178- Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Bununla birlikte kim öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından bağışlanırsa artık o zaman örfe uymak ve öldürülenin velisine güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra düşmanlık yapar tecavüzde bulunursa ona çok acıklı bir azap vardır.
Önceki âyet sadakatten, sözünde durmaktan, dürüst olmaktan bahsediyordu. Bu âyette de dürüst olmayan bir davranıştan vazgeçip dürüst olanına teşvik için ‘Ey iman edenler, kısas size farz kılındı’ buyuruyor.
Cahiliye döneminde haklı haksız demeden, yumruğu kuvvetli olan diğerini öldürüyor, yaralıyor, zulmediyordu. Kısas teklifini de kabul etmeyip çarpıtıyorlardı. Hüre karşılık köle, erkeğe karşılık kadın veya ikiye bir gibi haksız kararlar veriliyordu. Cenâb-ı Hakk bu adaletsizliği kaldırdı ve nasıl kısas uygulanacağını talim buyurdu. Konu kıtal olmasına rağmen Cenâb-ı Zü’lcelal her iki tarafa şefkat, merhamet, insafla hem katli hem kan davasını durduracak, akıllara durgunluk verecek tarzda hüküm vermiş. Aynı zamanda da hukukçulara hukuk dersi vermiş.
Adam öldüren birini öldürdüğü adamın velisiyle yüzleştirip mağdur olan tarafa üç alternatif sunuyor:
1- Kısas; öldüren öldürülsün.
2- Diyet verilsin.
3- Affedilsin.
Veli hangisini isterse ona göre hareket eder. Öldüren öldürüleceğini bilip bu karardan vazgeçsin. Öldürülenin velisi de intikam hırsıyla daha fazla insanın öldürülmesine sebep olmasın. Haklı hakkını alsın. İki taraf da haksızlığa uğramasın.
Bu ilâhi emri göz ardı eden nice kabileler kan davası güderek bir kişi yerine yüzlerce kişiyi öldürmüş, nice yağız delikanlılar bir kin uğruna can vermiş, nice yuvalar yıkılmış, nice dulların, yetimlerin göz yaşı sel olmuş. Mazlumun bedduası arşa yükselirken taassup katilleri esfel-i safiline alçalmış. “Allah’ın ﷻ hükmüyle hükmetmeyen fasıktır, zalimdir, kafirdir” (Maide 44, 45, 47) âyetlerinin muhatabı olmuş.
Gönüller kırık, kalpler buruk, ocaklar sönük kalmış. Kimi yürek acısı çekerken, kimi vicdan azabıyla yanıp tutuşmuş. Allah’ın ﷻ halk ettiği insanı haksız yere öldürmek, öldürülmesine sebep olmak, kışkırtmak, desteklemek, ne onulmaz yara, ne büyük zulüm...
Arap dili ve edebiyatında كُتِبَ ’nin فُرِضَ yerine kullanımı oldukça çoktur. ‘Kur’ân’ın neresinde ‘كُتِبَ عَليْكُمْ’ ifadesi bulunursa o, فُرِضَ عَليْكُمْ yani ‘farz kılındı’ anlamındadır.’ Ferrâ
Kısas, bir insana yaptığı şeyin aynısını yapmak, ona aynıyla karşılık vermektir. ‘Kesmek’ anlamına gelen ‘kass’ kökünden alınmıştır.
Hikayeye de ‘kıssa’ denir. Çünkü hikaye, hikaye edilen hâdiseye âdeta denktir. Kıssalara da bu isim verilmiştir. Çünkü onlar geçmiş insanların haberlerinin aynısını anlatırlar.
Kısas; insanın, başkasına layık gördüğü katli kendi nefsine reva görmesidir. Başkasını katleden kimsenin katlettiği kimse mukabilinde kendinin katlolunmasına kısas denmiştir ki; katilin, maktül karşılığında katlolunmakla kendi fiilinin cezasını nefsinde görmesidir.
Öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. İslâm’da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak...
القتلى kelimesi, katîl’in çoğuludur. ‘Öldürülenler’ anlamındadır. İnsanlar tarafından öldürülene katîl veya maktül denir. Kendi eceliyle ölene de ‘mevta’ adı verilir.
