Sureler

Göster

Bakara Sûresi 189. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِؕ قُلْ هِيَ مَوَاقٖيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّؕ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰىۚ وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَاࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

189- Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanların ve haccın vakit ölçüleridir. İyilik ve itaat, evlere arkalarından girmenizde değildir. Gerçek iyilik Allah’tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki felaha eresiniz.

 

Bu âyet bize ahlâk boyutlarından haber veriyor. Hilalden, yarım aydan, dolunaydan sual soranlara lüzumsuz soru sorulmamasını ince bir tarzda remz ediyor. Muktezayı halin hilafına sorulan sorunun cevabını değil, sorulması gereken sualin cevabını veriyor. Yani kulluğa bakan yönünü; bizi enterese eden, bize gereken kısmını anlatıyor. ‘İnsanlara hac zamanını bildirir’ demekle iktifa ediyor. Mükellefiyetimize dâhil olmayan, sırf merak sebebiyle öğrenmek istediğimiz bilgilerden yani faydasız bilgilerden dinimiz men ediyor.

Efendimiz ﷺ ‘Faydasız ilimden sana sığınırım’ duasını yapıyor. İnsan kendini sorgulamalı, yaptığı hareketlerini, körü körüne saplandığı adet ve alışkanlıklarını araştırıp yolunu yönünü düzeltmeli, hurafelerden, yanlışlardan bir an önce dönmeli. Bu soruyu soran Araplar o günlerde eski bir geleneklerini icra ediyorlardı. Bunu sorgulamaları, ‘Neden böyle yapıyoruz’ demeleri gerekirken, gökteki hilali soruyorlar. Onlara hezil yollu şöyle deniyor;

‘Bırakın ayın hallerini de kendi halinize bakın, kendinizi sorgulayın. Hac yapacaksınız diye, yolculuktan geldiniz diye, eve arkalarından girmek niye? Kapı dururken pencereden hırsızlama girmenin nesi iyilik, nesi ibadet? Siz önce bu bozuk geleneklerinizi sorgulayıp hayatınızdan sürüp çıkarın. İyinin iyi olduğunu siz kestiremezsiniz. Bunu ancak Allah ﷻ bilir ve kullarına bildirir. Bize düşen Allah’ın ﷻ neden razı olduğu, neden gücendiğine dikkat etmek, yani kulluk vazifemiz. Mârifetullah (Allah bilinci); bundan mehafetullah (Allah korkusu), ondan da muhabbetullah (Allah sevgisi) doğar. “Kulları içinden ancak âlimler Allah’tan gereğince korkar” (Fatır, 28) âyeti bizi bu konuda uyarıyor. “Allah’tan korkun evlere kapılarından girin.’

Evin kapısı eve girmek için sebeptir. Bu hükmün dal bi’d delalesi ile; dünyevi-uhrevi her işte sebeplere, Allah’ın gösterdiği yola, yönteme göre hareket etmemiz gerekir.

Cenâb-ı Hakk ‘Allah’tan korkun’ derken korkunun öncesi olan ilme, bilince ve sonrası olan uygulamaya teşvik ediyor. (kevni sabık kevni lahık alakasıyla mecazı mürsel.)

Âyette kinaye olarak lûtiliğin, ters ilişkinin haramlığına da işaret ediliyor. Hadis-i şerifte de bu günahı işleyenlerin lânetlendiği bildiriliyor. Yani cinsel olsun dinsel olsun her iş kuralına göre, hududu ilâhiyenin dâhilinde, düzgün olmalı. Kurtulabilmemiz için aşmadan, taşmadan, arı-duru sırat-ı müstakimden yürümeliyiz.

Ümmet-i Muhammed’den daha az soru soran başka bir ümmet olmamıştır. Bu da bu ümmetin seçkin (vasat) ümmet kılınmasının sebeplerindendir. Bu ümmet, on dört husustan sormuşlar ve bu sebeple de kendilerine, bunların cevabı verilmiştir. (İbni Abbas)

Bu suallerden sekizi, Bakara’da (186, 189…), Maide 4, Enfal 1, İsra 85, Kehf 83, Taha 105 ve Naziat 42. âyetlerindedir. Bu soruların hayranlık veren bir sırası vardır. Bunlardan ilk ikisi, yaratılışın açıklaması ile ilgilidir.

