177- Yüzlerinizi doğu ve batı cihetlerine çevirmeniz bir taât değildir. Fakat taât, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; dosdoğru namaz kılıp zekât veren; ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı bağlı olan, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır. İşte bu kimseler, dosdoğru olanlardır, İşte bunlar, müttakilerin ta kendileridir.
Kıblenin değişmesi hususunda kargaşa çıkaran ehl-i kitap, ehl-i nifaka Cenâb-ı Hakk hitab ediyor: Yönleri, mekanları, kendi fikir ve alışkanlıklarınızı putlaştırmayın. Yüzünüzü doğuya, batıya çevirmeniz birr, iyilik değildir. İyilik Allah’a ﷻ, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, nebilere ve bunların kapsamına giren tüm ilâhi mesajlara inanmak, inandığı gibi yaşamak ve samimi, halis olmaktır.
بِرّ bütün taâtları içine alan, yapıldığında ücret alınan bütün işlere verilen umumî bir isimdir. Kendisinden razı olunan ve sahibini cennete götüren iş, demektir.
Birr; Allah’a, Resûlüne kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, kalpten, samimi, eksiksiz ve salih amel ile birlikte bir imandır. İnsanın ruhunu Yüce Allah’a karşı haşyet ile dolduran, gizli ve açıkta O’nun gözetimi altında olduğu duygusunu uyandıran iman budur. Bu iman, nefis ve şeytanın ayak kaydırma zeminlerine karşı güçlü bir koruyucudur.
Birr, aslında iyilik yapmak, başkasına faydalı olmak demektir. Ancak burada iman, namaz ve insanın kendi için yaptığı diğer taâtler, birr olarak adlandırıldı. Çünkü en büyük iyilik insanın öncelikle kendini kurtarmasıdır.
‘Birr’ kelimesinin iştikak-ı kebiri ‘Rabb / terbiye’ fiilidir. Bu da işari olarak, bu iyiliklerin insanı terbiye edip, düzelteceğini gösterir.
1- Allah’a İnanmak. Allah’a inanmak, O’nun varlığına, birliğine, sıfatlarına yakinen inanmak ve inancın gereklerini yerine getirmektir. Emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kulluk ve itaat yolunu tutmaktır. Allah’a iman kalbin, beynin ve bütün azaların O’na bağlı olması, günah işlememesi, her şeyin O’ndan olduğunu bilerek her meçhulü O’na havale etmektir. Kâdir olduğunu bilerek gücü, kuvveti, kudreti O’ndan bilmektir.
Allah’a iman, gizli aşikar ne varsa, ne olursa hepsini O’nun gördüğüne, duyduğuna, kalplerin künhüne vakıf olduğuna inanıp fiillerini, işlerini, amellerini, davranışlarını, düşüncelerini, niyetlerini, sözlerini bu inanca göre ölçüp, O’nun hududunu aşmamaktır.
Allah’a iman, adaletini, şefkatini, re’fetini hatırdan çıkarmayarak gönlümüzü O’nun sevgisine, mârifetine, bedenimizi O’nun kulluğuna, hayatımızı rızâsına feda etmektir.
O’nun ezeli, ebedi, hayy, lâyemut, kayyum bütün varlıkları idare eden, gaybı, aşikarı, her şeyi bilen olduğuna şeksiz, şüphesiz inanarak içimizi, dışımızı, nifaktan, şikaktan, cehaletten, günahtan, gafletten, kin, haset, kibir gibi bütün ahlâk-ı rezileden, bozuk itikat, inat ve dünya sevgisinden uzak tutup, halis muhlis kul olmaktır.
O’nun olduğumuzu, O’ndan geldiğimizi, O’na döneceğimizi, yakinen inanarak, açtığı sırat-ı müstakimde sınırı aşmadan, taşmadan hızlı fakat temkinli, cesur fakat dikkatli, gösterdiği hedefe doğru yürümektir.
O’nun azizliğinde kendi aczimizi, ganiliğinde kendi fakrımızı, O’nun varlığında kendi yokluğumuzu görüp, imanımızı iman-ı hakikiye, ahlâkımızı ahlâk-ı Muhammedîye, amelimizi amel-i salihe yükseltmektir Allah’a iman.
Her dava ispat ister. İnandığımızı söylüyorsak bunu yaşayarak, yaşatarak, hayat prensibi, ahiret azığı yaparak ispat etmemiz gerekir. O’nun kulu olduğumuzu, mülkünde huzurla yaşamamız için O’nu razı etmemiz gerektiğini asla unutmamalıyız.
Birr, bütün itikad esaslarını kapsayan eksiksiz bir imandır. Birrin esası Allah’a tek bir ilâh olarak, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın ve O’ndan başka bir mabud tanımaksızın iman etmektir. İnsana güç, kuvvet ve üstünlük veren bu imandır. Bu imana sahip olan bir kimse artık herhangi bir insana boyun eğmez. Kalplere huzur veren, ruhları sükûna erdiren iman budur. Bu iman sayesinde, nimet dolayısıyla nefisler şımarmaz, musibet dolayısıyla da ümitsizliğe kapılmaz.
Allah ﷻ imanı, mal infakı, namaz ve zekâttan önce zikretti. Çünkü Allah’a iman etmek, ilmi ve ameli bütün kemalatın aslıdır. Kalbin amelleri uzuvların amellerinden daha üstündür.
2- Ahiret Gününe İman. Ahiret gününe inanmak, akıbetini, yaptığı işin neticesini düşünmektir. Bu imana sahip olan kimse sevabı, cezayı, hesaba çekilmeyi, amellerinin Allah’ın huzurunda arz edilmesini kabul ve ikrar eder, Allah’ın emir ve nehiylerine boyun eğer. Daha fazla salih amel işler, kötülüklerden uzak durur.
Dünya hodri meydan, sözün başka işin başka olsa, için dışına uymasa da yalanla dolanla işi götürebilirsin. Elindeki fırsatları kötüye kullanarak elinin altında olanlara tahakküm kurabilirsin, zulmedebilirsin. Çaresizlerin, yetimlerin, yoksulların, kimsesizlerin hakkını gasbedebilirsin. Başkasının eşine göz koyup elinden alabilirsin.
Rüşvet, riba, kumar, gösteriş, kibir ile üçkağıtçılık gibi akla hayale gelmeyen yamuk işlerle, hilelerle, yalancı dünya hayatını sürdürebilirsin. Çok zengin, çok etkin, çok yetkin olabilirsin. Eğlence, zevk, keyf, sefahat eşliğinde sefil arzularını tatmin edebilirsin. Ama bu ne kadar sürer? Bu adi hayatın, başkalarının gam, keder, gözyaşı, bedduaları üzerine kurduğun saltanatın ne kadar devam eder?
Firavun, Şeddad, Haman, Karun, Belam senden daha nüfuzlu ve kuvvetli idiler. Şimdi neredeler? Hangi haldeler? Rabbimizin “Az bir zevklenin, yeriniz ateştir” (İbrahim, 31) buyruğundan alınmanız gerekmez mi?
Eğer ahiret olmasaydı zalimin zulmü, mazlumun âhı karşılık bulmayacak; herkesin ettiği yanına kalacaktı. Oysa Yüce Mevlâ sonsuz rahmet, adalet sahibidir. Bize ferman buyuruyor: “Kim zerre hayır yaparsa onu görecektir. Kim de zerre kötülük yaparsa onu görecektir.” (Zilzal, 5-6)
Ve bütün ahiret safhalarını, ölüm ötesini, ebedi hayatın gidişatını vahiy yoluyla tek tek haber vermiştir. Tıpkı ana karnındaki bebeğin gelişim safhalarını haber verdiği gibi. İlk baharda canlanan bitkiler âlemiyle, bizi her gün uyutup uyandırmakla, vücudumuzdaki hücreleri öldürüp yenisini yaratmakla bize anlık, günlük, yıllık diriliş örnekleri de gösterip akli nakli deliller getirmektedir.
İnanmayanları bir kenara bırakarak, inandıklarını, kabir hayatı, mahşer, mizan, hesap, amel defterlerinin dağılımı, sırat köprüsü, cennet, cehennemin gerçek olduğunu söyleyenlere dönelim...
Evet bu sayılanlar âyet ve hadislerle bize de ulaşmış asrı saadete ulaştığı gibi ama mukayese ettiğimizde, onların inanç ve yaşayışlarıyla bizim yaşantımız arasında bir benzerlik yok. Onlar dünyayı gözlerinden, gönüllerinden çıkarıp Yüce Mevla’nın sevgisiyle bezenmiş, onu ve isteklerini cennete bırakmışlar. Bütün gayretlerini, zamanlarını, imkanlarını hatta canlarını bu inanç uğrunda sarf etmişler. Aç kalmak pahasına da olsa, dinlerini öğrenmek, inançlarını pekiştirmek için Resûlullah’ın ﷺ dizinin dibinden ayrılmamışlar.