Allah bütün mü’minlere hitap ederek kısas yapmalarını emretmiştir. Bütün mü’minlerin, hep birlikte kısası uygulamak üzere toplanıp bir araya gelmeleri ise mümkün değildir. O bakımdan kısasın ve diğer hadlerin uygulanmasında mü’minler, sultanı (İslâm devlet yöneticisini ve yetkililerini) kendi adlarına görevlendirmişlerdir. Kısası yerine getirmek devlet başkanı ve onun vekilinin vazifesidir.
Kısas şartları bulunduğunda, devlet başkanının kısası yerine getirmemesi caiz değildir. Buna göre mana ‘Eğer ölünün sahibi, kısas talebinde bulunursa, ey devlet reisleri, kısası tastamam yerine getirmeniz farz kılınmıştır’ şeklindedir. Resûlullah ﷺ, bir zımmiyi öldüren bir müslümanın kısasını icra ettikten sonra ‘Ahdine vefa gösterenlerin en kerimiyim’ buyurmuştur.
Şeriat fertlere kısası bizzat uygulama izni vermemiştir. Böylelikle intikam gütme adeti sona erer, anarşi, hakkın ve adaletin çiğnenmesi önlenir.
Ya da âyet katile hitabdır. Buna göre mana ‘Ölünün sahibi kısas isterse, ey katiller, size (kısas yapılmak için) teslim olmanız farz kılındı’ şeklindedir. Katilin buna razı olmaması caiz değildir.
Ama zina eden, hırsızlık yapan kimselerin, cezadan (kısastan) kaçmaları caizdir. Hırsızlık yapan ile zina edenin, Allah bu suçlarını örttüğü için, kendilerinin de örtmesi caizdir.
Kısasın icrası ululemre ve ululemrin vekillerine vâciptir. Fakat kısasın icrasında maktülün bütün varislerinin kısası istemeleri şarttır. Kısas istemez veya affederlerse, içlerinden bir kişi bile affetse kısas düşer ve maktülün bedeli diyete inkılab eder.
‣ İmam Şâfiî: Kısasta, önceki öldürmenin şekline bakılır. Eğer katil maktülün kolunu keserek öldürmüş ise, katilin kolu kesilir. Eğer o bundan dolayı ölmezse boynu vurularak öldürülür. Eğer maktül yakılarak öldürülmüşse, katil de yakılır. Eğer bu yakmada ölmezse boynu vurulur.
‣ Ebû Hanife (r.a): Kısasta denklik, ruhu izaledir; nefsin, mümkün olan en hızlı ve kolay şekilde öldürülmesidir. Katil maktülü her ne sûretle katlederse etsin kısas ancak kılıç ile boynunu vurarak yapılır.
‣ Cumhura göre bir adamı öldüren bir topluluğun tüm fertleri kısas yapılır. Nitekim Hz. Ömer (r.a) zamanında Sana kentinde bir genç, 7 kişi tarafından öldürüldü. 7 kişiyi de kısas yaptıran Hz. Ömer, daha sonra ‘Bu gencin öldürülmesine Sana kenti insanları iştirak etseydi, tümünü kısas yaptırırdım’ buyurdu. Hz. Ömer’in bu hükmüne, herhangi bir sahabî itiraz etmemiştir. Buna muhalefet edilmemesi de icma’dır. Hz. Ali de, Harûrîleri (Haricîleri) Abdullah b. Habbâb karşılığında öldürmüştür.
‘Eğer mü’min kanının dökülmesine yer ve gök ehli iştirak ederse, Allah ﷻ tümünü yüzüstü ateşe atar.’ Hadis-i Şerif
‣ Alimler, katil tevbe etmediği ve etmemekte ısrar ettiğinde, kısasın onun hakkında Allah tarafından meşru kılınmış bir ceza olduğunda ittifak etmişlerdir. Tevbe etmesi halinde ise, bunun bir ceza olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Tevbe makbul olunca, tevbekâra azab edilmez.
Peygamber ﷺ ‘Tevbe günahı yok eder’ buyurmuştur.
Kasten adam öldürme fiilinden dolayı kısas uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
‣ Suçu işleyenin akıl ve baliğ olması gerekir. Katil, mecnun, çocuk, bunak ise sadece diyet gerekir. Bu cinayet hata hükmündedir. Mirastan mahrumiyete sebep olmaz.
Zaman zaman kendini kaybeden biri, kendine geldiğinde cinayet işlediyse, yine kendine geldiği anda kısas tatbik edilir. Ancak cinnet sırasında işlediyse, kısas tatbik edilmez.