Birincisi, Allahu Teâlâ’nın, “Kullarım senden beni sorarlarsa” (Bakara, 186) âyetidir ki, bu, Allahu Teâlâ’nın zatı ile ilgili bir sormadır. İkincisi, “Sana hilalleri sorarlar...” âyetidir. Bu âyet de, Allah’ın yaratmasıyla ilgili sıfatından ve ayın bu tarzda oluşunun hikmetinden sormaktır.

Bu âyetlerden son ikisi de, kıyametin açıklanması hususundadır. Bunlardan birisi, Allahu Teâlâ’nın, “Sana (kıyamet gününde) dağların halini sorarlar” (Taha, 105) âyeti; diğeri de, “Sana kıyamet saatini sorarlar; ne zaman gelip demir atacak diye” (Naziat, 42) âyetidir.

İslâm, gerçeğin, hayatın ve faydalı vakıanın dinidir. İslâm, faydası bulunmayan şekilciliği, görüntüleri ve şartları bir kenara iter. İnsanları kendilerine fayda sağlayacak, hayır ve menfaatlerine olacak şeylere önem vermeye yöneltir.

Bundan dolayı Allahu Teâlâ daha önceki bir âyet-i kerimede kıblenin değiştirilmesi ile ilgili olarak birrin (iyiliğin) doğu ile batıya yönelmekte olmadığını, asıl iyiliğin (birr’in) ihsan, takva ve salih amel olduğunu belirtmişti.

Zamanı aylarla belirlemede, dinî, dünyevî birçok menfaat vardır.

Dini faydaları pek çoktur, oruç bunlardan birisidir. “(Bu), kendisinde Kur’ân indirilen Ramazan ayıdır” (Bakara, 185) buyurmuştur.

Bir diğeri hacdır. “Hacc, belli aylar(da)dır” (Bakara, 197).

Üçüncüsü, kocası ölmüş kadınların iddetleridir. “(Onlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler” (Bakara, 234).

Dördüncüsü de vakitlere bağlanmış olan nezirlerdir. Orucun faziletli olduğu günler de ancak hilâllerle tesbit edilebilir.

Dünyevî faydaları ise, borçlanma, kiralama, sözleşme, hamilelik ve emzirme müddeti gibi hususlarla ilgilidir. “O çocuğun ana karnındaki müddeti ve sütten kesilmesi otuz aydır” (Ahkaf, 15) Bütün bu vakitleri belirlemek ancak, ay vasıtasıyla mümkün olur.


          ✽     ✽     ✽

Sorunun hikmeti

Allahu Teâlâ onların sorusunu, istedikleri cevabı değil, onların duyması gereken cevabı vererek yanıtladı. Biz de karşımızdaki muhatabımızın bize sorduğu soruya ek olarak onun hiç sormadığı, ama esas probleminin kaynağı olan konuları ona anlatmalıyız. Ailevi bir geçimsizlikten soruyorsa, ona farkında olmadığı konuları da hatırlatmalıyız. Hanımının, çocuklarının itaatsizliğinden soruyorsa; ona çaresini anlatmakla beraber, hiç farkında olmadığı probleminin kaynağını da anlatmalıyız. ‘Senin asıl problemin, hanımına İslâm terbiyesi vermemenden, her akşam evinde çoluk çocuğunu eğitecek İslâmî bir eğitim yapmamandan kaynaklanıyor’ diye, farkında olmadığı konuları da ona anlatmak zorundayız.

‘Hanımından, çocuklarından itaat bekleyen sen, Rabbine ne kadar itaat ediyorsun? Sen, Rabbine ne kadar itaat ediyorsan; hanımın ve çocukların da sana ancak o kadar itaat edeceklerdir. Öyleyse hanımınla aranın düzelmesini isteyen sen, önce Rabbinle aranı düzeltmeli, O’nun emirlerine itaate koşmalısın’ diyerek, ona farkında olmadığı probleminin kaynağını anlatmalıyız.

Kur’ân-ı Kerim, eksiksiz tek kitaptır. Onun konusu bütün ilim dallarının konularından daha önemli ve daha büyüktür. Çünkü onun konusu, bu bilgileri keşfedip, onlardan yararlanan insanın kendisidir. Bilimsel araştırma, deney ve uygulama yapmak, insan aklının yeteneklerinden biridir. Kur’ân ise bu insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırır. İnsanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına ortam sağlayacak sağlıklı bir toplum yapısı oluşturur. Düşünce ve duygu bakımından sağlıklı insanlar ve onların çeşitli alanlarda atılım yapabileceği toplumsal ortam meydana geldikten sonra Kur’ân-ı Kerim, insanı bilimsel araştırma, deney yapmak üzere serbest bırakır.
 