Doğup büyüdükleri, sevdikleri diyarlardan göç etmişler. Din-i İslâm’ı bütün dünyaya yaymak için seferber olmuşlar. Efendimize ﷺ kol kanat germişler. O’nu canlarından çok sevmişler, bir dediğini iki etmemişler. İmanları onları öylesine kuşatmış ki, hak yolunun hayranı olmuşlar. Cahiliye dönemine ait ne kadar kötü alışkanlıkları, adetleri, töreleri varsa bir çırpıda bırakıvermişler.
İçki âyeti inince bin yıllık içki fıçılarını dökmüş, asırlık putlarını kırmış, kılığını, kıyafetini, hareketini, tıynetini değiştirmiş, İslâm’a uymayan eşlerini, evlatlarını, işlerini, mesleklerini, ahbaplarını terk etmişler. Zevku sefaları, izzet ve şerefleri din-i İslâm olmuş. Malları şöyle dursun, seve seve canlarını vermişler. Sefayı, rahatı ahirete bırakmışlar. Her an korku, ümit arasında takva üzere halis muhlis olmuşlar. Cehennem korkusundan, ayrılık hasretinden yürekleri pare pare olmuş. Gözyaşları yüzlerinde arklar oluşturmuş. Aç, susuz, uykusuz kalarak gözyaşlarıyla Rablerine tazarru etmişler.
Bu kutlu insanlar, bir dakikalarını bile zayi etmemişler. Akıllarını Resûlün ﷺ aklına, iradelerini ilâhi iradeye kurban etmişler. Damla olup deryaya karışmışlar. İmanları onları halim-selim, sadık, muhsin, müttaki eylemiş. Onlar gönüllere hız, İslâm semasına yıldız olmuşlar. Bize, ahirete nasıl inanılır, nasıl hazırlanılır, nefis nasıl muhasebe edilir, rızâ-i ilâhi nasıl kazanılır, bizzat yaşayarak öğretmişler.
Resûlün ﷺ ilk talebeleri, dostları, fedaileri, cennet yolcuları, hidâyet imamları… Efendimiz ﷺ başta olmak üzere hepsine binlerce salat ve selam olsun, tâ haşre dek…
Birr, mebde ve meada teveccüh etmektir. Zira hakikatte doğu ve batı bu ikisidir, mebde ve meaddır.
Ahiret gününe iman Allah’a ﷻ iman etmenin fer’idir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kudretini, uluhiyetini tam olarak kavramadıkça, haşri sıhhatli bir şekilde bilmek mümkün değildir. Bundan dolayı ahirete iman, Allah’a ﷻ imanın ardından zikredildi.
3- Meleklere İman. Meleklere iman, vahye, nübüvvete, ahiret gününe imanın asli bir unsurudur. Allahu Teâlâ kitap gönderirken melekleri vasıta kılmış, onlar elçinin elçisi olmuş. Hepsi Rabbimizin nurdan yarattığı, hiç günah işlemeyen, beşeri ihtiyaçlardan beri, Mevla’yı tesbih, tehlil, hamd ile zikreder, ibadet ederler. Her an emr-i ilâhiye amade mübarek varlıklardır.
Kimisi kiramen katibin melekleridir; sağ ve sol omuzumuzda sevap ve günahlarımızı tespit edip yazarlar. Kimisi hafaza melekleridir, bizi her türlü tehlikeden korurlar. Kimisi arş melekleridir, bizim için Allah’tan ﷻ af ve mağfiret dilerler.
İnsanlara vazife taksimi öğretmek maksadıyla Cenâb-ı Hakk her birini bir görevle vazifelendirmiş. Oysa O asla hiçbir kuvvete, yardıma, aracıya muhtaç değildir. ‘Ol’ der, hemen olur. Meleklere iman etmemiz isteniyor. Ta ki kayda geçtiğimizi, korunduğumuzu, nurani varlıklarla iç içe olduğumuzu bilip ona göre tavır alalım. Defter-i âmâlimize günah değil sevap yazdıralım. Meleklere özenerek melek huylu olalım. Onlar gibi namaz, tesbih, hac, oruç gibi ibadetlerle Rabbimize yaklaşalım. Onlar gibi muti, munis, mübarek olalım. Elçiliğini yaptıkları Kur’ân’a gönül verelim. Onlar gibi, mü’minlere istiğfar edip af dileyelim.
4- Kitaplara İman. Meleklere imandan sonra, kitaplara iman etmemiz isteniyor. Allah’ın ﷻ hak olarak indirdiği kitaba şeksiz, şüphesiz inanalım. Tabi ilk indiği şekilde, tahrif edilmeden önceki haliyle!
Allahu Teâlâ birçok kitap göndermiştir. Bize bildirilen 104 kitaptan 100’ü suhuftur.
10 suhufu Âdem’e (a.s), 50 suhufu Şît’e (a.s), 30 suhufu İdris’e (a.s), 10 suhufu İbrahim’e (a.s).
Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Mûsâ’ya (a.s), Zebur, Dâvûd’a (a.s), İncil, İsa (a.s), Kur’ân-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.
Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bütün ilâhi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmış ve gerekli hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur’ân-ı Kerime tâbi olmaları lazımdır. Şu anda hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktur, hepsi Allahu Teâlâ tarafından nesh edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’i bütün semai kitapların özü, özeti olarak son Peygambere ﷺ yirmi üç senede indirmiştir. Ve onu kıyamete kadar bizzat koruyacağını “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız” (Hicr, 9) âyetiyle beyan buyurmuştur. Bugüne kadar tek bir harfi, harekesi değişmeden hıfz edilmiştir.
5- Peygamberlere İman. Nebilere inanmamız da taraf-ı ilâhiden istenmiş. Çünkü hem kainat kitabının, hem kitab-ı natık olan semai kitapların üstadları onlardır. Onlar gelmese insanlık dinini, imanını öğrenemeyecek, kitabullahı anlayamayacaklardı. Onlar geldiler, vahyi gönüllerinde taşıyarak ümmetlerine aktardılar. En güzel şekilde uyguladılar; kullukta, itaatta, samimiyet, sebat ve sabırda en mümtaz örnekler oldular.
Ahir zaman nebisini bütün peygamberler ümmetine tanıttı, sevdirdi, müjdeledi, tanıttı, vasfetti. O da zamanı gelince Hâtemü’n Nebi olarak tulu etti. Ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderildi. Kur’ân’ı öğretti, anlattı, yaşattı, uyguladı, tanıttı, örnek oldu, rehber oldu. Habib-i zîşan oldu. Resûlu’s Sakaleyn, İmamu’l Haremeyn oldu. Ona inananlar şad oldu, inanmayanlar dünyada perişan, ahirette pişman oldu. Ona inananlar O’nu sevdi hem de çok sevdi. Ve O’na her konuda uydu, doğru yolu bulup cennete, Cemal-i Bari’ye revan oldu. Ümmet-i Muhammed oldu.
6- Malı Seve Seve Vermek. İmandan sonra en büyük meziyet ve imanın delili, ispatı, cömertlik ve paylaşmadır. İnsan yaradılıştan bencil ve cimridir. Çünkü acizdir, çok şeye ihtiyaç duyar. Dünyanın en bencil kimseleri bebeklerdir. Büyüyüp kendi kendilerini idare edinceye kadar kendinden başka kimseyi düşünecek durumda değildir. Büyüdükçe, terbiye gördükçe, İslâm dinini, ahlâkını kavradıkça bencilliklerden kısmen de olsa vazgeçer veya bencilliğinin yönünü değiştirir. Dünya menfaatleri gibi ahiret menfaatlerini de düşünmeye başlar. Allah’a imanı, tevekkülü, itimadı, sevgisi arttıkça diğergam olmaya başlar.
Rabbine inandığını, güvendiğini, sevdiğini isbat için kendi malından, parasından Allah’ın muhtaç kullarına vermeye başlar. Rabbine inanıp, itimad ettiğini tasdik ettirmek için yapar bu fedakârlığı. Onun için yaptığı bu iyiliğe ‘sadaka’ denir, yani ‘inandığını tasdik etti.’