‣ Öldürme fiilinin kasten işlenmesi gerekir. Hataen işlenen cinayetlere kısas uygulanmaz.
‣ Cinayetin kasten işlendiğinde şüphe olmamalıdır. Bir kimseyi bir iki darbeyle öldürene kısas uygulanmaz. Bu darbeler genelde terbiye içindir. Cinayet kastı olması şüphelidir.
Bir kimsenin ağzına zehir akıtan kişiye de kısas yapılması gerekmez.
Suya daldırılan, yüzüne bağrılan kişi hemen ölse, sebep olan diyet öder, kısasa gerek yoktur.
‣ Katilin suçu serbest iradesiyle işlemiş olması gerekir. İkrahtan dolayı zorla bu suçu işlemişse kısas veya diyet uygulanmaz. Ve bu katil mirastan mahrum da kalmaz. Kısas veya diyet zorlayan şahsa uygulanır. Ancak hapsetmekle korkutmak ikrah değildir. Bu şahsa diyet uygulanır.
‣ Varisler arasında katilin füruundan kimse olmamalıdır. Mesela bir kimse kendi hanımını veya damadını katledip, bunlara kendi oğlu veya torunu varis oluyorsa bu katile kısas uygulanmaz.
Şeyhin biri hac niyetiyle Kâbe yolunu tutmuş. Bir müddet yol aldıktan sonra eşkıyalara rastlamış. Şeyhin parasını almışlar, kıymetli eşyalarına da el koymuşlar. Şeyh hiç itiraz etmeden hepsini vermiş. Yalnız öldürmemeleri için çok yalvarmış. Kâbe’yi bir defa olsun görmek için yola çıktığını, canına kıymamalarını, aksi halde gökte uçan kuşların bile şahit olup onları ele vereceğini söyledi ise de öldürmüşler. Şeyhin öldüğü kısa zamanda duyulmuş. Bir gün şehrin pazarında birkaç kişi gökyüzündeki kuşlara bakarak;
- Bu kuşlar sakın Şeyhi öldürdüğümüzü gören kuşlar olmasın, demişler ve gülüşmüşler.
Şeyhin müritlerinden biri de bunu duymuş ve hemen kadıya haber verip katili ve diğer eşkıyaları yakalatmış.
‣ Öldürülen, öldürenin fer’i yani çocuk veya torunlarından biri olmamalıdır. Diyet, tazir, mirastan mahrum etme cezaları uygulanır.
Resûlullah ﷺ, ‘Oğlunu öldüren babaya, kısas yapılmaz’ buyurmuştur. Çünkü babadaki evlatlık şefkati, onu kasten öldürmeye manidir. Eğer oğul, babayı öldürürse, ona kısas yapılır. ‘Baba, evladın varlık sebebidir. Evlat, varlık sebebi babanın nasıl yokluk sebebi olabilir?’
‣ Maktül, katilin tamamen veya kısmen mülkü olmamalıdır. Tek başına veya başkasıyla ortaklaşa sahip olduğu bir köleyi, cariyeyi öldüren bir şahsa kısas uygulanmaz. Hapis, darp gibi tazir cezası uygulanır. Mükateb hakkında da böyledir. Fakat bir köle veya cariye efendisini öldürse ona kısas uygulanır. Mükateb hakkında da böyledir. Kendine ait olmayan köleyi öldürene ise kısas uygulanır.
‣ Katiller birden fazla ise, hepsi kısas şartlarını taşımalıdır. Ortaklaşa öldürenlerden biri çocuk, bunak veya deli ise, veya maktülün usulünden biri olsa yahut maktülün sahibi olsa, hiçbirine kısas yapılmaz hepsi diyet öder. Yine bir kimse hem kendine açtığı yaradan hem de başkasının yaralaması sonucu ölürse yarım diyet ödenir.
‣ Cinayet bizzat işlenmelidir. Sebep olana kısas uygulanmaz.
‣ Bir kimsenin katil olduğuna şehadet edenler o kişiye kısas uygulandıktan sonra bu şahitlikten dönseler veya öldüğü sanılan maktülün ölmediği ortaya çıksa, bu şahitlere kısas uygulanmaz. Diyet ödemeleri gerekir.
‣ Maktülün sadece elini ayağını tutarak cinayeti kolaylaştıran, ya da katili cinayete teşvik eden kişi bizzat katil olmadığı için kısas uygulanmaz.
