiş olsanız, suçunuzun büyüklüğünü tarif etmek mümkün olmaz. Can taşıyan ne varsa size lânet etmez mi? Bu kainatı tahribe yönelik anarşi olmaz mı? Canlıların hayatına kast etmiş, bütün varlıklara zulmetmiş olmaz mısınız? Ne var ki buna gücünüz yetmez.
İşte bunun gibi Allah’ın nezd-i ilâhisinden, kelam sıfatının tecellisinden insana iki cihan mutluluğu veren ulvilikler âleminden gelen âyet-i ilâhileri gizlemek en büyük suç, en büyük köstek ve zulm-ü azim olmaz mı? Cenâb-ı Hakk’ın ‘Rızkınız’ diye beyan ettiği kitabını kullarından saklamak, mahrum etmek ruhlarını aç bırakmak, kalbi ölümlere sebep olmak ne büyük bedbahtlık!
Bir hükümdarın fermanını saklamak onu ne denli gazaplandırır, suçun fâillerini ne feci azaplarla cezalandırır? Ya hakimler hakimi, Zatı Zü’lcelal’in fermanını gizlemek, ulaşması gereken mercilere ulaştırmamak en büyük hüsran olmaz mı? Hele bir de Allah’ın âyetlerini az bir paraya, dünyevi bir menfaata satmak (istiare-i tasrihiye) hükümlerini çarpıtmak, değiştirmek, öğrenilmesini engellemek... Bu kudsi görevi üstlenen kimseleri görevden almak, hapislerde çürütmek, sahte raporlarla tımarhanelere attırmak, beyniyle oynayıp sapık hale getirmek, zehirlemek, astırmak,... öteden beri ehli ilme, İslâm mücahitlerine yapılmıyor mu?
Cenâb-ı Hakk İslâm alimlerinin savaşa bile gönderilmesini yasaklarken onların ya kendisi ya fonksiyonlarını öldürmek reva mı?
“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 122)
‘Kur’ân’dan iki yüz elli hüküm âyetini çıkarırsak düzen sağlanır’ diyen bedbahtlar yatacak yer bulacaklar mı?
‘Onlar karınlarına ancak ateş yer’ cümlesi azabın şiddetini anlatırken içlerine, karınlarına işaret ediyor. Onların kalpleri nifakla, mideleri haramla dolmuş. Efendimizin ﷺ ‘Haram sanki ateştir’ buyurduğu üzere uygun bir ceza olarak karınlarına ateş dolacağı haber verilmiş.
Karınlarının ateş yemesi aynı zamanda mecaz-ı mürsel, vasıtalı kinaye. İki taraflı isnad-ı mecazi. Çünkü karınla yenmez, ağızla yenir (Sebep alakası). Ağızla yenen karına gittiğinden kevn-i lahık alakası.
Yiyip-içerek semizlettikleri vücutları sonunda ateş yemek zorunda kalacağından yine kevn-i lâhık alakası, mecaz-ı mürsel.
Hem yiyenin hem de yediklerinin kötülüğü bir çırpıda anlatıldığı için idmaç sanatı. Bu durum bize “Temizler temizler içindir, pisler pisler içindir” (Nur, 26) âyetini hatırlatıyor. Herkes layık olduğu akıbete uğruyor.
‘Ateşi yemek’ denmesi de ince bir istiare-i tahakkümiye (alay istiaresi). Sanki şöyle deniyor: Yemeği seversiniz. Haram helal demeden, aksırana kadar, tıksırana kadar yiyorsunuz. Yasak günah demeden yiyorsunuz. Hak hukuk tanımadan yiyorsunuz. Allah’ın ﷻ âyetlerini satarak yiyorsunuz. Yiyin bakalım, bu yiyişin sonu, bu oburluğun neticesi ateş olacak.