Gerçekten Allah’ın ﷻ gani, Vehhâb, Rezzak olduğuna, bütün hazinelerin sahibi olduğuna, bir verene en az on verdiğine, verilen şeyin yerinin doldurulduğuna inandığı için mü’min Rabbine güvenerek verir. Onu razı etmek için verir. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak için verir. Allah’ın rızâsının muhtaç, aciz, zayıf kullara merhametli, şefkatli davranmakta olduğunu bildiği için verir. Vermenin kalbine, ruhuna getirdiği huzur, sükunet ve ferahlığı hissettiği için verir. “Hayır için her neyi harcarsanız, Allah onun yerini doldurur.” (Sebe, 39)
Dünyada kalan, dünya zuhrufatına harcananın fani, yok olduğunu, ihlasla verdiklerinin baki olduğunu bilerek verir. “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki bakidir.” (Nahl, 96)
İşte bu olgunluğa gelen mü’minin malını seve seve verebileceği عَلَىٰ حُبِّهِ cümlesiyle ifade edilmiştir. Vermenin en kalitelisi, en faziletlisi, seve seve vermek, verdiğin kişiyi verdiğin nesneden daha çok sevmektir. Daha efdali de ‘Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız, mü’min olmadan da cennete giremezsiniz’ hadis-i şerifine intisaben mü’minleri cânı gönülden sevmek, onlara müşfik olmak, her şeyini paylaşabilmek, insana paradan, maldan çok değer verip empati yapabilmek, birilerini mutlu etmek adına cömertlikle, mertlikle vermektir.
Âyet bu cömertliği remzediyor. Hani şöyle bir söz vardır: Mutlu olmak elinde değilse de mutlu etmek insanın elindedir. Cömertlik, fedakârlık bize bu fırsatı verir. Dünyada sevgiye, sevince vesile olduğu gibi ahirette kat kat mükâfata vesile olur.
Cenâb-ı Hakk özellikle bazılarına fazla, bazılarına az vermiş ki, arada iletişim, sevgi, saygı, tanışma olsun. Denizdeki koy gibi, burun gibi, güzellikler ortaya çıksın. Yoksa Allah’ın ﷻ hazineleri bol, herkese kendisi bizzat yeterince verirdi. O zaman da kimsenin kimseye minneti kalmaz, kimse kimseyi çalıştıramaz, işler durur, hayat kaosa girer, kıtlık başlar ve felaketler birbirini kovalardı. Bu durum Hz. Mûsâ zamanında yaşanmış.
Allah bir şeye hükmetmişse o güzeldir, yerindedir, adildir. Allah ﷻ bilir, biz bilemeyiz. “Hiç yaratan bilmez mi?” (Mülk, 14) Bize O’nun hükümlerini anlayacak kadar akıl verilmiş, hüküm çıkaracak kadar değil. Rabbim haddimizi bilmeyi nasib etsin.
Sahih bir iman daima; nefsi arındırıp güzelleştiren, toplumsal ilişkileri sevgi, ülfet, muhabbet, birlik, dayanışma temeli üzerinde yükselten salih amel ile birliktedir.
Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez. Buhari
حُبِّهِ ’deki zamir; الْمَالَ kelimesine râcidir. Âyetin takdiri, ‘malı çok sevmesine rağmen onu verendir’ şeklinde olur. Bu, sağlıklı ve mala çok düşkün olduğun, hep zengin olmayı düşünüp fakirlikten korktuğun halde malını vermen, can boğaza dayanıp da, ‘şu falancaya, şu da falancaya’ diyeceğin zamana bırakmamandır. Sıhhatli iken verilen sadaka, ölümün eşiğine gelindiği zamanki sadakadan daha üstündür.
Sağlıklı iken, mala daha fazla ihtiyaç duyulur, vermek daha zordur.
Ölüm yaklaşınca fazla ihtiyaç hissedilmez. İhtiyaç yokken vermektense, ihtiyaç duyarken mal vermek, kişinin mûti bir kul olduğuna, vaad ve vaîde tam inandığına delâlet eder.
Yine fakirin zorlanarak verdiği şey, zenginin verdiği şeyden daha sevaplıdır. Mal zayi olacağı bilindiği zamanda hibe yapılabilir. Bu hibe, korkmadan, sırf Allah rızâsı için hibe edenin hibesine müsavi olamaz.
‣ Zamir, itaya (vermeye) râcîdir. Sanki şöyle denmiştir: ‘O verir, Allah’ın vereceği mükâfata istekli olduğu için vermeyi de sever.’
‣ Zamir, ‘Allah’ ismine râcîdir. ‘Onlar malı, Allah’ı sevdikleri için, Allah’ın rızâsını kazanmak için verirler’ demektir.
Zamirin bu şekilde farklı anlamlara gelme ihtimali olduğu için tevcih kuralı vardır.
Sadaka zekattan önce zikredildi. Bu da nafile sadaka vermeye teşvik içindir mübalağadır.
Vermenin imanın gereği, insanlığın icabı olduğunu öğrettikten sonra kime vereceğimizi, öncelikleri bildiriyor:
ذَوِي الْقُرْبَىٰ / Akraba; kişiye aynı ana baba veya atalardan yakın olan kimselerdir. Karabet, yakınlık ve uzaklık bakımından farklı derecelerde bulunsalar bile, neseb cihetinden akraba olan kimseler için konulan bir lafızdır.
‘Akraba sahiplerine’ ifadesi çok yönlü. Akrabalara öncelikle verilmesi gerektiğini bildirmenin yanı sıra, akrabası çok olanlar, kalabalık ailelere de idmaç yollu işaret etmiş. Ayrıca yakınlık kazanmış, dostluğun hakkını vermiş, canı gibi sevmiş, ilgisi, sevgisi, yardımı, emniyeti akrabadan öte yakınlara da işaret etmiş. Hani yakın dost, yakın akrabadan ileri denir ya öyle bir dostluk. Tabi ki mesuliyeti gerektirir.
İslâm fıkhında akraba deyince, ana babadan sonra sırasıyla kardeşler, teyzeler, amcalar, halalar, dayılar, yeğenler gelir. Bunlar en yakınlar, gerektiğinde bakımı üzerimize farz olanlardır.
Usul-füru denen anne, anneanne, baba, babaanne usuldür, asıldır. Füru; evlatlar, evlatların çocukları ve ilerisidir. Bunlar maddi manevi ihtiyaç zamanlarında bakımı farz olduğundan bunlara zekat düşmez.
Yani insan ana-babasına, nine, dedesine, evlat ve torununa zekat veremez. Çünkü bunlar bakıma muhtaçken zekat düşecek kadar paraya sahip olmak suçtur. O biriken paralar bu ihtiyaçlı yakınların hakkıdır.
Verilmeyip zekat miktarına yükseldiği zaman Cenâb-ı Hakk gadap ederek ‘Zekatınızı onlara vermeyin, kabul etmiyorum’ buyurarak zalim cimriyi kınıyor, cezalandırıyor, zekatını reddediyor. Ta ki insafa gelsin, görevini bilsin. Bu en yakın akrabalarını başkasına muhtaç etmesin, zorda, darda bırakmasın. Onların beddualarına mazhar olmasın, insafa gelsin, düşünsün. Dengesiz hareket etmesin.
Kadın kazançla emrolunmadığı için maddi olarak fıkhen kendi ailesine veya akrabalarına bakmak durumunda değildir. Ama ana babasının bakımına mecburdur. Evlilik buna engel değildir. Bakıma muhtaç ana babasına eşi izin vermese de bakmak (hizmet etmek) zorundadır.
Erkek ailesine, çoluk çocuğuna ve ana babasına, başka eşten olan evladına bakmak, geçindirmek zorundadır. Diğer akrabaların evde kalması için hanımın izni gerekse de ana baba ve diğer eşinden olan evladına evinde bakabilir. Eşinin isteyip istememesi bu hükmü değiştirmez. Bununla beraber kadının ana babasına, kardeşlerine diğer akrabalarına bakmak diye bir farziyeti, mecburiyeti yoktur. Çünkü Allah ﷻ bir insana götüremeyeceği kadar mükellefiyet yüklemez.
Ne yazık ki günümüzde bu ilâhi hükümler göz önünde bulundurulmadan kız tarafı baskın çıkıyor. Oğlan tarafı uzaklaştırılıyor.
Damat ana babası muhtaçken onlarla ilgilenmiyor. Kayın validesi ve akrabaları onu istediği gibi yönlendiriyor. Kayın valide damadın evinde keyfine bakarken damadın öz ana babası yardım, ilgi, ziyaret gibi haklarından mahrum kalıyor. Bu durumda evin hanımı ve anlayışsız ana babası Allah ﷻ katında sorumlu ve suçlu.