Sana yeni doğan aylardan soruyorlar.

الْاَهِلَّةِ kelimesi, هِلَال kelimesinin çoğuludur. Hakikatte hilal, bir tane olmakla birlikte çoğul yapılması, bir ayın hilali ile diğer ayın hilalinin ayrı olması, hilalin birbirinden farklı birçok durumu olmasındandır.

Burada ‘hilaller’ ile kastedilen her hilalin ayıdır. Bazen hilal kelimesiyle ay ifade edilir. Çünkü ay, hilalin doğması ile birlikte girer.

Hilâl de, insanların ayı gördüğü zamandaki ilk halidir. Görüldüğünde haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırılmıştır. Zira bu kelimenin esas manası, sesi yükseltmektir. Nitekim doğan çocuk yüksek sesle ağladığı vakit de kullanılan kelime bu kökten gelir. Dilimizdeki ‘ay!’ sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl denmez.

Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin hilâline de, hilâl denilir. Bu iki geceden sonrakine kamer denilir. Ebû’l Heysem, ‘Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin ayına hilâl denildiği gibi, ayın son iki gecesinin ayına da hilâl denilir. Daha sonra bu iki vaktin arasındaki gecelerin aylarına da ‘kamer’ denilir’ demiştir. el-Asmaî de; Etrafında ince iplik gibi bir hâle meydana gelinceye kadar aya hilal adı verilir, demiştir. Bir başka açıklamaya göre ay ışığı ile semayı iyice aydınlatıncaya kadar hilal diye adlandırılır. Bu aydınlatma ise yedinci gecede olur.

Pek çok iş için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri, yaratılış itibariyle vakit hesabına güneşten daha elverişli ve kolaydır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri kapalıdır.

Güneş yılında ay, açık bir ölçü değil; dört mevsime veya seneye göre itibari bir ölçüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçek ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundandır. Günlerin isimleri de genellikle aya tatbik edilerek yedi olmuştur.

Bunun dışında ayda her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de değişiklikle karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün olacağına açık bir delildir. Allah’ın kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesini anlatan bir mucize ve O’na kulluk için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir işaret olduğunda şüphe yoktur.

Hilali görünce Efendimizin ﷺ belirttiği şekilde tekbir aldıktan sonra şu dua okunur:
‘الّٰلهُمَّ أَهَِلَّهُ عَلَيْناَ بِالْأَمْنِ وَالْإِيمَانِ، وَالسَّلامَةِ وَالْإِسْلَامِ، رَبِّي وَرَبُّكَ اللهُ، هِلَالُ رُشْدٍ وخَيْرٍ  / Allahım! Şu yeni hilali bize iman, İslâm, güvenlik ve esenlik içinde mübarek eyle. Ey hayır ve rüşd hilali! Senin de bizim de Rabbimiz Allah’tır.’

Ay ve Güneşin çekim gücü etkisiyle okyanuslarda görülen su yükselmeleri ve alçalmalarına Gel-Git denir. Ay ve güneşin aynı doğrultuda oldukları zaman çekim güçleri birbirine eklenir ve Büyük Gel-Git olur. Ters istikametlerde ise Küçük Gel-Git olur. Bu durum ayda ikişer kere olur. Normal Gel-Git ise her gün 50 dk.lık gecikmelerle olur. Bu durum ay günü ile dünya günü arasındaki zaman farkından kaynaklanır. Suların yükselme ve alçalmaları ile ortaya çıkan yükselti farkına Gel-Git Genliği denir. İç denizlerde bu genlik az iken (30-80 cm) Okyanus kıyılarında fazladır. (8-20m)

Araştırmalara göre, dev okyanuslarda med-cezir olaylarına yol açan dolunay, vücudunun %70’i su olan insanoğluna da tesir ediyor. Vücuttaki sıvı dengesi bozuluyor, beyindeki düzenli işleyiş aksıyor ve kalp atışı hızlanıyor. Özellikle kalp ve şeker hastalarında Dolunay, sinir sistemindeki hücrelerin işleyiş düzenini bozduğu için dengesizlikler meydana geliyor. Bunda, vücuttaki elektrik akımının iki misline çıkması da büyük rol oynuyor.

Dolunay’ın kadınlara daha fazla tesir ettiği de bir gerçek. Kadınlar, dolunay günlerinde çok hassas olur ve daha çabuk ağlar. Doğumlar, bugünlerde yüzde 20 oranında artıyor. Kadınlarda migren artıyor ve daha stresli hâle geliyorlar. Ayın çekim gücünün en çok olduğu dolunay vakti, ani sinir, dengesiz hareketler, düşünmeden yapılan şeyler üst üste gerçekleşir.

