187- Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz (fenalığa karşı koruyan örtüsünüz). Allah nefsinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi ve bunun için tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı, artık onlara geceleri yaklaşabilirsiniz. Allah’ın size yazıp takdir ettiği (üremeyi) dileyin ve sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar orucu tamamlayın. Fakat mescitlerde itikaf halindeyken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırıdır sakın o sınıra yaklaşmayın. Allah âyetleri böylece açıklar ki, yasaklardan korunsunlar.
Dinimiz sadece İslâm’ın beş şartını yerine getirmekten ibaret değil. O beş şart İslâm binasının sadece direkleri; binaya duvar lazım, taban lazım, tavan lazım, iç mimari, dış mimari lazım. İslâm binası da itikat, ibadet, ahlâk temeli üzere oturan farz, vâcib, sünnet, mendup görevlerle yükselen bir bina. Ahirete yönelik olanları varsa da asıl dünyamızı, yaşantımızı, huzurumuzu sağlayan hükümlerle doludur. Bunlara dinin muamelat kısmı denir. Kur’ân’da, insanlarla olan ilişkileri düzenleyen, günlük hayatı kolaylaştıran, psikolojik durumu göz önünde bulunduran, iç ve dış dünyayı ıslah edip fesatlardan kurtaran yüzlerce hüküm vardır. Rabbimiz insanı ahseni takvim olarak mahlukun en şereflisi olarak yaratmış, gözünün önüne bir kainat kitabı, bir de konuşan vahiyle gelen kitap açmış. Bu kitapta ‘Oku, öğren, yaşa, imtihanını güzel ver ve gerçek hayata, ebedi huzura kavuş’ denmiş âdemoğluna. Yüce kitabında imana, ahlâka, muamelata, günlük hayatın her meselesine yer vermiş. Ta ki yanlış bir iş yapıp da zarara uğramasın, zahmet çekmesin. Onun için Kur’ân-ı Kerime ‘kulluk kitabı’ denilir.
Bir kul bütün hareket ve sekenatında nasıl muamele edeceğini Yaratıcısına sorsun, O’nun kitabından öğrensin diye 23 senede âyetleri aheste aheste, sindire sindire, sebepler zincirine mutabık olarak inzal buyurmuş.
Bu âyet de muamelata yönelik bir müşkülü çözmek, bir zorluğu kolaylaştırmak için nazil olmuş. Ramazan gecelerindeki ailevi ilişkilerin sınırını çizip ümmeti rahatlatmış, geçmişte yapılan hataları affedip yeni hüküm bildirmiş. Eşleri birbirini örten, koruyan, hıfz eden örtüye benzetmiş. Nefsin serkeşliğinden koruma amaçlı sahura kadar yiyip içmeyi, cinsel yakınlığı helal kılmış. Yalnız itikafa girenlere cinsel yakınlık yasaklanmış. Ta ki; Rabbiyle baş başa kaldığı sayılı günlerde konsantresi bozulmasın, işin içine nefis girmesin. Huşu, hudu, kalp huzuru zedelenmesin. Ramazanın son on gününde mescidde itikaf eden Resûlullah’a ﷺ ittiba edebilsin.
Bu konunun hududu da bu âyetle belirlenmiş, artık o hududa yaklaşmamak, haddi aşmamak, takva üzere olmak, her konuyu kulluk kitabına, Efendimizin ﷺ hitabına uygun yapmakla yükümlüyüz.
✽ ✽ ✽
‘لَيْلَةَ الصِّيَامِ / oruç gecesi’ ifadesiyle, ‘oruç tutulan geceler’ manası kastedilmiş, müfred kelime, cemi manada kullanılmıştır.
‘الرَّفَثُ / Refes’ kelimesinin aslı, kötü söz söylemektir. Sonra ‘cima’ manasına gelen sözlerin kadınların yanında söylenmesine isim olarak verilmiş, cima ve cima ile ilgili şeylerden kinaye edilmiştir.
‘Refes’ kelimesi افضاء / katılıp, karışmak manasını tazammun ettiği için الى harfi ceriyle müteaddi olur. (Tazmin)
İbni Abbas Hazretleri, refes’in cima hakkında kullanılması için şöyle demiştir: Allahu Teâlâ halim ve kerim olduğu için açıkça zikretmek yerine kinaye ile getirmiştir.
‣ Eşler birbirini başkalarının nazarından korur.
‣ Eşlerden her biri diğerini, ‘Kim evlenirse, dininin üçte ikisini korumuş olur’ hadisinde buyrulduğu gibi, helâl olmayan şeylerden korur.
‣ İnsan kendi elbisesini, nasıl kendisine tahsis ederse, hanımını da kendi nefsine tahsis eder. Elbisesinde olduğu gibi, bedenini karısının bedenine bitiştirmeye lâyık bulur.
‣ İnsan elbisesi vasıtasıyla soğuktan, sıcaktan ve birtakım zararlardan korunduğu gibi, Allah ﷻ eşi vasıtasıyla, olabilecek birçok kötü durumdan onu korumaktadır. Eşi bulunmasa o bozuk taraflar ortaya çıkacaktı.
‣ Karı-koca sarıldıklarında, her biri diğeri için, adeta üzerine giydiği bir elbise gibi olur.
‣ Elbise temiz olmalıdır. Eşler de temiz olmalı; kadın afife, erkek iffet sahibi olmalıdır.