‣ Katilin velisinin kim olduğu bilinmelidir. Eğer velisinin kim olduğu bilinmiyorsa kısas icra edilmez.
‣ Kısas anında maktülün (mükellef) bütün velileri hazır bulunmalıdır. Aksi halde kısas uygulanmaz. Çünkü o katili affetmiş olabilir.
‣ Maktülün aldığı yara sonucu hemen ölmesi kısas uygulaması için yeterli değildir.
‣ Maktül, ölmeden önce katilini affederse kısas düşer. Mirasçılara diyet ödemek gerekmez.
‣ Katilin diyeti ödeyememesi halinde Beytülmal, yaralanan mağduru veya maktülün ailesini mali yönden teminat altına alır.
‣ Maktülün mirasçısı yoksa, devlet onun adına kısas talep eder veya diyet alarak hazineye koyar.
‣ Kısas için maktülün varisleri talepte bulunmalıdır. Eşler de kısas hakkına sahiptir.
‣ Maktülün uzuvlarının tam olması, yaradılış, ahlâk, fazilet açısından katile eşit olması şart değildir. Cahil alime, köle hüre, kadın erkeğe, gayri müslim müslümana karşı kısas edilir.
‣ Sarhoşluk kısasa engel değildir. Ancak ikrah gibi bir sebeple sarhoş olduktan sonra cinayet işleyen katil diyet öder.
Âyet, bir kıtal vakasında, bir affedenin bir de affedilenin bulunduğuna dikkat çekmiş, ancak kimin affedeceği açıkça belirtilmemiştir. Bu olayda ölünün velisi ile katilden başka kimse olmadığı için, affeden, bu ikisinden birisidir. Bu af, katil için söz konusu olamaz. Çünkü af, bir haktan vazgeçmektir. Bu da ancak katilin üzerinde hakkı bulunan, ölünün velisi için mümkündür.
Dolayısıyla âyette şöyle bir takdir yapılır: ‘Katile taalluk eden cezadan bir şeyi ölünün velisi affettiği zaman, katil bu affa iyilikle uysun.’
‘Kime, öldürdüğü kardeşinin kanından bir şey bağışlanırsa’ cümlesinde, kardeşliğin zikredilmesi bağışlamaya sebep olan bir şefkat ifadesidir. Allahu Teâlâ, din kardeşliğini ve insaniyeti hatırlatmak için, katili maktülün velisine kardeş kıldı ki, birbirlerine karşı şefkatlerini harekete geçirsin, aralarında bağışlama, iyiliğe uyma meydana gelsin.
Âyet-i kerimenin inceliği: Af önce söylenmiyor; önce kısasın şart olduğu, hak olduğu, yapılabileceği belirtiliyor. Affı daha sonra zikrediyor ki, af genişletilip de öldürme işi teşvik edilir gibi olmasın.
Bu düzenleme İslâm’ın ufkunun ne kadar geniş olduğunu, yasa koyarken insan psikolojisini ne kadar inceden inceye ele aldığını gösterir. Çünkü kan davası fıtrîdir. İslâm bunu kısas ile karşılamıştır. Kesin adalet, gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili cinayet işlemeye devam etmekten alıkor.
Fakat İslâm, bir yandan da affetmeyi sevdiriyor, ona da kapı açıyor ve sınırlarını çiziyor. Haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırıyor. Üstelik kısas yasasını ortaya koyduktan sonra, insanı baskı altına alıp kaldıramayacağı bir şeyi yüklemek ve zorunlu tutmak biçiminde değil, gönüllülük çerçevesi içinde hakkından vazgeçmeye davet ediyor. Bu da tam bir denge, adâlet ve merhamettir.
Enes (r.a) anlatıyor: ‘Resûlullah’a ﷺ ne zaman kısas bulunan bir dava getirilse, mutlaka her seferinde affetmeyi emreder gördüm.’ Ölünün velisi, mala muhtaç olduğu zaman, diyet alması kısası istemesine tercih edilir. Ölü sahibi öfkesini gidermede ve katilin şerrini kendisinden uzaklaştırmada istekli olduğunda ise, kısas tercih edilir. عُفِيَ kelimesi günah ve cinayet işleyen kimse için, عن harfi ceriyle kullanılır. Günah hakkında müteaddi olarak kullanıldığında ل ve عن ile de gelebilir. Âyette cinayet kelimesi zikredilmemiştir.