1993 yılının Ağustos ayındaki dolunay günlerinde, Almanya’daki adam öldürme, cinnet geçirme ve intihar olaylarında artışlar meydana geldi. Yapılan araştırmalara göre dolunay, yalnız Kuzey Avrupa ülkelerinde değil; yeryüzünün her yerinde insanlara tesir ediyor. Ay’ın bu günlerinde cinnetlerin arttığını belirten araştırmacılar, dolunay gecelerinde işlenen cinayetlerin sayısında artış olduğunu tespit ettiler. Yine 1980 ve 1984 yıllarında dolunaylar sırasında görülen suç oranının bariz şekilde arttığını bildirildi.

Araştırmaya göre, dolunay günlerindeki intihar ve cinayetlerin artış sebebi, insan vücudundaki gel-git dalgalarıdır. Dolunay sırasında Dünya, Ay ve Güneş, aynı doğru üzerinde olduklarından, Ay’ın insan üzerindeki çekim kuvveti ile birlikte vücuttaki su miktarı %60’ı aşar. Bunun yol açtığı bedenî ve rûhî değişmeler ise, suç işleme eğilimini artırır. Araştırmacılar, beş yıl içinde üç polis karakoluna bildirilen suçları bilgisayara yükleyip neticeyi dolunay tarihleri ile karşılaştırarak bu sonuçlara varmışlardır. Yine yapılan bir çalışmada dolunay süresince oluşan trafik kazalarının alışılmadık bir şekilde fazla olduğu saptanmış.
 

İnsanlar ve Hacc için vakit ölçüleridir.

مِيقَات ، مَوَاقِيتُ kelimesinin çoğuludur. Vakit manasına gelir. Vaktin sonu manasına geldiği de söylenmiştir. Hilâl, ayın mîkatlarıdır. İhramın yerleri de haccın mîkatlarıdır. Çünkü bu yerler ihramın sona erdiği yerlerdir. Mîkat, belirli bir yer manasına da gelir. Bu durumda müşterek lafız olur.

مَوَاقِيتُ Hem çoğuldur, hem çoğulun son haddidir. (Muntehâ el-cumû’) Çünkü bir daha çoğul yapılamayacağından adeta bu kelimede çoğul tekrarlanmış gibidir. Müntehâ’l Cumû’ olduğu için de, gayrı munsarıftır.

Âyet-i kerimede sadece hacc zikredilmiştir. Çünkü hacc vaktin bilinmesini gerektiren ibadetlerdendir. Aynı zamanda haccın Allah’ın belirlediği aylara hasredildiğini ve cahiliye Araplarının ayların yerini değiştirmede yaptıkları gibi, haccı belli aylardan alıp, başka aylara nakletmenin caiz olmadığını beyân eder.

İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe (r.a) bu âyeti hac için ihrama girmenin hac ayları dışında sahih olabileceğine delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah bütün hilâlleri (ayları) ihram için bir zaman olarak tespit etmiştir. O bakımdan bütün aylarda bir kimsenin hac niyeti ve ihrama girmesi sahih olur.
 

Uğursuz Saymak Haramdır.

İyiyi, iyinin ne olmadığını söyleyerek açıklayan Allah, olumsuzdan olumluya giden bir metod izlemekte, bu izah ile önce batıl uğursuzluk anlayışını yıkmaktadır. Demir paslı iken boya tutmaz. Önce pasın temizlenmesi gerekir. Hurafeler de böyledir. Önce hurafenin ortadan giderilmesi, sonra hakikat boyasının sürülmesi gerekir. O zaman hakikat kalıcı olur.

Hz. Peygamber ﷺ uğursuzluk vehminden nehyetmiştir: ‘Ne sirayet vardır, ne de uğursuzluk.’ ‘Her kimi, bir uğursuzluk inancı, seferinden alıkoyarsa, o kimse müşrik olur.’

Efendimiz ﷺ uğursuzluktan hoşlanmaz, ama bir şeyden uğur sezmeyi severdi.
 

Evlerinize arkalarından girmeniz, iyilik değildir.

‘Siz ayın ışığındaki değişmelerin hikmetini bilemediğiniz zaman, Yaratıcının hikmetinden şüphe etmeye başladınız ve ne iyilikten, ne de aklın kemâlinden olan bir iş yaptınız. Bu yaptığınız iyilik değil, evlerinize kapılardan girmek iyiliktir.’