Bakıma muhtaç olsa bile ana babanı eve getiremezsin. ‘Ya onlar ya ben’ diye tutturuyor. Gerekirse yaşlıları Dâru’l acezeye attırıyor. Kılıbık adam boyun eğiyor. ‘Yuvamın huzuru bozulmasın’ diyor, karısının insafsızlığına kurban gidiyor. Ana babanın âhını alanın dünyada da ahirette de huzur bulamayacağına inanmıyor. Allah Resûlü ﷺ ‘Karısının rızâsı için ana babasının kalbini kıran erkeğe lânet olsun’ buyuruyor.
İkinci derecede yani usul ve fürunun dışında kalan akrabalar, kardeş, dayı-teyze, hala-amca çocukları ve yeğenler... Bunlar, bakıma muhtaç, çocukları da bakmıyor veya bakamıyorlarsa kendilerine bakmak, yardım etmek de farz olur. Nasıl ki bunların çocukları yoksa mirası bu akrabalara düşüyorsa, muhtaç durumda bakımları da onlara düşüyor. Bir misalle açacak olursak; bir kimsenin bu sayılan akrabaları zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda iseler o kimse nafile hacca, umreye, keyfi seyahatlere gidemez. Lükse, sükseye, markaya, modele para harcayamaz, çünkü bu akrabalara bakmak zorundadır. Hatta bunları sefil bırakarak başka yere hayır bile yapamaz. Yapsa bile kabul olmaz. Her mü’min bu mükellefiyeti yerine getirse âlemde muhtaç kalmaz.
Ama bu akrabaların ötesini Cenâb-ı Hakk farz kılmamıştır. Bunlara vermek nafiledir, sevaptır. Daha açık bir ifadeyle bir kimse farz olan akrabaların dışında diğer akrabalara da aynen mecbur olsa idi onun sonu gelmez, sınırı genişlerdi. Ona şahsın gücü yetmezdi.
Bu nedenle bir kimsenin amcası gerçekten zaruret içinde kıvranıyorsa ona nafile hac veya umre caiz olmaz. Tabi ki diğer zaruri olmayan masraflar da. Ama muhtaç olan amca oğlu ise bu onun nafile hac ve umresine mani değildir. Bu hükümleri yerli yerine bilmeyen insanlar ‘Umreye gidene kadar fakirlere yardım etseydi’ diye hezeyanlar savurup Allah’ın ﷻ evine gidenleri haksız yere kınıyorlar. Ama aynı kimseler tatile gidenlere, çılgınca israf edenlere aynı tepkiyi vermiyorlar. Hükümleri iyi bilip ikazları doğru yapmak gerekmez mi?
Herhangi bir yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akrabaya verilen sadaka iki şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir. Tirmizi, Nesai
” Akrabadan sonra iyilik yapmakta, infak etmekte sıra yetimlere geliyor. Çünkü yetimlerin yeme içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen keder, büyüklerin yiyip içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen üzüntüden çok fazladır. Hangi yetim ki malı mülkü yok, ihtiyaç sahibi, ona önce farz olan akrabaları kucak açacak. Onlar da yoksa ya da hayırsızsa bütün mü’minlerin bu yetimlere sahip çıkması gerekir. Gerek İslâmi eğitimi, gerek maddi manevi yetişmesi, meslek sahibi kılınması, evlendirilmesi, ulaşabilen, gücü yeten her mü’minin duyarlı olması gereken bir konudur.
Bu yetim çocuklara biz sahip çıkmazsak, gayri müslimler sahip çıkıp onları gayrı müslim olarak yetiştiriyorlar ya da sokak çocuğu olup zillete, meskenete düşüp kötü alışkanlıkların kurbanı oluyorlar. Kendileri bozuldukları gibi toplumu da bozacak hale geliyorlar. Kimisi de aldığı uyuşturucu sonucu gencecik yaşta hayata elveda diyor.
Yetimler lafzını, yetimlerin velayetini üzerine almış kimselere hamledenler de bulunmaktadır. Çünkü fayda ve zararın ne olduğunu bilmeyen, ayırd edemeyen yetimlere mal vermek, tasadduk için uygun değildir.
وَابْنَ السَّبِيلِ yolcu ya da misafir manasınadır. ‘Yol oğlu’ denilmesinin sebebi, yabancı olması ve adeta yolun dışında annesi ve babası yokmuşçasına bir durumda bulunmasındandır. Misafir yoldan geldiği için, sanki yoldan doğmuş gibi kabul edildi. Efendimiz ﷺ ‘Allah’a ﷻ ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin’ buyurdu.
Yolda kalmış yolcu zengin de olabilir, fakir de olabilir. Parasını çaldırmıştır, ihtiyacı o anda fazlalaşmıştır. Zengin bile olsa o anda ona zekât verilebilir.
‘Vebnissebil / yol çocuğu’ ile ayrıca bizim sokak çocuğu dediğimiz kimselere de infakta, iyilikte bulunmamız ikaz ediliyor. Onları köprü altlarından, çaresizlikten, açlıktan, susuzluktan, sevgisizlikten kurtarma çabası ister fert olarak ister devlet olarak bu biçareleri sıcak bir yuvaya, eğitime, mesleğe kavuştursak, hayatlarını mezbelelikten kurtarabilsek ne büyük hayır yapmış oluruz. Âyette “Bir canı kurtaran bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide, 32) buyruluyor.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! N. Fâzıl
Sonra saillere / dilencilere vermek zikredildi. Fakirlerin kimi fukarayı sabirindir, âyette tarif edildiği gibi (وَالْمَسَاكِينَ) kimseyi rahatsız edip istemezler. İffetli, sabırlı, onurlu insanlardır. Tabi ki ind-i ilâhide büyük mevki sahipleridir. Efendimizin ﷺ sevdiği ve sevilmelerini emrettiği mübarek insanlar. Bunlar kendiliklerinden istemediği için bizim onları arayıp bulmamız ve ilgilenmemiz gerekir.
Sekene, yerinde kalakaldı, çivilenip kaldı manasındadır. Miskin de yapacak, edecek, tutacak, yiyecek bir şeyi kalmamış, olduğu yerde kalakalmış kişidir.
Kendisine yetecek malı bulunmayan muhtaç, yoksul kimseye miskin denir, çünkü ihtiyaç onu zelil kılmıştır. Utancından dilenmeye de çıkamaz. Cenâb-ı Allah, ‘miskin’ üzerindeki meskenet, onun halinden anlaşılacağı için, bu iki kısmı ayrı ayrı ifade etmiştir. Çünkü dilenci, miskin gibi değildir. Zira o, kendi fakirliğini ve ihtiyacını isteyerek belli eder. Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Miskîn bir ve iki lokmanın, bir ve iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat miskîn, kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı bulamayan ve farkına varılamayıp da kendisine tasaddukta bulunulmayan kimsedir.’
Fakirlerin bir kısmı da ister ve ısrar ederler. وَالسَّائِلِينَ sözü ile kastedilenler de bunlardır. Alimler bunun hükmüne müslümanları da, kâfirleri de dahil etmişlerdir. ‘Yâ Resûlallah dilenenlerin içinde zenginler de var’ denildiğinde Efendimiz ﷺ ‘Dilenci atlı olarak gelse bile, onun bir hakkı vardır’ buyurmuştur.
Fakir olduğu, para kazanmaya gücü yetmediği için çaresizlikten dilenmek (zor durumda) dinen caizdir. Çünkü hırsızlık etmekten çok daha namuslu bir iştir.
Fatih Sultan Mehmet devrinde bir müslüman günlerce dolaşıp
yıllık zekâtını verebileceği fakir birini aramış fakat bulamamıştı.
Bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak
Cağaloğlu’ndaki bir ağaca astı, üzerine de şu notu yazdı:
‘Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde
zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt
etmeden bunu al.’ Kese tam üç ay boyunca o ağaçta asılı kaldı.
Bir de ihtiyacı olmadan dilenenler vardır ki, bunlar ahirette demir tırnaklı olup kendi
yüzünü tırmalayıp koparacaklardır. Bu tipler gerçek fakirlere de köstek olmaktadır. Bunların yüzünden insanlar gerçek fakirlere sui zan etmekteler. Aleyhlerine konuşmakta ve sadaka vermekten çekinmekteler. Bu tip dilenciler iki yönlü günaha girer; hem kendi haysiyet ve şerefini beş paralık eder, hem de asıl yoksulların rızkına mani olur.
Bazen görünüşte genç, kuvvetli kimselere dilenciliği yakıştıramaz, sahtekar olduklarını sanırız. Halbuki onun bir psikolojik hastalığı vardır, biz bilemeyiz. Bize düşen dilenciyi azarlamamak, kovmamak ve verebileceğimizi vermektir. Efendimiz ﷺ ‘Biz zahire bakarız, iç durumunu Allah ﷻ bilir’ buyurarak bizi sui zandan men ediyor.
