182- Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden veya bir günah işlemesinden korkup da, onların arasını bulursa, ona hiç günah yoktur. Muhakkak ki Allah gafurdur, rahimdir.
Vasiyet edenin hata etmesi veya günah işlemesinden korkan kimsenin (tarafların) arasını düzeltmekte günah yoktur. Vasiyet eden yanlış, haksız bir vasiyette bulunur veya bilmeden bir hata yapacak olursa birilerinin onu ikaz etmesi, uyarması, işi tatlıya bağlaması tavsiye ediliyor.
‘Ben aile arasına girmem, bu bana düşmez, ne yaparsa yapsınlar, benim dahlim günah olur’ diye düşünülmesinin doğru olmadığı bildiriliyor.
Çünkü Hucurat Sûresi, 10. Âyette; “Mü’minler kardeştir, aralarınızı düzeltin” buyruluyor. ‘Demir tavında dövülür’ derler ya. Miras bölünme zamanında yakın, adil, dürüst kimselerin aile içi yanlışlara müdahale etmeleri her iki taraf için de hayırlı olacak. Haktan, doğrudan, taksimi ilâhiden ayrılmamış olmanın huzurunu yaşayacak. Olay o anda kapanacak, arada kin, nefret, suizan, düşmanlık duygusu olmayacak, adi bir dünya menfaati için kardeşler birbirini yemeyecek. Ölen anne babanın ardından bağlar kopmayacak, aile ilişkileri zedelenmeyecek.
Korkudan kasıt şudur: Islâh eden kimse, vasiyet edenin vasiyet ederken bilmeden veya tevil neticesinde haktan sapmaya meylini görür; ya da kasdî olarak müstehak olmayanlara daha çok verip; hak edenin hakkını eksilttiğini ya da hiç vermediğini görür. Bu emareler ortaya çıkınca, vasiyet yerine getirilmeden ıslâh etme işine başlar. Bu ıslah etme, vasiyetteki haksızlık tam yerleşmeden yapılırsa, gayet kolay olur.
Vasiyet eden, vasisi ve şahitler hazır olduğu zaman şöyle der: ‘Ben akrabalarıma değil, uzakta olan yabancılara vasiyet ediyorum; falancanın (hakkı olmadığı halde) payını arttırıyorum veya falancaya (fazla almaya hakkı olduğu halde) noksan veriyorum!’
Bu sözleri dinleyen kimse, hakkında kesin hüküm vermeksizin, onun günah işleyeceğinden korkar. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hakk, ıslâhı ilme değil de zan olan korkuya bağlamıştır.
فَمَنْ خَافَ, ‘Kim bilirse’ manasındadır. خوف ile خشية ilim manasına gelebilir. Çünkü korku zandan kaynaklanan bir haldir. İlimle zan arasında benzerlik vardır, birbirlerinin yerinde kullanılır.
Islâh edici; o kimsenin ölümünden sonra bu işi üstlenecek olan bir yönetici, velî, vasî veya ma’rûfu emreden biri olabilir.
Vasiyet edene adaletli davranmasını telkin eder, mirasçılara da vasiyete engel olmamalarını söyler. Mesela, malının üçte birinden fazlasını vasiyet ederse Müslümanların idarecisi bu vasiyetin, terekenin üçte biri için geçerli olduğunu söyler. Böylece kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçıların arasını bulur.
Veya ara bulucu, vasiyet edenin mirasçılarından bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuğunu görürse, mirasçıların arasını bulmasında bir mahzur yoktur. Mirasçıların terekede belirlenen haklarını kendilerine verilmesini sağlar. Böylece aralarını bulur.
Yine, vasiyet eden, mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet ederek mirasçı akrabalarına bir fayda sağlayıp haksızlığa düşebilir. Mesela: kişi, sağ olan oğullarından birinin çocuklarına (torunlarına) mal vasiyet edip, bu şekilde babalarına fazladan mal vermeyi kastedecek olursa haksızlığa düşmüş olur.
Malı az, mirasçıları çoksa malının üçte birinden daha azını vasiyet etmesini söyler. Yine malı çok mirasçıları az olduğu halde malının üçte birinden daha azını, anne babası veya mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet etmesi halinde, vasiyetini artırmasını mirasçılara da bunu kabul etmelerini telkin eder.
Vasiyet edenin, vasiyetini bozması caizdir, ölmediği müddetçe, vasiyetinden dönebilir, arttırma-eksiltme yapabilir.
İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin malındaki tasarrufları hacr altına alınır (kısıtlanır). O bakımdan vasiyetleri ve teberruları geçerli olmaz.
Âyet neshedilmeden önce haktan sapmak ve günaha girmek; fazlalık yapmak, eksiltmek, hak sahibine hakkını vermemek şeklinde olur, bunun ıslahı da, her hak sahibine hakkını vermekle gerçekleşir.
Âyet neshedildikten sonra ise haktan sapma ve günaha girmeden kasıt, değişik şekillerde olabilir. Meselâ, hastanın bir ikrarı yahut da bir anlaşması ile malının vârislere ulaşmaması yolunda çaba sarf etmesi, malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi; akrabaları fakirken, akraba olmayanlara veya sadaka olarak dağıtılmasını vasiyet etmesi, malını meyhaneye veya kumarhaneye bırakması gibi. Bunun ıslahı, böyle durumlara mâni olunarak yapılır.
جَنَفاً herhangi bir şeye meyletmektir. Kelimenin aslı, dümdüz ve doğru olmaktan sapmaktır.
جَنَفاً bilinmeden yapılan; اِثْماً bile bile yapılan hatadır. Burada tefrik sanatıyla günaha meylin, günahtan ayrı bir şey olduğuna işaret var.
Burada kastedilen kesin karar verilen, niyetten azme dönen günah meyilleridir.
‣ Allahu Teâlâ, âyetin başında, vasiyeti değiştiren kimsenin günahkâr olacağını zikrederek onları tehdit etmişti. Muslih’in ıslah etmesi de bir nevi değiştirmedir. Cenâb-ı Hakk, her iki değiştirmenin de aynı olduğu zannedilmesin diye bunun, öncekinden farklı olduğunu, günahının olmadığını beyan etmiştir. Çünkü bu değiştirme, vasiyeti adalete döndürmektir.
‣ Muslih, vasiyet yapılan malı duruma göre noksanlaştırır. Bu da; kendisine vasiyet edilenin zoruna gidebilir. Aklına muslihin yaptığı bu işte bir günah olduğu vehmi doğabilir. Cenâb-ı Hakk, bu şüpheyi izale edip ‘Ona günah yoktur’ buyurmuştur.
Yani vasiyetle, şâhid tutma ile, vasiyet vâcib olmaz. Muslih, her ne kadar vasiyete ters davransa, ölenin malını sevdiklerinden alıp sevmediklerine verse bile, vasiyeti hakka doğru değiştirdiği için ona bir günah yoktur. ‘Ona günah yoktur’ buyruğu bunun güzel bir iş olduğunu beyan eder.
‣ Toplumun arasını bulurken, ikna edebilmek için çok söze ihtiyaç vardır. Bu konuşmaların içine, bazen uygunsuz sözler girebilir. Niyeti iyi olduğu için, bu gibi şeylerden dolayı muslihe günah yoktur.
Bu âyet-i kerime, çekişenlerin arasını bulmak isteyen kimsenin, bu münazaanın şer’an mahzurlu bir duruma varacağı endişesini taşıdığı zaman dahi, sulh etmesinin caiz olabileceğini gösterir.
‣ Yine âyet-i kerime dal bil işaresi ile, mü’minlerin din kardeşleri hususundaki samimiyetine dikkat çekmektedir. Yani insanın din kardeşini dünyevi bir hususta korumasından daha önemlisi, dini konulardaki hatalardan korumasıdır. Mü’min öyle olmalı ki; değil kendi günahından, din kardeşinin işlediği günahtan dahi korkmalıdır.
Şu dört şey günahtan daha kötüdür:
1- Günahı terk etmemesine rağmen affedilmeyi beklemek.
2- Günahı hemen cezalandırmadığı için Allahu Teâlâ’nın müsamaha gösterdiğini düşünmek.
3- Günah işlemekte bile bile ısrar etmek.
4- Yaptığı ibadeti işlediği günahın karşılığı olarak görüp bağışlandığı düşüncesine kapılmak.
˗ Allahu Teâlâ sanki şöyle demiştir: ‘Ben günahları bağışlayan, günahkâra merhamet eden bir Zât’ım. Böylesine mühim bir meseleyi ıslâh hususunda, çok mihnet ve sıkıntıları göğüslediğin için, rahmetimi ve mükâfatımı sana ulaştırmam lâyıktır!’