1- Kendisine kısas vâcib olduğu halde, katil ‘mü’min’ diye adlandırıldı. Bu da, büyük günahın insanı dinden çıkarmayacağını gösterir.
2- Allahu Teâlâ, katil ile maktülün velisi arasında bir kardeşliğin bulunduğunu söylemiştir. Bu, “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) âyetinde belirtilen din kardeşliğidir. Fısk ile beraber iman bulunmasaydı, iman sebebiyle meydana gelen kardeşlik ortadan kalkardı.
3- Cenâb-ı Allah; katili affetmeye teşvik etmiştir. Affa teşvik ise, mü’minliğe yakışan bir durumdur.
Ma’rûfa ittibâ etmek, örfe göre hareket etmektir. İstemede şiddet ve katılık göstermemektir.
˗ Eğer diyet ödeyecek şahıs güç durumda ise, ona mühlet tanımak gerekir.
˗ Eğer diyet ödeyecek kişi, diyet için istenen malın aynını bulursa, maktülün velisi hakkından fazlasını istememelidir.
˗ Eğer katilin yanında verilmesi istenen maldan başka bir mal varsa, veli, malı satıp değiştirmesi için katile zaman tanımalı ve hakkını alma bahanesiyle katilin vâcibleri (namaz, ana-babasının bakımı gibi) yapmasına mani olmamalıdır.
İyilikle ödemekten maksat, affedenin sıkmadan, sıkıntıya sokmadan, azarlamadan diyet talebini güzelce yapmasıdır. Diyeti ödeyecek katil ya da temsilcisinin de, imkânı olduğu halde imkânı bulunmadığını söylememesi, malı bulunmasına rağmen ödemeyi geciktirmemesi, kendisine vâcib ve gerekli olmayan şeyleri ön sıraya almaması, veliyi mahkemeye başvurmaya mecbur etmeksizin, güler yüzle, güzellikle, gönül rızâsıyla, hoş sözler söyleyerek, ödemesidir. Ancak bu şekilde her iki tarafın kalpleri huzura kavuşur, yüreklerindeki yaralar iyileşir ve geride kalanların arasındaki kardeşlik bağları tekrar eski gücüne erişebilir.
Medineli Abdullah b. Sehl’le Muhayyıs ekmek parası kazanmak için Hayber’e gitmişlerdi. Abdullah, Hayber’in Şık mahallesinde bir evde kalıyor, gündüzleri tarlada işine gidip çalışıyordu. Muhayyıs’a başka yerde iş bulmuştu. Arkadaşından haber alamayınca meraklanıp araştırdı. Bulamayıp soruşturmayı derinleştirince bir Yahudi çocuk ‘Mahallemizde kuyuda bir ceset var. Belki de onu arıyorsun’ dedi. Heyecanla kuyuya inince arkadaşı Abdullah’ın başı üzerine düşerek yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini buldu, çok üzüldü. Çevresindeki Yahudilere ‘Bunu siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, arkadaşımın kanı yerde kalmamalı!’ dedi. Yahudiler hep birlikte inkar ettiler, ‘Biz ne öldürdük, ne de öldüreni gördük. Bizi suçlama!’dediler. Muhayyıs arkadaşını usulüne uygun defnetti. Sonra Medine’ye gelip, Efendimize ﷺ olayı anlattı. Efendimiz ﷺ Hayber Yahudilerinin Abdullah’ın yoksul ailesine diyet ödemelerini istedi. Yahudiler: ‘Biz öldürmedik, öldüreni de görmedik’ dediler. Bu durumda Müslümanlara Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüğünü ispat düşüyordu. Ya şahitle ispat edeceklerdi, ya da yahudilerin öldürdüğüne yemin edeceklerdi. Müslümanlar böyle bir şâhidi bulamadılar, yemine de cesaret edemediler. Zira olayı gözle gören olmamıştı ama Abdullah’ın onların mahallesindeki bir kuyuda boynu kırık halde ölü bulunduğu da bir gerçekti. Yahudilere yemin teklif edildi. Elli kadar Yahudi birlik halinde toplanıp yemin etti: ‘Abdullah’ı biz öldürmedik, öldüreni de görmedik.’ Müslümanlarsa onların öldürdüğüne yemin edememiş, görmedikleri yerde yemin edemeyeceklerini söylemişlerdi.