‣ Eğer kadınlar, erkekler için örtü olacaklarsa, kız çocuklarını çok iyi eğitmek zorundayız. Erkekleri örtecek, koruyacak biçimde hem onları, hem de erkek evlatları eğitmeliyiz. Yani verdiği kararlarda, uygulamalarda, cennet yolunda ne kadın erkeğe ayak bağı olmalı, ne de erkek kadına ayak bağı olmalı.
Eğer kadın erkeğe, erkek kadına dini yaşama hususunda ayak bağı olmaya başlamışsa, bu bizim onlara gerekli eğitimi, gereken önemi vermediğimizden kaynaklanır.
Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen erkeklerin kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar.
‣ Elbisenin rengine, desenine, dokusuna, yumuşaklığına, sağlamlığına dikkat ettiğimiz gibi eşlerimizin de dinine, ahlâkına, faziletine dikkat etmeliyiz.
‣ İnsan başkalarına elbisesi ile görünür, kendisini elbisesi ile tanıtır. Elbisenin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı, dış dünyaya mesaj verir. Elbisenin güzelliği insanın kendini önemsediğini ve önemli olduğunu gösterir. Kirli, pejmürde, dağınık, yırtık bir elbise kişinin kendine değer vermediğini ifade eder. Elbise, kişinin kimliğini ortaya koyar. Elbisedeki her kusur, sahibine mal edilir.
İnsanın eşi de, kimliğidir. Onu yıpratırsa, bakımını ihmal ederse, perişan ederse, önce kendine zarar vermiş olur. Kişiliğini kaybeden, öz güvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sadece onu değil, insanın kendini de önemsemediği anlamına gelir.
‣ Elbise insanı hem güzelleştirir, hem de saklanması gereken yerleri örter. Bir nevi elbisesi kişinin sırdaşıdır. En gizli saklı yerlerine dokunur ama başkasına göstermez. Eşlerin de kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Birbirleri hakkında başkalarının bilmediklerini bilirler. Elbise, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için vardır. Eşinin hata ve kusurlarını saklayıp örtmek yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışan kişi, eşinin elbisesi olamaz.
‣ Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Elbiseler insanlar giyince değer kazanır. İnsan elbiseyi giyince, elbise de insanı giyinir. Kendisinde kişilik olmayan bir insan, çok güzel bir elbise giyerek kişilik sahibi olmaz. İyi bir elbise giymekle kalite kazanılamayacağı gibi, iyi bir eş bulunca da iyi evlilik garantisi yoktur. Eşler arasındaki uyum, onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. İnsanın giydiği elbiseye göre yürümesini, durmasını, ona göre davranmasını bilmesi gerekir.
‣ Soğukta, fırtınada insan elbisesine daha sıkı sarılır. Aksini yapıp dış tehditlerden elbiseyi sorumlu tutmak haksızlık ve akılsızlıktır. Her sorunda boşanmayı düşünmek, soruna evliliğin yol açtığına inanmak, ‘Bu elbiseyle üşüyorum’ diye elbiseyi üstünden çıkarıp atmaya benzer. Aslında elbise en çok o zamanlarda lazımdır. Eşler birbirine sıkıca sarılmazsa, gelen ilk rüzgar elbiselerini alıverir, birbirlerinden uzağa düşerler.
Mevsimler değişince, insan da elbisesini değiştirir. Soğukta kalın, sıcakta ince giyilir. Eşler de birbirlerinin psikolojik durumlarına göre kendilerini değiştirmelidir.
İdeal elbise ne çok kalın, ne de çok ince olmayandır. Eşler de ne çok incelikten kırılmalı, ne de çok kalın, anlayışsız, kaba olmamalıdır.
‣ Naylon elbiseler vücuda zararlıdır. Eşler de samimi olmalı, birbirine karşı ikiyüzlülükten, sahtelikten uzak bulunmalıdır.
‣ Efendimiz ﷺ ‘Elbiseye kul olan kahrolsun’ buyurarak, önemli olanın dış güzellik değil, ruh güzelliği olduğunu bildirmiştir. İnsan da eşini çok fazla önemseyip takmamalı, kendini geliştirip kulluk yolunda ilerlemeye önem vermelidir.
‣ Bir elbise yıkama-ütüleme kurallarına uygun kullanılmazsa defolu hale gelir. Mesela düzeltmek için kullandığımız ütü çok sıcak olursa, elbise yanar. Bunu eşimizi düzeltmek için kullandığımız tenkitlere benzetirsek, fazla tenkitler onun ruhunu yakar. Yıkarken çok sıcak su kullanılırsa solar, çeker. Yün bir elbise ise iyice genişler. Ağır deterjanlar elbisenin rengini bozar. Eşler de birbirlerinin kumaşını iyi tanımalı, dengeli yaklaşmalı, kaldıramayacağı ağır temizleme metodları kullanmamalı, çok fazla kızıp küsmemelidir.
Allah ﷻ, yatsıdan sonra cima etmek sûretiyle işlediğiniz günahları, yatıp uyuduktan sonra, kalkıp yemek yediğinizi bilir.
Allahu Teâlâ günahı, hıyanet olarak isimlendirmiştir. Çünkü Allah ve Resûlüne isyan eden herkes, hem kendisine hem de Allah’a hıyanet etmiş olur.
Hıyanet, emanetin zıddıdır. Bir şey bir şeye vefa göstermediğinde hıyanet etmiş olur. Ahdinde durmayan kimseye de hain denilir. Kendisinden vefa beklenirken, zulmetmiş, ahdini bozmuştur. Borçlu kimseye de hain denilir. Çünkü borcunu aldığı gibi ödememiştir.