Sahte dilenciler bizi sorumluluğumuzdan bir nebze olsun kurtarıyor. Çünkü hadis-i şerifte ‘Sahte dilenciler olmasaydı dilenciyi boş çevirmenizden dolayı helak olurdunuz’ buyurmaktadır.
Bir de kalp dilenciliği vardır. Bu da daima beklenti içinde olmak, başkasının elindekine göz dikmek, imrenmek, istediğini ima etmek, beğendiğini belirtmek, nerden aldığını sormak gibi insanı küçük düşüren hareketler ki bu da helal değildir.
Bir de arkadaşlar arasında beğendiği bir şeyi sormadan almak, bir yiyeceği satıcısına sormadan alıp yemek gibi davranışlar vardır ki; bunlar da dilenciliğin bir dalıdır. Çünkü Efendimiz ﷺ ‘Birisinden zorla, razı olmadığı halde alınan şey ateştir’ buyurmuştur.
Davetsiz misafirlik, kendini zorla davet ettirmek, emr-i vaki yapmak, mecbur bırakmak, ‘Hadi şunu ıslatalım’ gibi bahanelerle kendine ikram ettirmek bugünkü dilenciliğin modern boyutudur.
Veren de kuldur, alan da kuldur. Hangi konumda olursa olsun kul kulluğunu bilip İslâmi ölçülerle davranması gerekir. Dinen bir günlük yiyeceği olan dilenemez. Bunu da fakirlerin göz önünde bulundurması gerekir.
Dilenmenin edebi, ısrar olmaksızın ve iffetli bir şekilde yapılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İffetli davranmalarından dolayı bilmeyen onları zengin zanneder.” (Bakara, 273) Zengine ve çalışabilecek gücü olan kimseye sadaka helâl değildir. Böyle bir kimsenin izzetini koruyacak bir iş bulması görevi olduğu gibi devletin de ona bir iş sağlaması -erkek veya kadın olsun- görevidir.
Fakirlik probleminin çözümü için çalışmak, kalkınmanın ve ilerlemenin temel unsurlarındandır. Çünkü ihtiyaç bazen kişiyi doğru yoldan sapmaya ve suç işlemeye itebilir. Bu insanlara destek olmak herkesin menfaati gereğidir. Böylelikle onlar da güç sahibi olur. Bir toplumun gücü fertlerinin gücünden, toplumun zayıflığı fertlerinin zayıflığından gelir.
Hz. Ömer Resûlullah’a ﷺ: ‘İki şahıs kendilerine iki dinar verdiğiniz için sizi övüyorlardı’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah ﷺ ‘Ben falanca şahsa on dinardan yüz dinara kadar verdiğim halde yine de böyle yapmadı’ dedikten sonra şöyle buyurdu: ‘Bazıları dileniyorlar, ben onlar istediği için veriyorum. Onlar da koltuklarının altlarına sıkıştırarak gidiyorlar. Ancak onlar koltuklarının altlarına ateş sıkıştırarak gidiyorlar!’ Hz. Ömer sordu: ‘Yâ Resûlallah, öyleyse neden veriyorsunuz?’ Cevap manidardır: ‘Ben ne yapayım, onlar istemeden duramıyorlar. Allah ﷻ benim cimri olmamı istemiyor!’
Gazneli Mahmut, İslâm’ı yaymak için Hindistan’a on sekiz sefer düzenlemişti. Bu seferlerin birinde çok şiddetli bir direnişle karşılaşması üzerine Allah’a ﷻ şöyle yalvarmıştı:
– Ey Rabbim, bu savaştan gâlip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım.
Neticede Sultan Mahmud gâlip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Ülkesine döndüğünde ganimetleri yoksullara dağıtmaya başladı. Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip ‘memleketin hazineye ihtiyacı var’ diyerek aklını çelmeye çalıştılar. Kafası karışan Sultan Mahmud, bir âlime fikrini sordu. O büyük zat şöyle dedi:
– Sultanım bunda kararsızlığa düşecek bir taraf yok. Eğer Allah’a bir daha işiniz düşmeyecekse adamlarınızın dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun. Ama Allah’a tekrar işiniz düşecekse, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın.
Malı harcama ve infakın bir başka yönü de köle azad etmek, bir boynu ölümden kurtarmaktır. Onları satın alıp âzâd etmek, onlarla mükatebe yapıp, anlaştıkları borcu ödemeye yardımcı olmak, onların evlenmeleri için cariye satın almak gibi. Ya da ‘esirleri fidye karşılığı kurtarmaktır.’
Çünkü kölelik ve esirlik, zillettir, hürriyetin gasp edilmesidir. Din ise insanların özgür olmasını teşvik eder. İmam Malik şöyle demektedir: Bütün müslümanlara, esirlerini fidye verip kurtarmak vâcibdir. İsterse bu bütün mallarını kuşatacak kadar olsun.
Yurdumuzda kölelik müessesesi yoktur. Ama âyetin zımnından yola çıkarak ağır borçluların, borcu yüzünden cezaya, ölüme mahkum olanların borcunu üstlenmek bu hükmün altına girse gerek. Parasızlıktan kötü yola, kötü alışkanlıklara, yolsuzluklara, haram işlere yönelen ve kendini mecbur gören kimseleri de parasal yardımla mezbele çukurundan çekip çıkarmak da mümkün olduğu kadar mü’minin görevleri dahilindedir.
7- Namaz Kılmak. Namaz kılmak âyette ‘İkame’ tabiriyle geçiyor. Dolayısıyla sadece namaz kılmak manası ile bitmiyor. Sırf namaz kılınması istenseydi ‘Salli’ tabiri kullanılırdı. Yani hüküm ve şartlarını eksiksiz yapmakla birlikte kalbin huzuru, okunan Kur’ân-ı Kerim ve tesbihlerin anlamı üzerinde tefekkür, ibadet edilen ilâhın azametini hatıra getirmek, huşu ve itminan ile en doğru ve güzel şekliyle namazı eda etmek birr’dir.
Râgıb el-İsfehâni’ye göre; ‘İkame’nin manaları: Kalkmak, dikilmek, düzeltmek, bir yerde oturmak, ikame etmek, şahsen bizzat yapmak, gerektiğinde baskı ve zorla yaptırmak, ihtiyari isteğe bağlı olarak yapmak, bir işin ve eylemin şartlarını yerine getirmek, korumak, bir şeyi yapmayı, azmetmeyi amaçlamak, baskıya dayalı kıyam, temel kılmak, geçim kaynağı kılmak, kurulmak, sabitleşmek, yerleşmek, birinin yerine oturup ona vekillik etmek. Değişmez, sabit, dosdoğru. Dünya ve ahiret hayatını düzenlemek, adaleti ayakta tutmak. Diğer semai kitapların manasını içine alan. Kayyûm, esmâu’l hüsnadan, idaresini yürüten, koruyan, destek veren... anlamındadır.
Kıyametin kopması, huzur-u ilâhide divan durmak, insanın aniden ayağa kalkması, makam, derece, uygulama, kalkışmak, kıyam etmek, değerini belirlemek, erkekler topluluğu, idare etmek... anlamları ile Kur’ân’ın muhtelif âyetlerinde geçen bir kelime. Ama kitap gibi, pınar gibi içinden manalar fışkıran kelime-i mübareke… Âyette namaz kılmak yerine istiare olarak gelmiş. قاَمَ ’nin bütün manalarıyla sarmaş dolaş olarak namazın inceliklerini anlatmış. Bu lügat manalarına göre namazı tanımaya, anlamaya çalışalım. Ta ki namazda nelere dikkat edeceğimizi bilip, bu kutsal görevi hakkıyla yerine getirelim.
Kur’ân’da namazı ikame tabiri sık sık gelmekte ve muhatabı uyarmaktadır. Namazın önce dış şartlarını, farzını, sünnetini, vâcibini, mendubunu, mekruhunu, yasağını bilerek, uygulayarak fıkhen düzgün kılmamız isteniyor.
Bir mü’min olarak bu fıkhi bilgileri gün be gün öğrenip düzeltmezsek düzgün namaz kılamayız, bu emri yerine getiremeyiz. Mesela sehiv secdesi ne zaman yapılır? Ne zaman yeterli olmayıp namaz iade olunur? Bunu acilen öğrenmeliyiz.
Namazda yapılan her hareket, her sükun ya farz, ya vâcib, ya sünnettir. (Namazın sünnetleri ile sünnet namazları karıştırmayalım. Burada maksat, her namazın içinde bulunan sünnetlerdir.)