Âyet-i kerime şanı yüce Allah tarafından birr’e uygun olan yoldan ulaşmaları gerektiğine dair bir uyarıdır. Birr’in elde edilme yolu Allah’ın emrettiği yoldur.

“Evlere arkalarından girme” fiili, doğru yol ve usûlden dönmekten; “evlere kapısından girmek” de, doğru bir yola ve metoda sımsıkı sarılmaktan kinaye kılınmıştır. Bu meşhur bir kinayedir. Başkasını doğru yola yöneltmek isteyen kimse, ona ‘işi kapısından girerek yapman gerekir, yani işi usulüne göre yapmalısın’ der. Bunun aksi durumda ise, ‘Falanca o işe kapısından gitmedi.’ (Yani, usulünce ve yolunca yapmadı) denilir.

Ebû Ubeyde der ki: Âyet-i kerime bir darb-ı meseldir. Anlamı şudur: Birr cahillere soru sormanız değildir. Fakat birr Allah’tan korkup ilim adamlarına soru sormanızdır.

Bu ifadenin kinaye manası: Resûlullah’a gök bilimi sorusu sormak, Allah’ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur’ân’ı bir astronomi kitabı yerine koymak, normal bilginlerin maksatlarıyla peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla iyilik ve hayra erilemez.

Âyet-i kerime ilim dallarında da usul ilimlerinin önemli olduğuna işarettir. Usul ilimleri nihayetin berraklığına vesiledir. Usul ilmini bilmeyen insanlar, Kur’ân ve hadislerden sağlıklı derecede faydalanamaz.

Usul ilminden maksat, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Kur’ân-ı Kerim’i doğru anlamak için ‘Tefsir Usulü’, hadis-i şerifleri doğru anlamak için ‘Hadis Usulü’ ve doğru hüküm vermek ve adil kararlara ulaşmak için ‘Fıkıh Usulü’ ilimleri keşfedilip uygulanmıştır.

Usul ilmi kadar önemli bir ilim yoktur. Günümüzde çeşitli meslek dallarında ihtisaslaşma yolunda gelişen teknolojiye ayak uydurabilmek için insanların tüm enerjilerini harcamaları usul ilminin önemini ortaya koymaktadır. İster tefsir, ister hadis, isterse fıkıh alanında olsun belli ilimleri elde edebilmek için usul ilimlerine riayet edilmesi şarttır.

İlim ehli İslâmi meselelerde konuşabilmek ve yazabilmek için hangi usullerle çalıştıklarını, hangi edebe riayet ettiklerini, kendilerinden önceki ulemanın ilim elde etme yollarını nasıl takip ettiklerini çok hassas bir şekilde ortaya koymuşlardır. İlim ehli olmak isteyenlerin önce ulemanın ilim elde etmede takip ettikleri silsileyi çok iyi anlamaları o büyüklerin yolunu takip etmeleri şarttır. Yoksa hem kendileri helak olurlar, hem de kendilerine uyanları helak ederler.

Usulsüzlük, vusulsüzlüğe sebeptir. Usul bilmeyenin ilmine itibar edilmez. Sahabe, Peygamberimizden ﷺ aldıkları ders ve terbiye ile ihtisasa önem verirlerdi. Kendi sahası olmayan hususlarda sarf-ı kelam etmezlerdi. Çünkü onlar bilirlerdi ki, doktor olmayan bir insan herhangi bir sahada mükemmel bilgiye sahip olsa da bir hastalığın tedavisinde basit bir doktor kadar sözü geçmez.

Bu âyet-i kerime Allah’ın teşrî’ buyurmadığı bir şeyin Allah’a yaklaştıran bir amel olamayacağını beyan etmektedir. Bir işin Allah’a yaklaştırıcı birr (iyilik) olduğu ya da olmadığı anlaşılamayıp içinden çıkılamazsa o işe bakılır. Eğer farz ve sünnetler arasında onun benzeri bir amel varsa Allah’a yaklaştırıcı olması caizdir. Eğer bir benzeri yoksa o işin birr olması da yaklaştırıcı olması da, söz konusu olmaz. Bunun örneğini Efendimizin uygulamasında şöyle görmekteyiz:

Resûlullah ﷺ hutbe irad ettiği bir sırada güneşte ayakta duran bir adam görür. Onun durumunu sorar.‘O, Ebû İsrail’dir, ayakta dikilip oturmamayı, gölge altında durmamayı, konuşmamayı ve bununla birlikte de oruçlu durmayı adamıştır’ derler. Peygamber ﷺ şöyle buyurur: ‘Ona söyleyin, konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın.’