Hıyanet ve nifak anlam olarak birdir. Ancak hıyanet-hainlik, sözleşme ve emanet ölçü alınarak söylenirken, nifak din ölçü alınarak söylenir.
‘İhtiyan’ hıyanet kökünden türemiş olup hıyaneti düşünmek, hainliğe niyet etmek anlamındadır.
Takdiri manası, “Siz tevbe ettiniz, O da sizin tevbenizi kabul etti.”
“Sizi affetti” Bütün gece boyunca, size yemeyi, içmeyi ve cinsî münasebette bulunmayı mubah kılarak Allah size genişlik tanıdı. عَفاَ fiili bazen genişletme ve hafifletme manasına kullanılır.
Seher vaktinde top veya davulla sahura kalkan Müslümanların köyü ve şehri, uzaktan bakıldığında pencerelerden sızan ışıklarla papatya tarlası gibi görünürler.
Pencerelerinden parlayan ışık, gönüllerindeki ışığın yansımasıdır. Yanı başındaki karanlık gözler gibi pencereleri yanmayan evlerde de insan vardır, ama orada yaşanan kabir hayatıdır. Yanan ışıklar gönüllerdekinin görüntüsüdür.
Sahurda çalan davullar, seferberlik ilanı için çalınan davullar gibidir. Sahur yemeğiyle beraber niyet ederek sabır taşını yutmak sabırla özdeşleşmektir.
Sahura kalkmak ve sahuru geciktirmek iftarı ise acele yapmak sünnettir. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Üç haslet peygamberlerin ahlâkındandır. İftarı acele etmek, sahuru geciktirmek, misvak kullanmak.’
‘Sahur yemeği yiyiniz. Çünkü sahurda bereket vardır.’
‘Sahurun hepsi berekettir. Onu bırakmayın! Velev ki biriniz bir yudum su olsun içsin. Çünkü sahura kalkanlara Allah rahmet eder ve melekleri istiğfar eder.’
‘Bizim orucumuz ile Kitap Ehli’nin orucu arasındaki ayırıcı özellik sahur yemeğidir.’
Yasağın hemen peşinden gelen emirler mubahlığı ifade eder.
‘Mübaşeret’ kelimesi ‘cima ve benzeri şeyler’ manasına gelir.
‘Yazdığı şey’ kıldığı, koyduğu, takdir ettiği şey, Allah’ın Levh-i Mahfuz’da yazdığı takdir-i ilâhi’sidir. Allahu Teâlâ kulları hakkındaki her hükmü, Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.
Veya ‘Allah’ın ﷻ yazdığı şey’ Kur’ân’da bu fiillerin mubah olduğunu yazdığı âyetlerdir. (Sıfatlı kinaye)
Allah’ın yazdığını aramak nasıl olur?
‣ ‘Münasebette bulunarak Allah’ın sizin için takdir ettiği çocuğu isteyin.’ Yani, sırf şehvetinizi gidermek için değil, nikâh ile çoğalmayı temin etmek için münasebette bulunun, demektir. Hz. Peygamber ﷺ ‘Evlenin, çoluk çocuk sahibi olun ve çoğalın’ buyurmuştur.
‣ ‘Allah’ın ﷻ size helâl kılmadığı haram mahalli (arka tarafı) değil, Allah’ın sizin için yazdığı ve helâl kıldığı mahalli isteyin.’
‣ Âyetteki tekidin takdiri: ‘Bundan sonra münasebette bulunun ve size daha önce haram iken Allah’ın helâl kıldığı bu münasebeti isteyin.’
‣ Kadına yaklaşmak, hayız, nifâs, iddet ve dinden dönme gibi sebeplerle bazen haram olur. Buna göre mana, ‘Müsaade edilen vakitlerde münasebette bulunun’ demektir.
‣ ‘Bu mübaşereti ancak helalinizden isteyin.’
‣ ‘Kadir gecesini ve eğer bulursanız, Allah’ın sizin için o gecede takdir ettiği mükâfatı taleb edin, arayın.’
İnsanın kalbi şehvet ve lezzet arayışı ile meşgul olursa, taât, kulluk ve huzur-u İlâhi’de bulunmak için bir boş vakit bulması mümkün değildir.
Ama kişi şehvetini teskin edince, kulluğunu yerine getirmesi için boş vakit bulabilir. Buna göre âyetin takdiri, ‘Bundan sonra münasebette bulunun ve kulluğunuzu yerine getirme hususunda ihlâsınıza mâni olan bu gibi düşüncelerden kurtulun; böylece namaz, zikir, tesbih, tehlil ve Kadir gecesini arama gibi ibadetlerle kul oluşunuzdaki Allah’ın takdir ettiği ihlâsı arayınız’ şeklinde olur.
Bu âyetin nüzulünden önce, gece uyuduktan sonra, yeme, içme ve cimâ haramdı. Şayet, âyette ‘Artık onlarla mübaşeret edin’ buyruğu ile yetinilseydi, yeme ve içmenin de mubah kılındığı bilinemezdi. Yeme ve içmenin mubahlığına tam delâlet etsin diye, ‘yiyiniz, içiniz’ ifadesi de eklenmiştir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)
Adiyy b. Hatim şöyle anlatır: Beyaz ve siyah iki iplik aldım, onları yastığımın altına koydum. Geceleri ikide bir kalkıp onlara bakıyordum. Fakat bir türlü beyazını siyahından ayırt edemiyordum. Sabahleyin Hz. Peygambere ﷺ gelip, durumu anlattım. Bunun üzerine güldü ve, ‘Sen arîzül kafa (kalın kafalısın). Bu, o manada değil gündüzün beyazlığı (aydınlığı) ile gecenin siyahlığı (karanlığı) manasınadır. Şayet o beyaz iplik ve siyah iplik senin yastığının altına girebiliyorsa senin yastığın ne kadar büyükmüş!’ buyurdu. (Yani, senin yastığın ne kadar büyükmüş ki ufukları altına alabiliyor demek istemiştir.) Bu hadis, âyette gündüzün başlangıcındaki beyazlık ile, gecenin sonundaki siyahlığın kinaye edildiğini gösterir. (Ayrıca her mecazı hakikat anlamanın da kalın kafalılık olduğuna işaret vardır.)