Namaz kılarken altısı içinde, altısı dışında on iki farzı terk edersek namaz bozulur, iade gerekir. Ama terk etmez, geciktirirsek sehiv secdesi ile namaz tamam olur. Namazda bir vâcibi terk edersek sehiv secdesi gerekir. Namazın içindeki sünnetleri terk edersek, sehiv secdesi gerekmez. Bu fıkhi boyutu her Müslümanın öğrenmesi farzdır.
İşin bir de batıni boyutu vardır. Namazda huşu ve hudu ile gönlümüzü Hakk Teâlâ’ya vererek namaz kılmamız gerekiyor. Bunun için de azalarımızın suçlarını, vazifelerini tek tek öğrenip uygulamak gerekiyor. Sonra kalbi hastalıklar denilen altmış küsur ahlâk-ı rezileyi ve tedavisi olan yetmiş küsur ahlâk-ı hamideyi öğrenip hayatımızda uygulamalıyız ki, sıra ruhu temizlemek olan masivayı kalpten çıkarıp kalbi bütünüyle Allah ﷻ sevgisi ile dolduralım. Böylece ‘Ekîmus salâte / Namazı ikame edin’ emri hakkıyla yerine getirilmiş olur. Bu merhaleleri sıra sıra aşmanın adıdır ‘Namazı İkame.’
Namazın en aşağı derecesi kalıp namazı, yani fıkhi boyutuyla kılınan bedeni namaz ile namazın zirvesi, evliya ve enbiyanın kıldığı, miraç olan namaz. En düşük derecede olan evliyanın bile secdede kalp gözüyle Allah’ın ﷻ cemalini gördüğünü maneviyat alimleri beyan ediyor.
İşte ‘Ekîmus salâte / Namazı ikame edin’ bu iki derece arasındaki binlerce derece namaza bizi yönlendirip bu konuda terakki etmemiz, gün be gün namazımızı daha kaliteli hale getirmemiz isteniyor. Hocalarımız ‘Dünkü namazla bugünkü namaz aynı ise o namaz ibadet değil adettir’ derken bu gerçeğe işaret ediyorlar.
Namaz, meşru olan şekle göre eda edildiği takdirde, etkileri kendisini gösterir. Nefis arınıp güzelleşir, ahlâkî faziletlere alışkanlık kazanır, adi ve süflî şeylerden uzaklaşır. Artık herhangi bir hayasızlık veya bir münker işlemez. “Muhakkak namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyar” (Ankebut, 45).
Namaz ruhi bir eğitimdir. İnsanı sufliyattan ulviyata, esfeli safilinden, Âlayı illiyyine yükseltir. Nefs-i emmareden, mutmainneye ulaştırır. Ahlâk-ı hamideyi kazandırır, kamil bir insan yapar. Kulluk bilincini canlı tutup, şuur kazandırır. Ruhi ve bedenî terbiyenin yanı sıra, sabır eğitimi de verir. İnsanı tevazu sahibi yapar. Namazda elde edilen vecd ile insanın hayatı değişir.
8- Zekat Vermek. Zekat vermek şer’i ıstılahta nisaba malik olanın yani doksan altı gram altına veya bu meblağa ulaşan para, ticaret malı, ziraat mahsulü birikim elde edenin İslâm’ın öngördüğü biçimde her yıl kendisine zekat düşenlere, yani seksen beş gram altını veya onun değerinde parası bulunmayan İslâm’a göre fakir sayılanlara, başa kakmadan, eziyet etmeden, tahakküm altında bırakmadan vermesi gereken, maddi paydır.
Müslüman, tam bir hesap yapmak sûretiyle zekatını vermek zorundadır. İslâm Devleti, vermek istemeyen Müslümandan bu zekatı zorla alır. Hz. Ebûbekir Resûlullah’ın vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerle savaşmış ve şöyle demiştir: ‘Allah’a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah’a yemin olsun ki Resûlullah’a vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım.’
Peygamber efendimiz, Ashâb-ı kirâma: ‘Hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin! Mallarınızı zekât ile koruyun! Belâya da dua hazırlayın! Çünkü bunlar sizdeki kötülükleri ve hastalıkları def eder’ buyurduğu zaman oradan bir Nasranî geçiyordu. Hadîs-i şerîfi duyunca gidip malının kırkta birini ayırıp verdi.
Kendi kendine, ‘Eğer doğru söylüyorsa ortağımdaki malıma bir zarar gelmez. Ben de o zaman ona iman eder, müslüman olurum. Eğer dediği gibi çıkmazsa kılıcımla onu öldürürüm’ dedi. O sırada, Mısır’a ticaret için gitmiş olan ortağının bulunduğu kafileden bir mektup aldı. Mektupta ‘Hırsızlar, yolumuzu kesti, mallarımızı, develerimizi ve yanımızda bulunan her şeyi aldılar’ diye yazılı idi. Nasranî, ‘Mallarınızı zekât ile koruyun’ sözünün doğru olmadığına kanaat getirdi. Daha sonra ortağından bir mektup daha aldı. Mektupta ‘Ben kafilenin önündeydim. Devemizin ayağı incindi. Bir handa kaldım. Kafile ileri gitti. Onları eşkıyalar soydu. Ben bütün malımla emniyet içindeyim. Bizim için üzülecek bir durum yoktur’ diye yazılı idi. Nasranî mektubu okuyunca, ‘Demek, O hak peygambermiş, sözü doğru çıktı’ diyerek, Peygamber ﷺ Efendimizin huzuruna geldi ve müslüman oldu.
Zekât, fakirlerin hayatını, ihtiyaçlarını cemiyetin kabul edip yüklenmesi, garanti etmesidir. Şehrin bir köşesinde, bir müslüman, açlıktan perişan duruma düşüp ölse, şehirdeki zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun katili olur. Zekât, müslümanlar için bir nevi sigortadır.
Zekât, senenin sonu beklemeden verileceği gibi, gelecek yılların zekâtı da peşinen verilebilir.
Bir millet zekât vermezse, rahmetten mahrum kalır. Hayvanlar da olmasa, hiç rahmet görmezler. Taberani
Karada ve denizde malın telef olması, ancak zekatın verilmemesi yüzündendir. Taberani
9- Ahidleştiklerinde ahidlerini yerine getiren. Birr-i takvanın bir şartı da; ‘Ahitleştiği zaman ahdini yerine getirmek’ olarak sıralanmış.
‘الَْعِدَةُ دَيْنٌ / Vaad etmek, borçtur’ hadisi de bu manayı açıklar. Mü’minin özelliği; yalan söylemez, sözünde durur. Emanete hıyanet etmez. Bu vasıfların tersi münafıkların alameti olarak zikredilmiştir. Mü’min bir şeyi söz verince zararına da olsa o sözden asla caymaz. Caymaması gerekir. Allah ﷻ her zaman doğrularla beraberdir.
Bir şeyi verip sonra geri alan hadis-i şerifte ‘Kusmuğunu yalayan köpeğe’ benzetilmiştir. Günümüzde bu dönekliklerle, sahtekarlıklarla her meslekte, her meşrepte sık sık karşılaşıyoruz. İşte, okulda, evde, sokakta, sanatta, ortaklıkta, insanın bulunduğu her yerde ahdi bozmaya sık sık rastlıyoruz. Mesela kızını biriyle sözlüyor, daha zengin bir talip çıkınca sudan bahanelerle sözü bozuyor. Bu durumda karşı tarafın ne hale düştüğünü, ne üzüntüler yaşadığını, hayata, evliliğe, kadınlara küseceğini, kısacası mahvolacağını düşünmek gerekmez mi?
Yine birkaç kişi bir şirket kuruyor, anlaşma imzalıyor. İçlerinden biri ortak parayı harcayarak ya da ortaklığı bitirerek diğerlerini mahrum bırakıyor. Fazla misale gerek yok; herkes bir şekliyle bu zulmü yaşıyor.
Kul ile Allah arasında olan ahid; adak ve yeminle şahsın kendine farz kıldığı şeylerdir. Kul ile peygamberler arasında olan ahid, Peygamberin onlardan, kendisine yardım edeceklerine, onunla birlikte savaşacaklarına, onun dost kabul ettiği kimselere dost, düşman saydıklarına da düşman olacaklarına dâir aldığı sözdür. Kul ile diğer insanlar arasındaki ahid, alış verişte teslim ve teslimata dâir anlaşmalardır. Selem ve rehin de böyledir. Bazen de yardımlaşmada ihlâslı olma ve mal sarf etme konularında verilen sözlerdir.