Böylelikle Peygamber ﷺ şeriatında aslı bulunmayan amelleri iptal etti, farz ve sünnetler arasında benzeri bulunan ve Allah’a yaklaştırıcı bir ibadet olanın sahih olduğunu beyan buyurdu.

‣ ‘Evlere arkalarından girmeyin’ ifadesi kinaye olarak homoseksüelliği de yasaklamaktadır.

Livata edenlerin günahlarının büyüklüğünden dolayı, cezası da şiddetli olacaktır. Cehennem ateşinden köpek sûretinde bir mahluk getirilir. Ayrılmaksızın o kimseye musallat olur. O kişiyi alır, yüzü koyun yatırır. Dübüründen başını sokar. Bağırsaklarını arkasından dışarı çıkarır, parçalar durur. Karnından ve bağırsaklarından öyle çirkin bir koku yayılır ki, bütün cehennem ahalisi bağrışır ve şöyle derler: ‘Elli bin yıl cehennemde kalmaya razıyız. Yeter ki bunun kötü kokusunu duymayalım.’ Müzekkin Nüfus

Bir erkek başka bir erkekle livata etse, arşullah titrer. Titremesinin sebebi Hakk Teâlâ’dan korkması, bu günahın büyüklüğü ve murdarlığındandır. İbni Abbas

‣ Bu ifade aynı zamanda evlere, mekanlara arkalarından girenlere işaret eder. Sanatçıların, zenginlerin, profesörlerin evlerine, hastanelerine arkalarından girmelerine işarettir. Ortak noktası her türlü sinsilik ve hileli işlerdir.

Hayatımıza yerleşen, ama hile olduğunu fark etmediğimiz pek çok davranış, aslında evlere arkasından girme örneğidir. Birkaç misal: Kendi menfaatine olan bir şeyi karşı tarafın menfaatine gibi göstermek, ağız aramak, denemek için soru sormak, hased ettiği kimseyi olmadık şeylerle abartarak zemmetmek, yaptığı gösterişleri gizlemeye çalışmak, daha büyüğünü beklediği yerlere hediye vermek, kendi sebep olduğu zararı söylemeyip başkasını töhmet altında bırakmak, yapması istenen bir iş olunca yapmamak için başka yol göstermek, kendi yaptığı hatayı başkası yapmış gibi göstermek.

‣ Âyet-i kerime evlere izinsiz girmelere de işaret eder. Evlere girme adabından bahsedilen âyette izin kelimesi yerine ünsiyet kelimesi seçilmiş; yani alışkanlık, ülfet olmadan başka evlere girilmez. (bkz. Nur, 27)

‘Yemeğe özellikle davet edilmediği halde giden, hırsız olarak girer, talancı olarak çıkar.’ Hadis-i Şerif

‣ Ve aynı zamanda insanların zıddına hareket etmemekten kinaye. Yani yoluyla yordamıyla üslubunca gitmeli, anlaşmalı.
 

Eve girerken

˗ İzin istemek göz(ün evin ayıplarını görmemesi) için şart kılınmıştır. Hadîs-i Şerîf

˗ İzin istemek (kapı yahut zili çalmak) üç defadır. İzin verilirse girersin, verilmezse geri dönersin. Hadîs-i Şerîf

˗ Sünnetin beyanlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece ‘girmek’ fiiliyle tahakkuk etmez, ‘bakmak’la da vukûa gelir. Bu sebeple Efendimiz ﷺ, ‘Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir’ buyurmuştur.
 

Evden çıkarken

˗ Kişi evinin kapısından çıkınca, adama nezaret eden iki meleği vardır. Adam: ‘Bismillah’ deyince onlar: ‘Doğruya irşad edildin’ derler. ‘La havle vela kuvvete illa billah’ deyince, melekler: ‘Korundun’ derler.

Adam: ‘Tevekkeltü alallah’ deyince onlar: ‘İşin (sana bedel) görüldü’ derler. Sonra adamın iki karini (yani onu günaha sürüklemek isteyen insi ve cinni iki şeytanı) onu karşılarlar. Melekler (o şeytanlara): ‘Hidâyete erdirilen, işi (Allah tarafından) görülen ve muhafaza altına alınan bir kimseden ne istiyorsunuz?’ derler.