الْفَجْرِ fecre, kendisinden ışık saçıldığı için ‘fecr’ denilmiştir. Bu da fecr-i kâzibte değil, fecr-i sâdıkta olur.
Fecr-i sâdık ile fecr-i kâzib arasındaki fark şudur: Fecri kâzib ince doğar, fecr-i sâdık ise ince olarak gözükmeye başlar ve ufukta uzayarak yükselir.
مِنَ الْفَجْرِ ’deki مِنْ harfi teb’iz (bazılık, kısmilik) ifade eder. Çünkü burada dikkate alınacak olan fecrin tamamı değil, bir kısmıdır. Tebyin (açıklama) manasında olduğu da söylenmiştir. Buna göre sanki ‘Fecrin kendisi olan beyaz iplik’ denilmiştir.
حَتّٰى edatı intiha-i gaye içindir, fecr-i sâdık doğunca münasebetin, yemenin ve içmenin sona erdiğine delâlet eder.
Sahur vaktinin bittiğini fark etmeden yemeğe devam eden kişi orucunu kaza eder. Yine güneşin battığını sanarak bir kimse iftar etse, o da orucunu kaza eder.
اِلَى kelimesi, intihâ-i gaye (bir şeyin devam edeceği son noktayı bildirmek) içindir. Buna göre oruç gecenin girmesiyle sona erer.
Hanefiler bu âyete dayanarak, oruca geceden niyetlenmenin ve orucu tayin etmenin, orucun sıhhati için şart olmadığını söylemiştir.
Yine Hanefiler bu âyetle, eksik bırakılan nafile orucun tamamlanmasının vâcib olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü ‘Orucu geceye kadar tamamlayın’ buyruğu vücub ifade eder, her tür orucu içine alır.
Müslüman, her şeyin insan için yaratıldığını, yaratılanlar arasında en güçlü olanın insan olduğunu bilir. Ancak bu bilgisi onu kibirlenmeye götürmez. Oruçlu olduğu anlarda bir bardak su, bir çeyrek ekmeğin karşısında otururken ne kadar aciz olduğunu da anlar. Minareden duyulan ‘Allahü ekber’ nidasıyla aciz belini onun verdiği gıdalarla doğrultmaya başlar. Yazın yakan sıcağında bir bardak suyu, kışın donduran soğuğunda bir bardak çayı midesine değil, azan, azdıran nefsinin kabaran istekleri üzerine dökerek Cehennemdeki ateşini söndürür.
Resûlullah ﷺ iftar ettiği zaman şu duayı okurdu: ‘اَللّٰهُمَّ لَكَ صُمْتُ وَعَلٰى رِزْقِكَ أَفْطَرْتُ / Ey Allahım senin rızân için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açıyorum.’
Her iftar vaktinde Allah tarafından (cehennemden) azad edilen kimseler bulunur. Bu, (Ramazanın) her gecesinde olur. Hadîs-i Şerîf İnsanlar iftarı ta’cil edip (geciktirmedikleri) müddetçe hayır üzere devam ederler. Öyleyse iftarı tacil edin (ilk vaktinde orucunuzu açın).
Çünkü yahudiler, iftarlarını tehir ederler. Hadîs-i Şerîf
Resûlullah ﷺ Hz. Bilal’e: ‘Yemek ye, ey Bilal!’ demişti. Hz. Bilal ‘Ben oruçluyum!’ dedi. Bunun üzerine Efendimiz ﷺ ‘Biz rızıklarımızı yiyoruz. Bilal’in rızkının fazlı cennettedir. Ey Bilal yanında yemek yenen oruçlunun kemiklerinin tesbih ettiğini ve meleklerin de onun için istiğfarda bulunduğunu hissettin mi?’ buyurdu.
Bu tabirin muhtevasına her türlü mübaşeret dahildir.
Allahu Teâlâ oruçlu iken münasebetin haram olduğunu bildirince, itikaftaki cima yasağının da, oruçtaki gibi sadece gündüze münhasır olduğu anlaşılabilirdi. İtikafta münasebet yasağının hem gündüz hem de gece geçerli olduğunu beyan etmek üzere ‘Mescitlerde itikafta iken onlarla mübaşerette bulunmayın’ buyurmuştur.
İtikaf lügatta, taât ya da günah olsun kişinin bir şeye devam etmesi ve kendisini ona adaması, bir yerde durup ayrılmamak, hapsolmak, yerinde kalmak gibi manalara gelir.
Şer’î örfte: ‘Allah’ın rızâsını kazanma düşüncesiyle, ibadet maksadıyla belli âdab çerçevesinde mescidde kalma’ya itikaf denir.
İtikafa giren kimseye mu’tekif denir. İtikaf, yılın herhangi bir zamanında sünnettir. Ramazan’da ise müekked sünnettir.
Efendimiz ﷺ, Medine’ye hicretlerinden irtihallerine kadar hiç terk etmeden her sene Ramazan ayının son on gününde itikaf yapmışlardır.