˗ ‘Haktan sapmaya ve günaha yönelen vasiyet sahibi vasiyetini ıslâh edince, Allah onu bağışlayıp merhamet eden gafurur rahimdir.’
˗ Islâh eden, arayı bulurken, birtakım uygunsuz söz ve fiillere muhtaç olacak ise, Allah onun maksadının sadece ıslâh olduğunu bildiği için, bu gibi söz ve fiillerinden sorumlu tutmaz, gafurur rahimdir.
Eğer dünyada merhametli insanlar olmasaydı, Allahu Teâlâ’nın rahmeti öğrenilemez ve merhamet hakkında hiçbir fikir edinilemezdi.
‘Rahim’ isminin zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ızdırap içine düşerse düşsün, Allahu Teâlâ’nın mutlaka onu selamete çıkaracağından emindir. İntihar faciasının, Rahim olan Allah’a imansızlıktan meydana geldiğinde şüphe yoktur.
‘Gafur’ ismindeki çokluk manasıyla, bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok olursa olsun, Allahu Teâlâ’nın yine onu sakladığını bildirir. Meydana çıkarıp da sahibini rüsvay etmez. Bu sayede insanlar birbirini sevip güvenirler.
Bir de kişi gizli hatalarından dolayı insanlara karşı utanma hissetmese de vicdanen bu günahın tesirindedir. İşte ‘Gafur’ isminin tecellisi, insanı bu ezadan kurtarmak için kabahatlerini kendi nazarından da örter, unutturur.
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفاً اَوْ اِثْماً Allahu Teâlâ insan ruhunu, kalbini, sırrını âlem-i ervahta güzel sıfatlarla bezenmiş olarak yaratmıştır. Burada anlatılan vasiyet, ruhun yaratıldığı asli halde kalarak, tabiatını, şeriatı aşmadan Allahu Teâlâ’ya ulaşmasıdır. Ancak kul müşahedeye olan meylinden dolayı, mücadele esnasında tabiatını bozar, şeriat sınırlarını aşar. Hallac-ı Mansur’un ‘Ene’l hakk’ demesi gibi.
فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ Ruhu, kalbi, bedeni, sırrı yeniden hakka döndürmekte,
bir günah yoktur. Kamil velayet sahibi, bunu sağlamak için tabiat karanlığından çıkması gerektiğini anlar ve Efendimizin ﷺ getirdiği hükümlerle yolunu düzeltebilir. Peygamberlerin gönderilmesinin bir sırrı da budur.
فَلَا اِثْمَ عَلَيْهِ Birbirinin aralarını muvafakatta bazı ruhsatlı muamelelerde bulunmalarında günah yoktur. Cezbelenen insanların çok azı müstesna, bu cezbeleri çoğunlukla tam doğru değildir. (Ruh, sır ve kalp Allah’ın ﷻ gösterdiği yola ulaşma hususunda muvafakat halindedir. İçteki yolla dıştaki şeriat arasında esasen fark yoktur. Ancak bazı ruhsatlardan faydalanmalarında, cezbe halinde yaptıklarında günah yoktur.)
اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ Yani Allah’a istiğfar ile Rabbine rücu eden salikin kalbine Allah Gafur’dur. (Allah’a ﷻ rücuda salikin kalbi gerileme, ruhsat ile örtüldüğü zaman istiğfar ile Rabbine döner. Bu durumda Allah ﷻ atıfet, lütuf ve rahmetiyle onu bağışlar. Nitekim Efendimiz ﷺ ‘Kalbime öyle şeyler gelir ki günde yüz kere istiğfar ederim’ buyurdu.)
Belagat
✽ فَمَنْ خَافَ cümlesinde havf, zan manasına gelmiştir. Çünkü hoşlanılmayan bir şeyin olacağını zannetmek, ondan korkmak demektir. Havf, lazımı olan zanna isim olarak verilmiştir.
✽ Havf denmesi, korkulan bu şeyin hoşlanılmayan, mekruh bir şey olduğuna işaret eder. Çünkü günah ve hata aslında kendilerinden korku duyulan şeyler değildir.
✽ Islah, bir şeyi salih, düzgün hale getirmektir. Bunun için iki hasmı karşılıklı rızâlaştırmak için aralarına girmeye ıslah denir. Çünkü ifsad olduktan sonra onların arasını düzeltmiştir. Bu harekette bir duhul manası olduğu için ‘Aralarını düzeltti’ denilir.