Sonuç böyle ortada kalınca Müslümanlarla Hayber Yahudileri arasında gerginlik başladı. Müslümanlar Yahudilere Abdullah’ın katili olarak bakıyor; diyetini ödemelerini, böylece Abdullah’ın geride kalan yoksul ailesinin bir miktar da olsa yarasının sarılabileceğini söylüyorlardı. Yahudilerse diyet ödemeye razı olmuyordu.
Efendimiz ﷺ bu gerginliği mutlaka gidermeyi düşünüyordu. Yakınlarına emir verdi: ‘Kırda otlayan zekat develerinden yüz deve ayırıp getirin, Abdullah’ın mağdur ailesine diyet olarak ödeyin. Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum. Onun kanı yerde kaldı diyerek toplumun düşmanlık duyguları içinde kalmasını istemiyorum.’ Nihayet hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve Abdullah’ın ailesine teslim edilmiş, onlar da böylece diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuşlar, toplumdaki mağdur aile gerginliği de böylece giderilmişti.
Yahudilere kesin kısas yapmaları, hristiyanlara ise affetmeleri emredilmişti. Allah ﷻ, bu ümmetin hükmünü hafifletip, kısas ile diyet arasında muhayyer kılmıştır. Bu bir hafifletme ve rahmettir.
Burada kastedilen haddi aşma, afv ve diyetten sonra katilin öldürülmesidir. Cahiliye zamanındakiler, bir adam başka birini öldürecek olursa kaçıp kendi kavmine sığınırdı. Kavmi de öldürülen tarafa giderek diyet ödemek sûretiyle barışırlardı. Bunun üzerine kaçan katil kendisini güven içinde hissederek evine dönerdi. Fakat maktülün velileri, barıştıkları halde katili öldürüp diyeti geri verirlerdi. İşte âyet-i kerime böyle bir hileyi yasaklamaktadır.
Bundan murad, ‘Katilden başkasını veya daha fazla insanı öldürmek, hakkı olan diyetten fazlasını istemek, kendisine, kısasın mahiyet ve keyfiyeti açıklandıktan sonra haddi aşmak’ da olabilir.
‘Kıyamet gününde insanlar arasında Allah’a karşı en isyankâr olanları şu üç kişidir: Katilinden başkasını öldüren bir adam, Harem sınırları içerisinde öldüren adam ve cahiliye döneminin düşmanlık, kin ve intikamını güden bir adam.’ Hadis-i Şerif
‘Diyeti aldıktan sonra (maktulünün katilini yine de) öldüren kimse ihtiyaçtan kurtulmasın.’ (Hadis-i Şerif) Başka bir rivayette ‘Diyeti aldıktan sonra öldüren bir kimseyi affetmeyeceğim’ buyrulmuştur.
Ebû Mûsâ el-Eşari anlatır: Hz. Peygamber’in ‘Kıyametten önce mutlaka herç vardır’ buyurması üzerine: ‘Ey Allah’ın Resûlü herç nedir?’ diye sordum. ‘Katildir’ cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bazıları:
‘Ey Allah’ın Resûlü, (bunu belirtmeniz de niye) biz şimdiden bir yılda şu kadar müşrik öldürüyoruz!’ derler. Hz. Peygamber muhatapların yanlış anladıklarını görerek, şu açıklamada bulunur: ‘Benim kastım müşriklerin öldürülmesi değildir. (O gün gelince) birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amca oğlunu ve akrabalarını öldürecek.’ Cemaatten bazıları yine sorar: ‘Ey Allah’ın Resûlü o zaman aklımız başında olduğu halde mi bunu yapacağız?’
Resûlullah ﷺ şu cevabı verir: ‘Hayır bu esnada akıl kalmaz. (Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o devir insanlarının ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda halk içinde ortaya çıkan akıldan mahrum bir ayak takımı öncekilerin yerine geçer.’
˗ Kim yarım kelime ile dahi olsa bir mü’minin öldürülmesine yardım ederse, kıyamet günü alnında ‘Allah’ın rahmetinden mahrumdur’ yazılmış şekilde Allah’ın huzuruna çıkar. İbn Mâce
˗ Allah katında dünyanın yok olması, bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir. Nesâî, Tirmizî
Allah katilde size kısası farz kıldı. Kendi zatına da, kendi katiline de rahmet yazdı. ‘Kim beni severse onu öldürürüm, onun diyeti ben olurum.’