‘Ramazan’ın yirmisi geldiğinde yatağı dürer, izarını bağlar, ibâdete hazırlanır ve ehl-i beytini de ibâdete hazırlardı.’
İtikâf, eski şeriatlardandır. Mu’tekif, mescidde kalır, namaz, tilavet ve tefekkür gibi ibadetin çeşitleriyle, dini ilim öğrenmek ve öğretmek gibi hayırlı işlerle meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim okumaya, Hadîs-i Şerîf okuyup öğrenmeye, Peygamberimiz ve diğer peygamberlerin siyerlerini okumaya, fıkıh okumaya, yazmaya devam eder. Dünyevî meşguliyetleri terk eder, hayırdan başka söz söylemez.
İtikaf nâfile bir ibâdettir. Sadece nezredilmek sûretiyle vâcib olur.
‘Allah rızâsı için şu mescidde şu kadar müddet itikaf yapmaya niyet ettim’ demekle bunu nefsine vâcib kılar. Kalbinden geçirirse de niyet yerine geçmiş olur. Bu niyetle mescide giren kimse Cuma namazı gibi dini bir vecibe, abdest almak, gusletmek, abdest bozmak gibi zaruret olmadıkça mescidden ayrılmaz. Aksi takdirde itikafı bozulur.
Şâyet itikaf yaptığı mescidin cemaatinin dağılıp cemaatle namaz kılınmaması, mescidin yıkılması, zorla mescidden çıkarılmak gibi zaruri bir sebeple veya canı-malı için tehlike zuhur ederse mescidden çıkabilir. Ancak hemen başka bir mescide girmelidir.
Kaza-i hâcet için dışarı çıkan, içeri gireceği vakit yeniden itikafa niyetlenmelidir. Ancak ilk girerken on gün kalmaya niyet ettiyse yeniden niyet mecburi değil, fakat efdal olan yeniden niyet etmektir. Eğer özürsüz olarak mescidden çıkarsa veya bir özürden dolayı çıkıp özrü zail olduktan sonra hemen mescide dönmez ise vâcib itikaf bozulur, nâfile itikaf ise sona ermiş olur.
İtikâfı erkekler mescidde yerine getirirler, bu şarttır. Kadınlar, evlerinin mescid olarak tanzim edilen odasında itikaf yapabilirler. Bu meşrudur, fakat mescidde itikafa girmeleri câiz değildir.
İtikafta bulunan kimsenin, hanımına şehvetsiz olarak dokunması caizdir. Çünkü Hz. Aişe, Hz. Peygamber ﷺ itikafta iken, başını tarıyordu.
Mütekif kendisi ve çocuklarının nafakası için muhtaç olursa, alıp satacağı malı mescidde bulundurmaksızın alışveriş yapabilir. Malı bulundurması mekruhtur.
Hz. Ali’ye göre itikaf ancak Mescid-i Haram’da yapılabilir. Huzeyfe (r.a) şöyle demiştir: Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de ve Beytü’l Makdis’de itikâfa girmek caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, ‘Ancak şu üç mescide; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidime yolculuk yapılır’ buyurmuştur.
Ebû Hanife, ‘İtikâf ancak, devamlı bir imamı ve müezzini bulunan mescidde yapılırsa sahih olur’ demiştir.
Şâfiî (r.a) ise, ‘İtikâf bütün mescidlerde caizdir; fakat cuma namazı için camiden çıkmaya gerek kalmasın diye, büyük camilerde yapılması daha uygundur’ demiştir. Çünkü âyet, bütün mescidleri içine alan umumî bir kelime kullanmıştır.
Kur’ân kursu, medrese, yurt gibi amme hizmeti için yapılan vakıf binaların mescidleri de içinde beş vakit namaz kılındığı zaman diğer mescid ve camiler gibidir. Hükmen mesciddir. Bütün yeryüzü hükmi mesciddir. İtikaf hakiki mescidde olur.
İtikâf oruçsuz da caizdir, fakat oruçlu iken yapılması efdaldir. Ebû Hanife, ‘itikâf için oruç şarttır’ demiştir.
Şâfiî ‘İtikâf için bir zaman belirlenmez. Eğer bir kimse bir saatlik itikaf yapmaya nezretmişse, bu kadar zaman itikâf yapar” demiştir. Ebû Hanife ise, fecrin doğması ile girip, güneşin batması ile çıkma şartıyla bir günlük itikâftan daha azına cevaz vermemiştir. En fazlası on gündür.
Resûlullah ﷺ mütekif hakkında: ‘O, günahları hapseder ve bütün hayırları işlemiş gibi ona hayırlar kazandırır’ buyurmuştur.
˗ Oruç ibâdetiyle iç disiplini kurarken, bir süre dünya işlerinden el ve eteği çekip Cenâb-ı Hakk’ın yüksek kudretiyle baş başa kalmak, insanı ruhen olgunlaştırır.
˗ Allah’a daha çok yakın olmamızı ve rızâsına erişmemizi sağlar.
˗ Kalpteki iman nurunu arttırır, ruhu kuvvetlendirir, basireti açar.
˗ İtikafı yapan kişiden insanlar selamet bulur, o da insanlardan kurtulmuş olur.
˗ İtikafta dünyanın sıkıntılarından ve tüm aldatıcılığından yüz çevirmek vardır. Bu da doğruluk ve ihlas yolunun ilk basamağıdır.