Masiyet olduğu takdirde ahde vefa göstermek gerekmez. Ahde bağlılık sahih imanın, ahdi bozmak ise münafıklığın alametlerindendir. İnsanlar taahhütlerini yerine getirmekte gevşek davrandıkları takdirde aralarında güven kaybolur. Huzursuzluk içerisinde yaşarlar.
Fakir birinin okul arkadaşlarından birisi, günün birinde yüksek bir makam ve mevkiye kavuşur. Fakir, arada bir ihsan ümidiyle ziyaretine gider. Ama umduğunu da bulamaz. Bir gün sohbet esnasında arkadaşı, fakire der ki:
– Çocuğunuz var mı?
– Sekiz yaşında bir oğlum var, efendim.
– Mektepte midir?
– Evet efendim.
– Ne okuyor?
– Hukûk-u kadimeye (eskiden beri gelen tanışıklık-dostluk haklarına) dikkat etmeyenlere lânet okuyor.
Birr-i takvanın son vasfı da;
10- Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabretmektir.
İmtihan yeri olan dünya hayatında maddi-manevi darlıklar, aşılması güç zorluklarla karşı karşıyayız. Çünkü biz insanlar yaratılmışların en zayıfı, en muhtacı olduğumuzdan hayat mücadelemiz farklı. Mesela bir kuzu dünyaya getiren ana koyuna hediye almayı düşünseniz, ottan başka ne alabilirsiniz? O da her yerde var. İnsana göre ihtiyaçtan ne kadar azade.
Ama insan ne çok nimete, ne çok eşyaya, alet edevata muhtaç. Kılıkkıyafete, çeşit çeşit yiyeceğe, vitamine, ilaca, barınağa, eve, eşyaya, arabaya… Rabbimizin ‘Saysanız, sayamazsınız’ diye nitelendirdiği bin bir çeşit nimete mazhar olan insan bu nimetleri kazanmakta, harcamakta, oluşturmakta tabi ki sıkıntı çekecek.
Makam, mal, vücudunun hastalanması, azalarının kuvvetinin eksilmesi, modern taşıtların bozulması, kaza yapması, çocuğun hastalığı, düşman saldırısı, iş kazası gibi afaki ve enfüsi musibetler, darlıklar, zorluklar olacak. Bu sıkıntılar madden kerih görülse de onların insanlara kazandırdığı kaybettirdiğinden fazladır. İnsanı pişirir, damıtır, saflaştırır. Anlayış sahibi yapar, gafletten, gamsızlıktan kurtarır. Daha bilemediğimiz nice hikmetler, nice faydalar, nice mükâfat ve dereceler vardır.
Öyle olmasa Erhamü’r-rahimin olan Mevlamız takdir buyurur mu?
Yeter ki biz alınması gereken dersi alalım. Tecrübe sahibi olalım. Çektiğimiz eziyetleri hissettirerek başkalarına eziyet çektirmeyelim. Dertlilerin halini anlayalım. Dostlarımızı tanıyalım, ilginin, samimiyetin, şefkatin tadını duyup, insaflı, merhametli, duyarlı, mütevazi, öz verili, diğergam olalım. Hayat bir sofra gibi; tatlısı, acısı, tuzlusu, biberlisi, çeşnisiyle bezenmiştir. Bünyenin de bu çeşniye ihtiyacı vardır.
Nimetin kıymeti zevalden sonra anlaşıldığı için ‘Nimet sonlanınca ‘Of’ diyen kimse elem son bulunca ‘Oh’ der.’ Ehli kemal, ahireti tehdit etmeyen belayı bela saymaz.
Sabır, çöken kara bulutlar dağılıp, sıkıntı ortadan kalkıncaya ve zorluğun arkasından kolaylık belirinceye kadar soğukkanlı davranmak, kendini tutup direnmek, Allah’tan umut kesmemek, O’na güvenip dayanmaktır.
Bu ümmetin meşakkatlere, sıkıntılara kendini hazırlaması, ‘Darlıkta, zorlukta, savaş sırasında’, yokluk ve yoksulluğa, hastalığa, güçsüzlüğe, kısacası her musibete karşı sabırlı olması şarttır. Çünkü ancak bu sayede ‘Vasat ümmet olma’ görevinin üstesinden gelebilir.
‘Birr’ sıfatları anlatılırken sabra bu şekilde özel bir dikkat çekilmiş olması sabırlıları ön plana çıkarıp öbür sıfatları taşıyanlardan daha imtiyazlı bir konuma çıkarmaktadır. Bu da sabırlılar için büyük bir derecedir. Sabrın Allah katındaki değerini bildirmektedir.
Rabbimiz birr-i takvanın neler olduğunu sıraladıktan sonra neticesini bildiriyor. (Cem mea taksim) Bütün bu mümtaz vasıfları takvada, sadakatta topladı.
Özetle iman ve İslâm’ın şartlarını hakkıyla yerli yerine getiren bir mü’minin bunları yapma sebebi Allah’ın ﷻ yakınlığına, rızâsına, cennet ve cemale kavuşmaktır. Bunun için samimi, candan olmak, bilinçli, dikkatli, şartlarına uygun şekilde eda etmek lazım gelir. Düzgün yapmak için yaptığın görevin niceliğini, nasıllığını ve bu görevlerle mükellef tutan yüce Allah’ı bilip, tanımak, kendisine muhabbetle bağlanmak gerekir. Eğer bu bilgiyi elde edebilirsek takvaya ulaşmış oluruz. Çünkü Rabbimiz “Allah’tan ancak alimler korkar” (Fatır, 28) buyuruyor.
Takva, Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Allah’la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’a sorarak, O’na danışarak bulmak, Allah’ın kitabı rehberliğinde yürümek, Kur’ân kaynaklı bir hayat yaşamaktır. Takva, Peygamber modeliyle hareket etmektir.
Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat kesilir. İşte bu dünyada elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan ömrünü geçirmeye ‘takva’ denir.
Takva, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, takva da canı tehlikeden, korkulacak şeylerden korumak, ittika ise korunmak demektir. Arap dilinde canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeye karşı kendini korumasını ifade eden takva, Kur’ân’da önemli bir anlam kazanmıştır: Artık takva, maddî bir tehlikeden değil, manevî azabdan ve bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak anlamındadır. Kelime zamanla daha manevî bir anlam kazanarak temiz, saf dindarlık manasını almıştır.
Takvaya ulaşan, inkarı, şirki, nifakı, şikakı, riyayı, sümayı, dünyayı, hevayı, makam ve mal muhabbetini, menfaati bırakır. Çünkü bunlar Allah’a ﷻ olan huşuyu, saygıyı, ümidi yok eden parazitlerdir. Manevi bünyeden kazınıp atılmalı ki; kul saflaşsın, halis muhlis olsun. Taklitten tahkike, yapmacıklıktan ihlasa dönsün. Bunu başardığı zaman gerçekten sadık bir kul, gerçek bir mü’min olur. ‘Onlar sadıklardır’ medhi ilâhisine mazhar olur.
Bu âyet-i kerime bütün insani kemal vasıflarını camidir. Bu vasıfların başında getirilen ‘vav’ harfleri cem’ içindir. Kendisinde bu vasıflardan sadece biri bulunan kimseye ‘الباَرْ (ismi fâil) / iyi’ denmez. Sadece ahdini tutan, sadece sabırlı olan kimse ‘birre sahib kimselerden’ değildir. Bütün bu özellikleri toplamadığı müddetçe, birre eremez.
Bu sebeble ‘birr’ sıfatının peygamberlere has olduğu söylenmiştir. Peygamberlerden başkasında bu vasıfların hepsi kâmil olarak bulunmaz. Efendimiz’in isimlerinden biri de el-Berr’dir ﷺ.
‘Birr’ sıfatının, bütün mü’minler hakkında umûmî olduğu da söylenmiştir.
Bu âyet İslâm dininin esasını ve ruhunu camidir. Zira insanın yapması gereken dini vazifeler; iki şeyle tamam olur: İman ve amel. Amel de iki şeyle hasıl olur: Mal ve beden. Bu âyet iman, amel, bedeni ibadetler ve amellerin füruuatını camidir.
Âyette anlatılan hükümler; mekarimi ahlâkın esasını teşkil eder. İman herkese lazım olduğu gibi, muhtaçlara muavenet herkesin memnun olacağı bir şeydir. Sözünde sebat edip ahdini ifa, sürurlu ve kederli hallerde sabra devam etmek kadar insan için büyük bir meziyet olamaz. Âyette ise bunların cümlesi beyan edilerek bu mekarimi ahlâkı tahsile say ile insanın nefsini tezyin etmesine işaret vardır.