Bu, işin bedensel boyutu. Manevi boyutuna gelince ebedi bir hayatta rahmet-i ilâhiden uzak, meleklerin azarı, cehennemin gazabı, Araf eshabı (deli ve ebleh) kimselerin itabı yanı sıra Yüce Allah’ın ﷻ son derece gücenip onlarla konuşmaması ne büyük acı, ne elim azap. Pişmanlık, hasret, nedamet ateşi dışlarını yakar. Neuzü billah, mahcubiyet, mahrumiyet, dışlanmak, azarlanmak, kınanmak da içleri yakar. Bir tanesine dayanma gücümüz yokken, hepsinin tasallutuna uğramak ve büsbütün çaresiz kalmak... Dostluğun, şefaatin, avukatın, bedelin kabul edilmediği dehşetli kıyamet günü…
Yapılan günahın vebali öylesine büyük ki sahibinin kurtulması imkansız. Çünkü Allah’ın ﷻ hükümlerini gizlemek, geçersiz saymak umuma yönelik bir günah.
Bazı günahlar olur, sahibi pişman olur, dönüş yapar. Allah ﷻ onu affeder. Hatta kul hakkı bile olsa, Allah ara buluculuk yapar. Hak sahibini memnun edecek büyük ödüller verir, onu razı eder. Kulunu tezkiye eder, temize çıkarır, arındırır, ateşten korur. Fakat dine, imana, mukaddesata hainlik edenlere Allah ﷻ dargındır. Asla onlara çıkış yolu bırakmaz.
Bu melun kimseler öyle bir azaba çarptırılırlar ki azab bile elem çeker. ‘Elem verici’ anlamıyla beraber kalıbın anlam zenginliğiyle ‘elem çekici’ olduğu da remzedilir. Acıtan azab, dünyada tarifi mümkün değil. Dünyanın bütün azab ve işkenceleri oradaki azaba göre istirahat etmek sayılır. “Onun azabı gibi kimse azab edemez, onun vurduğu bağ gibi kimse bağ vuramaz.” (Fecr, 25-26)
Yine de hatırlarımızda dünyevi azapları canlandırarak o günün azabının acılığını bir nebze anlayabilir, düşünebiliriz. Mesela bir kimsenin derilerinin soyulması, tırnaklarının çekilmesi, kaynar suya atılması, üzerine kızdırılmış yağ dökülmesi, uçurumdan fırlatılması, vahşi hayvanlara yem yapılması, denizde boğulması, etlerinin kerpetenlerle kesilmesi, elektrik verilmesi, gazla, dumanla boğulması, gönül acısı çektirilmesi, su damlalarıyla delirten çin işkencesi, yaralamak, kesmek, ezmek, iğneli fıçılara kapatarak azap edilmesi, bacaklarla kafayı arkadan bağlayarak hınzır bağıyla bağlayıp boğmak, uyuşturucu zehir vs. ile zehirlemek, organların çalınması, kobay olarak kullanılması, her şeyden mahrum kalması, birbirine kırdırıp dövdürmek... ve daha akla hayale gelmeyecek işkenceler, acılar…
Cehennemden küçük bir numune… tıpkı tat, lezzet ve neşe veren dünyalık zevklerin cennetten küçük bir numune olduğu gibi… “Cennet de müttakilere yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.” (Kaf, 31)
Konuyu özetleyecek olursak Allah’ın ﷻ kelamını hiçbir şekilde gizlemeyip, bilgimizle, ilgimizle, bizzat tatbik ederek, anlatarak, sevdirerek öğrenmemiz, öğretmemiz, gayret etmemiz isteniyor. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan…
O gün âyetleri satanlar dini menfaate alet eden sahte din adamları, hahamlar, papazlar, para karşılığı kirli ellerini Allah’ın ﷻ kitabına sokanlar, haramı helal, helali haram gösterenlerdi. Bugün de çok şey değişmedi. “Kalpleri benzedi” (Bakara, 118)