˗ Evden çıkarken zilletten, dalâlete düşmekten, zulüm ve haksızlık etmekten, cehaletten Allah’a ﷻ sığınır.

˗ Evden çıkarken ve eve dönerken Âyete’l Kürsi’yi okur.

˗ Başı önüne eğik bir halde, yukarıdan aşağıya iner gibi süratle yürür. Çünkü bu yürüyüş, kibirden uzaktır. Salına salına ve böbürlenerek yürümez. Müslümanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırır. Çünkü eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmakta sadaka sevabı vardır.

˗ Yüksek binaların altından geçerken süratli yürür. Zira böyle yerler tehlikeli olabilir.

˗ Çarşı ve pazarlarda gözünü haramlardan sakınır.

˗ Selam verenin selamını alır, yardım isteyene yardım eder.

˗ Yolunu kaybedene yol tarif eder, bir şey bulursa sahibini arayıp, ulaştırmaya çalışır.
 

İyilik

Dul ve yetimlerin ihtiyacına koşanlar Allah yolunda cihad eden ve gündüzü oruç, geceyi ibadetle geçiren gibidir. Hadis-i Şerif

İyilik her şeyiyle sadakadır. Hadîs-i Şerîf

Bir mü’min kardeşimin ihtiyacını görmek için yürümem bana şu mescitte (Mescid-i Nebevi) oturup bir ay itikafa girmekten çok daha sevimlidir. Hadîs-i Şerîf

İyilik eskimez, kötülük unutulmaz. Hadîs-i Şerîf

Din kardeşinin canı çektiği bir şeyle ağzını tatlandıran bir kişiye Cenâb-ı Hakk bir milyon sevap yazar, bir milyon günahı siler, bir milyon derecesini yükseltir ve Allah ﷻ Firdevs, Adn, Huld olmak üzere üç Cennette ona yemek yedirir. Hadîs-i Şerîf

Bir ekmek sadaka vermek, iki yüz rekât nâfileden sevimlidir. Bir Müslümanın işini görmek, bin rekât nâfileden sevimlidir.

Gıybeti terk etmek, on bin rekât nâfile namazdan daha iyidir.

Yetimin ihtiyacını görmek, otuz bin rekât namazdan daha iyidir.

Çocuğuyla bir saat oturmak, mescidimde itikaftan sevimlidir.

Aile için yapılan bir dirhemlik harcama, Allah yolunda cihad için yapılan bin dinarlık harcamadan daha iyidir.

Ana-babaya iyilik, iki bin senelik ibâdetten iyidir. Hadîs-i Şerîf

Bir kimse, Allah için Müslüman kardeşinin yararına ve onun rızâsına bir işe çalışır ise, göz açıp kapayacak kadar zamanda dâhi mâsiyet işlemeden Allah’a ﷻ bin yıl hizmet etmiş gibi sevap alır.

Fudayl b. İyaz’ın yanında sitayişle bir adamın zühdünden bahsettiler. ‘O zat ağzına helva almaz, tatlı bir şey sürmez’ dediler. Fudayl onlara dedi ki: ‘Helva yemeyi bırakmak mârifet midir? Siz onun akrabasını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine, iradesine hakim olup olmadığına bakın; komşularına, dul ve yetimlere davranışları, sevgisi ve saygısı nasıldır? Bir şahıs hakkında hüküm verirken asıl bunlara dikkat edin!’
 

Allah’tan korkun.

Her vâcibi yapmak ve her haramdan kaçınmak, bu emrin muhtevasına girer.

Takva, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, takva da canı tehlikeden, korkulacak şeylerden korumak, ittika ise korunmak demektir. ‘Müttaki’ ittika kökünden ismi fâildir, korunan, takva sahibi demektir.

Arapçada takva, canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeye karşı kendini korumasını ifade ederken, Kur’ân’da önemli farklı bir anlam kazanmıştır: Artık Kur’ân’da takva, maddî bir tehlikeden değil, mânevi azabdan ve insanı bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak demektir.

“Kim de Rabbinin makamından korkup da nefsini heveslerden alıkoyduysa.” (Naziat, 40)

Allah’ın huzurunda hesap vermekten korkmak için, mutlaka önceden O’nun bilinmesi gerekir.