Müslümanları ta’n eden ve ‘yahudilerin batıya, hristiyanların da doğuya yönelmelerine rağmen, müslümanları, yöneldikleri kıbleden ne çevirdi?’ diyen sefihlere işaret eder. Cenâb-ı Hakk da ‘birr’ sıfatının, sırf doğu ve batıya dönmekle olmayacağını; âyette sayılanlardan ibaret oluğunu bildirmiştir.
Bu âyet-i kerime, iyilikte zahiri şeylere, hakikatten yoksun muamelelere itibar olmadığına işarettir. Lakin hakiki itibar olan birr; ‘Allah’a, ahiret gününe, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; dosdoğru namaz kılıp zekât veren; ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı bağlı olan, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır’ kavlinde zikredilenlerdir. Yani birr sahibi Allah’ın sırf inayet olan hidâyetine inanan kişidir.
‘Allah onları sever’ kavli birre aitse Allah, onun varlığının bidayetinde (ilk anında) ruhuna muhabbet sıfatıyla tecelli etmiş demektir.
Ruhu muhabbet nuruyla nurlanmış, ruhu mahbubuna muhibb olmuştur. ‘Onlar da O’nu sever’ kavlinde tabir edildiği gibi. Bu nur mahbubunun vahdaniyetine, müşahede ettiği uhrevi umura, meleklere, kitaplara da iman etmiştir.
Bu âyette başka bir mana: Birr, sizin doğuya batıya yüzünüzü dönmeniz değildir. Lakin birr-i hakiki ruhunuzun vechini muhabbet cezbeleri ile mahbubiyet-i rububiyet hazretlerine çevirmektir. El-Berr, Allah’ın ﷻ ismidir. Sizi iyi yapan Birr ﷻ nuru delalet etti de siz iman ettiniz. Hadis-i kudside ‘Allah bir kulu sevdi mi, Cibril’e nida eder: Ben filanı seviyorum, sen de sev. Ve onu sema ehline sevdirir. Ona yerde de kabul görme verilir’ buyruldu.
Benim size olan birrim, muhabbetimdir. Sizin bana olan sevginiz gibi sonradan olma değildir. Bilakis ilmi ezeli ve kelamı sermedide kadim olan, birrdir.
وَالنَّبِيِّينَ Nebiler ki bu muhabbetin nuruyla sevenleri ehli muhabbete ve mahbublarına yönlendirirler. O nebilere hakiki mutabaatla tabi olurlar.
Muhabbet birrinin tohumunun semeresini haber vermek üzere وَآتَى الْمَالَ عَلَىٰ حُبِّهِ buyurdu. Yani sevgisinin semeresinden biri malı sevgi üzere vermektir. ‘Mal’da masivaya meyletmemeye işaret vardır. Birr tohumunun neticesi olarak Allah’tan gayrı bütün mahbubları Allah sevgisi uğrunda infak etmeleri gerekir ki Allah sevgisinin tohumu meyve versin, Hazret-i mahbuba birr-i vusûl ile neticelensin.
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, birre ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran, 92) Zira her tohum kendi cinsini haber verir.
Bu âyette has bir mana daha vardır: Cüneyd’e (r.a) sordular; ‘Nihayet nedir?’ ‘Hidâyete rücudur’ diyerek cevap verdi.
Diğer mana: Kulun Allah’a ﷻ muhabbeti birrü takvanın neticesidir. Bu da Hakk’ın atıfet ve ihsanını celbeder. Sıfatı ilâhinin nurları tecelli eden şeriat ve tarikat hukukunu eda ettikçe sevdiğine kendi muhabbetini vererek diğer sevgileri noksanlaştırır. Ona olan muhabbeti diğerlerinden farklıdır.
“O onları, onlar da O’nu severler.” (Maide, 54) Yani Allah onları ezelde, onlar Allah’ı ebedde severler. Allah’ın onlara muhabbeti olmasaydı ne iman eder ne de O’nu sevebilirlerdi.
وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا Misak gününe has halis ubudiyet ve tevhidle Allah ile olan antlaşmayı yerine getirirler.
فِي الْبَأْسَاءِ Hukuka riayette sıkıntılara sabreder, وَالضَّرَّاءِ Şuhud bekası yanında fani vücudun hazlarına muhalefet ederler. وَحِينَ الْبَأْسِ Celal satveleri harbi sırasında onlara sabırla değil Hakk’a kıyam ile celal sıfatında bekaları için savaşırlar.
أُولَٰئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab, 23) buyrulduğu gibi şuhud gününde Allah’tan aldıkları ahidle varlıklarını bezl ederler.
وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Enaniyeti terk, hüviyeti yok edenler müttakilerdir. İhsan şuuruyla, imanın faziletleriyle hükümleri yerine getirir. Amelini safi kılar, sılayı rahim sorumluluklarını ciddiyetle yerine getirir. Af, vefa, hududa riayet, esere tazim, Cenâb-ı Hakk’ı şeriata uygun bir tarzda hatırda tutarak emrine imtisalle takvaya kavuşmuşlardır.
• ...وَلَٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ burada mübalağa yolu ile ‘birr’ ile iman etmenin özde aynı şeyler olduğu ifade edilmektedir. Tıpkı cömertlik demek Hatim demektir; şiir demek Züheyr demektir, gibi. (İsnad-ı mecazi, masdara isnad) وَلَٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ buyruğunda hazif bulunmaktadır. Âyetin takdiri:
وَلكَِنَّ الْبِرَّ بِرُّ مَنْ آمَنَ بِاللهِ şeklindedir. Muzaf hazfedilmiştir.
• ‘عَلَىٰ حُبِّهِ / Seve seve’ tabirinde عَلَىharf-i ceri mal sevgisinin insanda nasıl yerleşip temekkün ettiğini gösteren bir istiare-i tebaiyedir. Adeta sevgisi, o malın üstünü tamamen kaplamıştır. Bununla birlikte عَلَىharf-i ceri burada مَعَ manasındadır.
• وَفِي الرِّقَابِ buyruğunda icaz-ı hazif vardır, muzaf hazfolmuştur. Yani köleleri kölelikten kurtarmak uğrunda malını veren, demektir ki bu da esirleri fidye yoluyla kurtarmaktır.
Köleler, anlamındaki الرِّقاَبِ kelimesi ‘boyunlar’ demektir, mecaz-ı mürselden cüz söylenip küll kastedilmiştir.
• وَابْنَ السَّبٖيلِ ‘yolun oğlu’ demektir. Yolcu manasındadır. Seferini henüz bitiren garip misafiri mecazen yola nisbet etti. Sanki yol onun babası ve ehli imiş gibi söylendi. Mücaveret alakasıyla mecaz-ı mürsel oldu.
• وَالْمُوفُونَ ya مَنْ آمَنَ ’nin mahalline matuftur. Takdiri, وَلٰكِنَّ الْبِرَّ المؤمنون وَالْمُوفُونَ şeklindedir. Ya da mahzuf mübtedanın haberi olmak üzere, ‘medih’ den dolayı merfudur. Takdiri وهم الموفون şeklindedir.
• وَالصَّابِرٖينَ özellikle sabredenleri kastediyorum anlamında ‘ihtisas’ kuralına riayet edilmiştir.
• فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ cümlesinde فِي harf-i cerinin gelmesi istiare-i tebaiyedir. Sıkıntılar, darlık ve savaş zamanları adeta insanın içine düşüp de çıkmaktan zorlandığı bir kuyuya, bir bataklığa benzetilmiş. O sıkıntılar bu sabırlı insanları içine çektikçe çeker. Ortak noktası kişiyi tamamen kaplamasıdır. Bu da mü’minlerin sabırdaki derecelerinin yüksekliğini gösterir. Yani onlar sadece ufak tefek şeylere değil, baştan aşağı onları saran, derin sıkıntılarda da sabır gösterirler.
• أُولَٰئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا Bu cümlede haber mazi fiil olarak geldi. Bu, tahkik ve sadakatin onlardan vaki ve mevcut olduğunu ifade etmek içindir.
وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Burada da takva sıfatının mü’minlerde sabit olduğunu, zaman zaman meydana gelen bir olay değil mü’minlerin karakter ve seciyeleri olduğunu göstermek, ayrıca fasılaya riayet etmek için haber isim cümlesi olarak gelmiştir.
أُولَٰئِكَ ism-i işaretinin tekrar edilmesi, onların şanının yüceliğini beyan etmek içindir. أُولَٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ şeklinde ismi işaretle haberin arasına zamir gelmesi tahsis içindir. Takvanın sadece bu vasıfları taşıyan kimselere ait olduğunu, bu özellikleri taşımayan kimsenin hakiki takvaya eremeyeceğini gösterir.