Mevki, şöhret, para için hükümleri inkar edenler, çöl kanunu diyenler, dine, dindara, mukaddesata karşı çıkanlar, elindeki tahakküm gücüyle emri altındaki dürüst, dindar, işe yarar kimselere işkence edenler, Allah’ın ﷻ peygamberine, Kur’ân’a söverek yürek acısı çektirenler, Kur’ân’ın hükümlerini yok sayanlar…
Evladı hidâyet buldu, örtündü, namaz kılıyor diye sosyeteye rezil olmamak adına deli damgası vurdurup, tımarhanelere attıranlar, dövenler, sövenler, kovanlar, mahrum bırakanlar, her işkenceyi reva görenler, hakkı batılla örtmek isteyenler, güneşi balçıkla sıvayanlar…
Din kisvesi altında elindeki yetkiye, etkiye, etrafındaki dalkavuklara dayanarak dini bozmaya, eksiltmeye, yeltenen zavallılar… Üç kuruşluk menfaat, yarım gram saygınlık uğruna Rahman’ın yüce fermanına leke sürmek isteyenler… İnsanların aradığı, istediği her türlü fetva, izin ve ruhsatı verip İslâm’ı yanlış tanıtanlar…
Faize, zinaya, her türlü fuhşiyata, münkerata bir ‘Olur’ kapısı bulanlar… Âyet ve hadisleri menfur arzularına göre çarpık yorumlayanlar. İhlaslı mü’minleri gözden düşürmek için ‘gerici, yobaz’ yaftası vuranlar.
‘Kendinize gelin’ demek yerine ‘Bize gelin’ diye taraf toplama yarışına girenler ve bunun için dinden taviz verenler.
Yolunu yordamını bulup haram yiyenler, tüysüz yetimin hakkını gasb edenler, şehvetine esir olup, yurdu yuvayı dağıtıp, çoluk çocuğu perişan ederek yaptığına sünnet süsü verenler… Verilen rüşvetle en ağır suçlardan beraat ettirilenler… ‘Son zamanda dininiz dinarınız, kadınlarınız kıbleniz olur’ hadisinin muhatapları… Kadın için, para için, mevki için, suçunu ört bas etmek için fetva üretenler…
Âyetler bu ve benzeri sahte nedenlerle örtülüyor, yalan, iftira, hile, hıyanet, rezalet, cinayet yoluna sapılıyor. Doğru insanlar aptal, hak hukuk düşünenler, enayi gözüyle bakılanlar oluyor.
Yahudi okullarında tahrif edilmiş, kendi uydurdukları Tevrat’ı okuyabilsinler diye öğrencilere günün yarısı İbranice, diğer yarısı diğer derslere göre ayrılarak tedrisat yapılırken bizim okullarımızda bir asra yakındır Kur’ân eğitimi verilmiyor.
Birkaç yıl öncesine dönersek, Kur’ân kursları kumarhane gibi basılıyor. Yaz tatilinde bile Kur’ân öğrenmeleri yasaklanıyor. İmamlık, müezzinlik nefret edilen, rağbet edilmeyen bir görev haline geliyor. Kızlarımız başörtüsü ile okuyabilmek için Amerika’ya gidiyorlar, çırak ustayı geçmiş. İşin vehameti ortada.
Allah yalana, harama dalmış ehl-i kitap için “Onların din adamları onları alıkoysaydı ya” (Maide, 63) buyurarak tariz yollu vazifelerimizi hatırlatıyor. Cürhümilerin Zemzem kuyusunu kapatıp gittikleri gibi gerçekleri gizlemeyelim. En sevdiğimizi feda etmek azmiyle de olsa Zemzem Kur’ân’ı açalım.
Susuz sinelere, ölmek üzere olan körpelere, dünya çölünde mahpus kalanlara kana kana içirelim. Kur’ân’a hizmetimiz, dini ilâhiye gayretimiz, emr-i bil maruf, nehy-i anil münkere iştiyakımız olmadıktan sonra sadece vicdanımızı tatmin edecek bazı ibadetlerle meşgul olmamız acaba son nefeste imanlı gitmeye yetecek mi?