‣ Bu âyet, Resûlullah’dan ﷺ önceki uygulanan hükümleri silmiştir. Çünkü kısas hususunda yahudiler sadece öldürmeyi, hristiyanlar da sadece diyet alıp affı gerekli görüyorlardı.
Müşrikler ise bazen öldürmeyi, bazen de diyeti gerekli görür, fakat her iki hususta da haddi aşarlardı.
Birbirine düşman iki kabile, savaşa hazırlanırken, bir kabilenin kölesi diğer kabilenin bir kölesini öldürdüğünde, kölesi öldürülen kabile, diğerlerinden daha şerefli ve üstün olduğunu göstermek için ‘Kölemizin karşılığında onlardan bir hür kişi öldürürüz’ derdi. Veya bir kadın, diğer kabileden bir kadını öldürünce, katledilen kadının kabilesi, ‘öldürülen kadınımız karşılığında ancak bir hür erkek öldürürüz’ derlerdi. Yaralananlara karşılık da, karşı tarafa fazla yara açarak kısas yapar, çoğu kez, bu kadarla da kalmazlardı. İşte bu nedenle “Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile kısas olunur” âyeti nazil oldu.
‣ Rivâyete göre; sıradan birisi, eşraftan birisini öldürdüğü zaman, katilin akrabaları maktülün babasının yanında toplanıp ‘Ne istersin?’ diye sorarlardı. O da, ‘Üç şeyden birini’ der, onlar da ‘üç şey nedir?’ derlerdi. Maktülün babası şu cevabı verirdi: ‘Ya çocuğumu diriltirsiniz veya göğün yıldızlarıyla evimi doldurursunuz, veyahut da bana, öldürmem için bütün kavminizi verirsiniz. Bunun dışında bir diyet kabul edeceğimi sanmıyorum.’
Diyet hususunda da, çoğu kez şerefli olanın diyetini, şerefli sayılmayan kimsenin diyetinin birkaç katı sayarak haddi aşarlardı. Allah adil olmaları için bu âyeti indirmiştir. Kurayza ve Nadir kabileleri, aynı kitaba (Tevrat’a) inanmalarına rağmen, Araplar gibi bu hususta haddi aşıyorlardı. ‣ Âyet, Hz. Hamza (r.a)’nın şehid edilmesi hâdisesi üzerine nazil olmuştur.
الْحُرُّ بِالْحُرِّ Sizin katlinizde misli misli ile kısas, benim katlimde misillerden misil vardır. Benim kısasım sizinkilere benzemez. Sizin kısasınızla adam ölür ve fenaya gider. Benim kısasım ise iki cihanda hayat verir ve cinlerin, insanların Rabbinde bekaya eriştirir.
فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ Yani ‘kime hayırlı ve seçkin kimselerden bir bela gelirse’ demektir. O bela ki enbiya ve evliyaya yazılmıştır. O ihsanının mârifetlerinden bir mârifettir. Nimet ihsanlarından bir ihsandır. Kula Allah’a ihsanından dolayı şükrünü eda etmesi vâcib olur.
“İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 60) Amellerle beraber olan bela nimete delalet eder. Şiddet rahatlığın bedelidir.
...ذَٰلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ Vefa cefaya bürünmüştür. İlka (kavuşmak) hayayı celbeder.
فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ Zira nankörlük başlı başına azap ve kendi kazdığı kuyuya düşmektir.
• Burada فى harf-i ceri istiare-i tebaiye ifade eder. Yani öldürülenler, insanı kuşatan bir mekana benzetilmiş. Bu istiare, katletmenin toplumdaki derin izlerine işaret etmektedir. Haksız yere işlenen bir cinayet, bir girdap gibi derinleşir. Toplumun tamamını yutacak kadar giriftleşir. Arkası gelmeyen kan davaları, fâili meçhul cinayetler, büyüğünden küçüğüne, gencinden yaşlısına herkesi içine çeken bir bataklığa dönüşür.
• عَذَابٌ أَلِيمٌ sıfat tamlaması, أَلِيمٌ sıfat-ı müşebbehesi ile, adeta azabın acı çektiğini ifade eder. Öyle şiddetli bir azab ki; kendisi dahi acı çekiyor. Bu da mübalağanın iğrak kısmıdır. (Aklen mümkün, adeten mümkün değil.)