˗ İtikafta Allah ile ünsiyet, tevekkül ve rızka razı olmak vardır. Zira insanlarla beraber olmak insanı günlük geçim sıkıntılarına zorlar ve ona külfet yükler. İnsanların içinde olan ve geçim peşinde koşan kişi çoğu kere haram ile helali tefrik edemez, böylece helake düşer.
˗ Halvete çekilen kişi insanları idare edip, onlara yağcılık yapmaktan, insanlara karışmaktan doğan isyan, hata ve günahlardan kurtulur.
Tasavvuf kişinin haram şüphesi bulunan ve tehlikesi olan her şeyden kaçınmasıdır. Ve dilini boş sözlerden korumasıdır.
Halvetten maksat da budur. Halvet kesrette vahdettir. Yani çokluğun içinde yalnızlıktır. Yoksa halvet insanlardan tamamen ayrı bir yerde tek başına kalmak değildir. Bizim yolumuz Efendimizin ﷺ ve ashabı kiram hazeratının yoludur. Efendimiz ﷺ erbain tayin etmediler. Ramazanı şerifin son on gününde itikaf yaptılar. Erbaini Hz. Mûsâ yaptı. Üftade Efendi
‘Bunlar’ kelimesi âyetin başından buraya kadar tafsilatlı bir şekilde anlatılmış bütün hükümlere işarettir.
‘Hudud’ ‘Had’ kelimesinin çoğuludur. ‘Had’ men etmek anlamındadır. Sözlükte iki şey arasındaki engel demektir. Daha sonra Yüce Allah’ın kulları için teşrî’ buyurduğu hükümler hakkında kullanılmıştır. Allah ﷻ, tayin ettiği sınırlarını tecavüz etmeyi men etmiştir. Kelamcılar, efradını câmî ve ağyarını mani (gerekli unsurları kendisinde toplayıp, gereksiz unsurları dışta bırakan) sözlere ‘hadd’ (tarif) ismini vermişlerdir.
‘Bunlar Allah’ın sınırlarıdır’ cümlesinden sonra ‘onlara yaklaşmayınız’ buyruğu gelirse bundan kasıt, yasaklar ve haramlardır. Eğer ondan sonra ‘onları aşmayınız’ buyruğu gelirse maksat Allah’ın hükümleridir. Şayet ‘hudud’ ile genel olarak bütün hükümler kastedilirse o takdirde Yüce Allah’ın: ‘Sakın onlara yaklaşmayınız’ buyruğu, onları değiştirmeye kalkışmayınız, ya da hak alan ile batıl alanı birbirinden ayıran sınıra yaklaşmayınız, demek olur. Tıpkı ‘Her kim yasak bölgenin etrafında dolanır durursa fazla geçmez ona düşer’ hadisindeki yasak bölgeye yaklaşmanın men edildiği gibi.
فَلَا تَقْرَبُوهَا ‘Allah’ın sınırlarını ve kanunlarını değiştirmeye kalkışmayın.’
Allah’a itaatta bulunan ve şeriata göre amel eden kimse, hak tarafındadır. Bundan dolayı haddi (sınırı) aşmaktan nehyolunmuştur. Çünkü haddi aşan kimse dalâlete düşer. O tarafa gitmek şöyle dursun aksine oradan uzaklaştırmada mübalağa ifade etmesi için, sınıra yaklaşmak nehyolunmuştur. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Her melikin bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haramlarıdır. Kim koruluğun etrafında otlarsa, koruluğa girebilir’ buyurmuştur.
‘Âyetler’ sözünden murat, Allahu Teâlâ’nın açıkladığı farzlardır.
Yani, ‘İşte bu yeterli, açık ve tam olan beyanındaki gibi, insanlara hatırlatır.’ Bu ifadeden maksad, Cenâb-ı Hakk’ın açıklamasını yüceltmek ve mahlûkatına olan rahmetinin büyüklüğünü göstermektir.
İslâm’ın ilk yıllarında oruçlu iken, uyumadan veya yatsı namazını kılmadan yemek, içmek ve cinsi münasebet helâldi. Kişi uyuduğu ve yatsı namazını kıldığı zaman, ertesi akşama kadar yeme, içme ve cinsi münasebette bulunması haramdı. Daha sonra Allahu Teâlâ, bu âyetle bu hükmü neshetti.
Ensardan biri yatsı vakti, iyice yorulmuş halde evine geldi. Hanımı yemeği hazırlayana kadar uyuya kaldı. Uyanınca sahuru kaçırdığı için, ertesi günün orucuna yemek yemeden, su içmeden niyetlenmek zorunda kaldı. Hz. Peygamber ﷺ namaz vaktinde ona, yorgunluk ve halsizliğinin sebebini sordu. ‘Yâ Resûlallah, bütün gün akşama kadar hurmalıkta çalıştım. Akşam evime geldiğimde, ailem yemeği getirmekte gecikti. Bu arada ben de uyumuşum. Derken beni uyandırdılar; böylece de bana, yemek içmek haram oldu’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer de ayağa kalkarak, ‘Ey Allah’ın Resûlü, ben de sana buna benzer bir mazeret beyan edeceğim. Yatsı namazını kıldıktan sonra, eve geldim ve zevcemle münasebette bulundum’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Ey Ömer, bu sana yakışmadı’ dedi. Daha sonra, pek çok kimse de ayağa kalkarak, bu türden yaptıkları şeyleri itiraf ettiler.
İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu.
Te’vilâtı’n Necmiyye’den...
Âyetin tahkikinde şöyle bir işaret vardır: İnsanın havastan olması, ruhani ve hayvani vasıflardan tezkiyesi ve olması gereken hallere bürünmesi hasebincedir.