Dinimizin, imanımızın, ibadetlerimizin, çarşıdan seçip aldığımız bir meta gibi işimize gelenini, kesemize uyanı, hevamıza dokunmayanını alıp diğer kısmı görmezden, bilmezden gelmek reva mı? Allah’ın ﷻ kitabını gizleme suçundan bizi beraat ettirir mi?
Allah’ım, bize hakkı hak olarak görüp uymayı, batılı batıl bilip sakınmayı nasip eyle. (Amin)
وَيَشْتَرُونَ بِهِ ’deki zamir, gizlemeye racidir. Ya da مَا أَنْزَلَ اللَّهُ da ki مَا harfine veya gizlenen şeye aittir. يَكْتُمُونَ fiilinin masdar manasına anlaşılması caizdir.
Gizlemeden gayeleri, mal toplamaktır. ‘Az bir bedel almaları’ndan murad budur.
Cenâb-ı Hakk, onların aldıkları bu para, mal ve hediyeleri, ya haddi zatında az olduğu için, ya da bu alıştaki büyük zarara nisbetle az kaldığı için, ‘az’ diye nitelemiştir.
Ebû Abbas Seyyari Hazretleri ceviz satın almak için bir dükkana girer. Ne kadar ceviz istediğini dükkan sahibine söyler. O da çırağına seslenir: ‘Oğlum, Ebû Abbas Hazretleri ceviz istiyor, şöyle iyilerinden seç de efendiyi memnun edelim.’ Dükkan sahibinin bu uyarısını duyan Ebû Abbas ‘Her ceviz alana bu muameleyi yapıyor musun?’ diye sorar. Dükkan sahibi: ‘Hayır, bunu sadece ilmin için sana yapıyorum’ der. Bu açıklama üzerine Ebû Abbas der ki: ‘Ben ilmimin izzet ve faziletini iki dirheme değişmem; ceviz almaktan vazgeçtim.’
Belli bir düzen içinde bir araya getirilen sözler toplamına kitap denir. Masdarı olan ‘el ketb’ bir deriyi diğer bir deriye bağlamak demektir. Harf ve sesler birbirine bağlanarak bir bütün oluşturdukları için, sözlerin toplamına kitap denilmiştir. Bununla beraber kitabın yazılı olması şart değildir. Yazılı olmadığı halde peygamberlere indirilen Allah kelamına da kitap denmesi bundandır.
Kur’ân’ı Kerim, insanların amellerinin toplamının da yazılı bir kitap oluşturduğunu bildirmiştir.
Onların ateş yemeleri ya ahirette olur; ceza olarak bizzat ateşin kendisini yiyeceklerdir. Onların ahirette ateş yemeleri, dünyada rüşvet yedikleri içindir.
Ya da dünyada olur; bu da ateşe sebep olan rüşveti yemeleridir. Çünkü Yahudi bilginlerin Efendimiz’in ﷺ Tevratta bulunan vasıflarını değiştirme karşılığında aldıkları, yedikleri şeyler, ebediyyen ateşle cezalandırılmalarına sebep olur.
‣ Allah, onlara selâm vermeyecek fakat onlara, gam ve hüzünlerini artıracak olan inceden ince hesap ve sorguya çekerek konuşacak, onlara, “yıkılıp gidin oraya ve bana bir şey söylemeyin” (Mü’min, 108) diyecektir.
‣ “Rabbine andolsun ki biz onlara yaptıkları şeylerden muhakkak soracağız” (Hicr, 92) âyetinde zikredilen sorma işi, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle, melekler tarafından yapılacaktır.
Allahu Teâlâ’nın kıyamet gününde onlarla konuşmaması, tehdit amacıyla zikredilmiştir. Çünkü kıyamet günü, Allahu Teâlâ’nın vasıtasız olarak bütün varlıklarla konuşacağı bir gündür. O günde Allah konuşunca, dostları için neşe, düşmanları için de mutsuzluk olacak; cennetlikler cehennemliklerden ayrılacaklardır.
˗ Onları tezkiye etmeyip, övmez.
˗ Temizlerin amelini kabul eder, onların amellerini kabul etmez.
˗ Onları, temiz kimselerin konak ve menzillerinde konaklatmaz.
İnsan günahtan hali olmaz. Ancak kul imanla giderse Allah ﷻ onu affeder, hatta kul haklarını dahi araya girerek bağışlatır. Fakat bu kimseler, bu aftan bile mahrum kalacaktır.
İkâb, ceza verme, hor ve hakir kılmakla beraber bulunan, halis bir zarar ve sıkıntı vermedir. Buna göre وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ وَلَا يُزَكِّيهِمْ ifadesi, hor ve hakir görüp hafife almaya; لهَُمْ عَذَابٌ ألَِيمٌ ifadesi de, zarar vermeye işarettir. Allahu Teâlâ, hor ve hakir kılınmanın daha zor ve çileli olduğuna dikkat çekmek için, onu önce zikretmiştir.
Âyet, her ne kadar yahudiler hakkında nazil olmuşsa da, din konusunda açıklanması icab eden her hangi bir şeyi gizleyen herkese şâmildir.
Âyet, Ka’b b. Eşref, Malik b. Sayf gibi yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur.
Bunlar, kendilerine tabi olan yahudilerden birtakım hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed ﷺ peygamber olarak gönderilince, bu tür menfaatlerinin sona ereceğinden endişelenerek, Efendimiz ﷺ ve şeriatı hakkında Tevrat’ta bulunan haberleri gizlediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ الْكِتَابِ O yağcı alimler ki ehli zulme ve aşk ehline Allah’ın indirdiği Kur’ân vaadlarını ve vaidlerini gizlerler. Emri bil maruf, nehyi anil münker, Allah’ın hududunu muhafaza, adetleri kaldırmak, şehvetleri terk etmek, dünyanın ziynetini, fitne ve muhabbetini terk gibi görevleri müluk, ümera, vüzera gibi dünya erbabından gizlerler.
Bu gizleyiş ya mertebelerinin zayi olacağından, onların nezdinde derecelerinin düşme korkusundan, ya da dünya sevgisi, mal toplama hırsı ve talebinde onlarla ortak olmalarındandır. Veya riyaset sevgisi, yeme içme, giyim, binit, mesken, ev aletleri, meta, ziynet, hizmet, kuvvet vesaire ile nimetlenme maksadıyladır.
أُولَٰئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ Kalplere giren haset, şehvet ve hırs, kalbi hasenatları, ruhani ahlâkları yer, yakar ve mahveder. Nitekim Efendimiz ﷺ ‘Ateşin odunu yemesi gibi haset hasenatı yer’ buyurmuştur. Taâtı ifsad edip salih ameli boşa çıkardığı için ateşle tabir edildi. Çünkü ikisi de yaptıkları işte müsavidir. Hakikatte manevi ateş cesetteki ateş şulesine benzer, gadap şulesi gibi.
Şeriatın hilafına kuldan sudur eden amel, söz, fiil cehennem ateşine çeken şerdir. Kulun kalbinde bu ateş o anda hasıl olur. Yine kuldan zuhur eden şeriata uygun hal ve fiiller muhabbet ateşine çeker, kalpte zuhur eder. Ne zaman muhabbet kaplar, ateşi tutuşur, kalpte olan masiva muhabbetini yakar. Helvanın hararetinin yakması gibi. Kişi bu helvadan yediği zaman derhal mizacında hararet hasıl olur. Islaklığı ve karışıklığı yakar. İşte bu ateş de kalpteki hasenat ve ahlâkı yakar ki bu, dünyada olur. Ahirette de kişiyi sapıtıp cehenneme çeker.