Bazen ruhani sıfatların hükmü galebe eder. Nurani ruhani gündüzlerin ziyasında Rabbani varidatlar olur. Bu hal onlar için nefsani meşreplerden müstağni kılan bir sekr halidir.
İnsani lezzetlerden oruçludurlar. Bu hal ile baki olup celal sıfatlarının satvesiyle nefisleri telaşlanır. Bedenlerin yaşadığı şeylerden ruhları hayran olur. Kasas 72’de “De ki: ‘Haber verin; eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyamet gününe kadar sürekli kılarsa, size içinde dinleneceğiniz bir gece getirecek Allah’tan başka ilâh kim? Hâlâ görmeyecek misiniz?” buyrulduğu gibi.
Bazen de duaları ve hayvani istekleri nisbetinde insani sıfatların gece zulmetine döndürülürler. Bu durumda tabii hayvani adetlerinin hükmüne dönerler. Eğer bu hal üzere kalırlarsa afetlerin hücumuyla kalpleri ölür. Hakikatten kaybettiklerini kaybederler.
Allah rahmet perdesini açıp onları has kılar ki sakin olup istirahat etsinler. اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ Oruç gecesi; yani içinde istirahat edip yarının orucuna hazırlandığınız gece.
الرَّفَثُ اِلٰى نِسَائِكُمْ Dünya metaından nefsin metalanması, erkeğin kadında tasarruf etmesine benzetilmiştir. Dünyevi hazlar, erkeğe, kadın da nefse teşbih edildi. Yani dünyevi metalar, arzular nefse hakim konumdadır. Nefis onlara hakim konumda değildir.
هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ Yani Varlık sıfatının zulmet libası, insani hazlarla metalanmakla sizi örter. Ta ki; şuhud güneşinin hararetinden doğan tecelli-i celal satveleri sizi yakmasın.
وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ Yani sıfatı hamidenizin libası, salih amellerinizin nurları ile dünya ayıplarını örtersiniz. Nefsin şehveti ve lezzeti ile metalanırsınız. Resûlü zîşan şöyle buyurdu: ‘Salih mal salih kişi için ne güzeldir.’
Mal, melundur. Resûlullah ﷺ mal hakkında ‘Dünya melundur, içindekiler melundur, zikrullah ve zikre döndürenler müstesna’ buyurdu. Ancak bu melun mal, salih adamın salahına sebep olunca ‘Salih’ diye adlandırıldı.
عَلِمَ اللّٰهُ Beşeriyet hassasiyetiyle اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ Nefsinizin zaafını ve şehvetinizin istilasıyla talep gecelerinde hayvani hazlarınızı yerine getireceğinizi bildi.
فَتَابَ عَلَيْكُمْ Kalbinize inayet nazarı ile nazar edip, وَعَفَا عَنْكُمْ Sizden hidâyet nurları ile zulmet sıfatlarının eserini sildi. فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ Nefsin hazlarına mübaşerette zaruri ihtiyaç miktarı faydalanmaya emirle ruhsat verildi, tabiatla değil.
وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ Bu mübaşeretin kuvveti ile âli makamları, yüce dereceleri arayın.
وَكُلُوا وَاشْرَبُوا Yani hazlarla metalanın, ta ki uyanık gecelerinde insani ihtiyaçları gideresiniz.
حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ Yani celal sıfatlarının şemsinin nurunun eseri zuhur etsin, sarhoşluk gündüzünde zulmani sıfat ve emeller silinsin.
ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ Ruhani ve hayvani meşreplerden metalanın.
اِلَى الَّيْلِ Sekr halinden sonra uyanık gecelerde. Rızkın kabz ve bast halinde taksim olduğu gibi diğer haller de kabz ve bast haline taksim olmuştur. Ziyade, noksan, verimli, çorak, ayrı, beraber, almak, reddetmek, keşf, örtmek, sabit, silinmiş, fena, beka, telvin, temekkün vb.
وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ Yani kalplerinizi hazlarla, ruhlarınızı istirahatle, sırlarınızı gayrıya izharla meşgul etmeyin.
وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَ في الْمَسَاجِدِ Allah’a ﷻ yakınlık ve vesile makamlarında, hazairul kudsde mücavir olup, üns meclislerinde bulunarak, bazı vakitlerde insani zaruretlerle, nefsin son derece muhtaç olduğu miktarla iştigal edin. Kalple, ruhla, sırlarla, Hak’la olun. Halktan uzak durun. Bu temekkün ehlinin makamıdır.
Eğer siz nefislerinizle meşgul olursanız sizinle aramızda hicap olur. Bizimle, bizde kaim olursanız bizden kendinize dönmeyin.
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ Bu, gurbet (yakınlık), vuslat, itikaf ve Allah’a tebeddül Allah’ın hudududur.
فَلَا تَقْرَبُوهَا Ey ehli keşf ve itikaf! O hududdan çıkmayın. Ey ehli küsuf (güneş tutulması ehli) ve ehli husuf (ay tutulması ehli)!
كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ Allah delil ve burhanlarını izhar eder. Umulur ki; ihsan, atıfet nurlarıyla varlık şirkinin zulmetinden sakınırsınız.
• Çirkinlik manasına delalet eden ‘Refes’ kelimesiyle kinaye yapılmasının sebebi, mubah olmadan önce onların bu şeyi yapmalarını ayıplamaktır.
• Eşlerin birbirlerinin elbisesi olması, bedii bir tecessümdür.