‘Gümüş ve altın kaptan içen kimsenin karnına cehennem ateşi doldurulur.’ Hadis-i Şerif “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” (Nisa, 10)
Çünkü onlar dünyada onun kelamını ketmettiler. Onu sıdkla anlatmadılar. Hak olmayanı söylediler. İnsan için nefsin tezkiyesi, imanı, sıdkı niyeti, salih amelleri, şeriat adabıyla süslenmesi miktarıncadır. Eğer dünyada nefsini arındırmazsa ahirette ziyana düşer ve nefis tezkiyesinden mahrum olur. “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 9-10) وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ Hakkı gizledikleri için Allah’ın mükalemesinden ve onları temize çıkarmasından mahrumiyetle karınlarına yedikleri ve içlerinde alevlenen ateşle ve ateşe atılmakla azap olurlar.
• الكتاب kelimesinin başındaki ال muzafın ileyh hazfolunca muzafa verilen ال’dır. كِتَابُ الَّذِي يَكْتُمُونَ idi
• أَنْزَلَ اللَّهُ tabiri, Kitabullah’ın bir yağmura benzetildiğini düşündürür. Çünkü أَنْزَلَ fiili gökten olunca su indirme, yağmurun inmesi manasındadır. Âyet-i kerimeler de adeta su gibi hayat vermektedir. Nasıl ki yağmur bitkileri canlandırır, toprağı nemalandırır; Allah’ın indirdiği kitap da gönülleri yeşertip diriltir.
• ‘İşte onlar’ derken ism-i işaret gelmesi, onların bu işle meşhur olduklarına, insanlara onların durumlarının gizli kalmadığına işarettir.
Ve ism-i işaretten sonra gelen haberi, ism-i işaretten önce zikredilenler sebebiyle hak ettiklerine tembih içindir.
•أُولَٰئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ ifadesi mecazdır. Çünkü ateş yenmez. Bunun manası şudur: ‘Onlar, cehenneme atılmalarına sebep olacak murdar şeyleri yerler.’
Bu rüşvete ‘ateş’ denmesi, müsebbib’in ismini söyleyip sebebi kast etmektir (Mecaz-ı mürsel). Bu dünyada yiyip içmeleri, o an için her ne kadar güzel olsa bile, neticesi cehennem olacağı için, böyle söylenmiştir (Kevni lahık alakası). ‘Karnın’ zikredilmesi, iyice beyân etmek içindir. (Mücaveret veya hal-mahal alakası)
‘Karınlarının bir kısmıyla yiyorlar’ denmedi. Yenilen ateşin karnın hepsini doldurduğunu bildiren bir mübalağadır. Sanki onlar, o rüşvet yemeğini yerken tıka basa yemekte ve doymamaktadırlar. Bu ifade takbih (çirkinleştirmek) ve şenaati ziyadeleştirmek içindir.
• وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ ifadesi, gazabtan bir istiaredir. Konuşmayı nefyetmek, örfi olarak gadabın lazımıdır. Birine kızdıkları zaman ondan yüz çevirip konuşmamak meliklerin adetlerindendir. Nitekim, birinden razı ve memnun oldukları zaman lütfedip, ona teveccüh eder ve konuşurlar.
• وَلَا يُزَكِّيهِمْ ifadesi, istiare-i mekniyye olarak günahların bir pislik olduğunu ifade eder. Bu açıdan çoklu bir benzetme olarak, temsili istiare düşünebiliriz: Günah, kir ve pisliğe benzetilmiştir. Ortak noktası asli halin bozulması, zarar vermesidir. Affedilmek de bu kirin temizlenmesine benzetilmiştir. Ortak noktası rahatlatması, huzur vermesi, mutlu etmesidir.
Günah öyle bir kirdir ki, Allahu Teâlâ’nın affı dışında hiçbir yöntem onu temizleyemez. Bu günah kiri temizlenmediği takdirde de, insan daima lekeli kalacak, kendisine verilen temiz fıtratı bozmuş olacaktır.
Yine bu cümle, onların zemmolunacağına bir kinayedir. Çünkü tezkiye nefyedilince, onun arkasını zem ve azarlama takip eder.