Kadın elbiseye benzetildi; insan onunla çirkin yerlerini örter ve korunur. Eşler birbirinin ayıp yerlerini örter, birbirlerini güzelleştirir. Bu benzetme onların mübaşeret hallerini de tasvir eder. Sanki iki ruh bir bedende, aynı elbise içinde birbirlerini setreder. Bu çok latif ve ince bir istiaredir.
Bu cümle aynı zamanda bir tarizdir. Yani eşler kendilerini ayrılmaz parça gibi görüp garantide sanmamalı, dikkatli olmalıdır. Çünkü insan isterse elbisesini değiştirebilir.
• ‘Onlar size, siz onlara elbisesiniz’ cümlesinde akis vardır. Akis; cümle içerisindeki kelimeler ters çevirerek söylenen edebi sanattır. ‘Her inişin bir yokuşu, her yokuşun bir inişi vardır’ gibi.
• ‘Nefsinize hıyanet edeceğinizi bildi’ cümlesinde istiare vardır:
Müstearun minh, hainlik
Müstearun leh; günah, hevaya uymak.
Ortak noktası; hainlik karşı tarafı gizlice, ona fark ettirmeden zarara sokmak, onu arkadan vurmaktır. Günah işlemek, hevaya uymak da nefsimize başta iyilik gibi gözükür ama onu hem uhrevi hem de dünyevi açıdan zarara uğratır.
Ayrıca bu ifade dolaylı yoldan Allah’a ﷻ ihanet edildiğini gösterir. Çünkü en güvenilir birinin sözünü bırakıp, en kötü iş işlenerek onun verdiği emanete hıyanet edilmiştir. Fiilin tefaul babından gelmesi de; bu hainliğin sadece kişinin kendine ait kalmadığını gösterir. Nesilden nesile geçer, toplumdaki herkesi etkiler.
Bu ifade hacda, namazda, tüm ibadetlerde yapılan günahların insan için bir ihanet olduğunu gösterir. Hayat boyu yapılan tüm günahlar nefsimize, o nefsi bize veren Rabbimize ihanettir.
• وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ buyrularak özel isim gelmesi, bu işe müdahale edemeyeceğimize işarettir. Kız olsun, erkek olsun, sarışın olsun, esmer olsun, Allah’ın kaderidir. Vermesine de vermemesine de kulun müdahale etmemesi gerekir.
• الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ ve الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ tabirleri mecazi anlamdadır. Gece karanlığının siyah ipliğe, sabah beyazlığının ak ipliğe benzetilmesindeki sır, sabahın beyazlığı ilk doğuşunda iplik gibi ince görünmesidir. Gece karanlığı ise devamlı çekilerek zayıfladığından ipe benzer. Sabah beyazlığı yayılırken gece karanlığı da yavaş yavaş azalır. Karanlığın yavaş yavaş yerini aydınlığa bırakması, beyaz ipin siyah ipten ayrılıp, belirmesine benzetildi. İstiare-i bediiyedir. (İstiarenin hareket kısmındandır.) Bu, beliğ bir teşbihtir. مِنَ الْفَجْرِ buyruğu bunu istiare olmaktan çıkartmıştır. Nitekim ‘Bir arslan gördüm’ ifadesi bir mecazdır. Eğer ‘filan’ kelimesini de kullanırsanız bu, benzetme olur. مِنَ الْفَجْرِ ifadesi ise beyaz ipliği beyan etmektedir. Bununla siyah ipliğin beyanına gerek kalmamıştır. Çünkü birisinin beyan edilmesi ötekinin de beyanıdır. Ayrıca ‘مِن / den, dan’ edatı teb’iz (kısım ifade etmek) için olabilir. Çünkü bu, fecrin bir kısmı ve başlangıcıdır.
حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ derken isnad-ı mecazi vardır, mefule isnad edilmiştir. Yani ‘Siz onları iyice fark edinceye kadar.’ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِ cümlesinde, gece derken akşam kastedilmiştir.
Mecaz-ı mürselden cüz-kül alakası veya kevni lahıktır.
• عَكَفَ oturmak demektir. ‘İtikaf’ ibadetine bu ismin verilmesi istiaredir. İnsanlar nasıl ki birbirine oturmaya gider. Allah ﷻ ile beraber olmak için de mescide gidilir. Yakınlık sağlanır.
• فِي الْمَسَاجِدِ şeklinde cemi gelmesi sadece Mescid-i Haram’ı değil tüm mescidlerin şenlendirilip, canlandırılmasına işarettir.
• تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ cümlesi istiaredir. Allah’ın hükümleri, devletin sınırlarına, hükümleri aşmak da sınırı kanunsuzca geçmeye benzetilmiştir. Bir devlet, vatandaşlarını dış tehlikelerden korumak için sınırları nasıl muhafaza ediyorsa, Allah’ın hükümleri de kulluk hususunda insanı kargaşadan korur, disiplin ve düzen sağlar.
• فَلَا تَقْرَبُوهَا buyruğu hükümlerin dışına çıkmayın anlamında kinayedir. Çünkü sınıra yaklaşan oradan çıkma niyetini gösterir.
• Münasebetin oruç geceleri mubah kılınıp, itikafta tamamen yasaklanması, delalet-i tazammuniyesi ile masivayı terke işarettir: Hadi bütün bütün yapamayacaksınız, bari geceleri yaklaşın. Ama bu esasen Allah’a yakınlık için tutulan orucun maksadından biraz uzaklaşmaktır. İtikafta o nedenle hiç olmaz. Çünkü masiva tamamen terk edilince Allah’a gerçek yakınlık elde edilir.