Allah’ın ululuk, istiğna vasıfları ile kendisine kıymet vermemek, O’ndan uzaklaşmak ve zevâle ermek gibi halleri düşünüp, kalbi üzülüyorsa, bu elemine havf (korku) denir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Ensardan Muâz İbn Cebel ile Salebe İbn Ganem, ‘Yâ Resûlallah, bu hilâle ne oluyor? Başlangıçta, iplik gibi ince olarak ortaya çıkıyor, daha sonra da dolunay oluncaya kadar artıyor, sonra da durmadan eksile eksile baştaki durumuna dönüyor. Güneş gibi, tek bir halde kalmıyor’ dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. yahudiler de aynı şekilde hilâl hakkında sormuşlardı.

Allahu Teâlâ, âyet-i kerimede onların sorularını cevaplamamıştır. Ancak, âyet sualin konusuna delâlet eder.

Ashab-ı kiram ayın durumundaki değişmelerin hikmetini sormuşlar da, kendilerine, ‘Sizi ilgilendirmeyen şeyleri sormayı bırakın da, sizin için açıklanması daha mühim olan meselelere dönün. Çünkü hiç de öyle olmadığı halde sizler, evlerinize arka tarafından girip çıkmayı iyilik zannediyorsunuz’ denilmiştir.

Allah ﷻ, ‘Evlere arkalarından girmeniz birr (iyilik) değildir’ buyruğunu, يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ ifadesine bağlamıştır. Çünkü bu iki hâdise de aynı anda vuku bulmuştur. Âyet de, bu iki hâdise hakkında aynı anda nazil olmuş ve ikisini birbirine bağlamıştır.

‣ Cahiliyede, bir kimse bir şeye niyet edip, onu elde etmekte zorlanınca, evinin kapısından girmez, arka tarafından girip çıkmaya başlar ve bunu bir yıl sürdürürdü. Eve kapısından girmeyi yakışıksız bulurdu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, onları böyle davranmaktan nehyetmiştir.

Buna göre âyetin tefsiri şöyle olur:

Uğursuzluk sayarak, evlerinize arka tarafından gelmeniz iyilik değildir. İyilik ancak, Allah’tan başkasından değil, Allah’tan korkan ve kendisinde uğursuzluk hissettiği şeyden çekinmeyip, tevekkül ederek, sadece O’ndan ittikâ eden kimsenin hareketidir.

‣ İslâm’ın ilk yıllarında, bir müslüman ihrama girdiği zaman, eğer yerleşik bir hayat sürdürüyor ise, evinin arkasından bir delik açıp, buradan girip çıkar, veyahut da bir merdivenle dama çıkar, oradan evine inerdi. Kendisiyle sema arasında herhangi bir engelin bulunmamasına dikkat ederdi. Evinden sonra çıkıp herhangi bir ihtiyaç için geri dönecek olursa, evin tavanı kendisi ile gök arasında bir engel teşkil edeceğinden dolayı odanın kapısından içeri girmezdi. Evinin duvarından tırmanır, sonra da odasının üzerinde durarak ihtiyacını ister ve o şey evinden dışarı çıkartılırdı. Bu davranışı haccın bir parçası ve iyilik kabul ederdi. Eğer ihrama giren kimse, göçebe hayatı yaşayanlardan ise, çadırın arkasından girip çıkardı. İşte bunun üzerine onlara, ‘Evinize girmekten dolayı zorlanmanız, iyilik değildir. Ancak iyi kimse, Allah’tan ittikâ eden kimsedir’ denmiştir.

‣ Câhiliyye döneminde ihrama girenler, evinin veya çadırının arkasından girip çıkacağı bir delik açardı. Taassub gösterenler müstesna. Bunlar da Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakîf, Haysem, Amir İbn Sa’sa’a oğulları ve Benû Nasr İbn Muâviye oğullarıdır. Bunlar dinlerine çok bağlı oldukları ve çok direttikleri için, kendilerine ‘Humus’ denilmiştir. (Hamaset, diretmek demektir.) İhrama girdikleri zaman, evlerine girmez, çölde bir gölgelikle gölgelenmez, yağ, yoğurt ve peynir yemezlerdi. Bunlarla evli olanlar ve sözleşmeli bulunanlar da böyleydiler.

Asrı saadette, Hz. Peygamber ﷺ ihrama girerken bunlardan birisi ihrama girdi. Hz. Peygamber ﷺ, ihramlı iken harap bir bostanın kapısından içeri girdi. O adam da Efendimizi ﷺ görüp, peşine takıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Benden uzaklaş’ buyurdu. Adam, ‘Niçin, ya Resûlallah?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Sen ihramlı iken kapıdan içeri girdin’ deyince, o adam biraz duraklayarak, ‘Ben senin sünnetine ve hidâyetine razı oldum. Senin girdiğini gördüğüm için, ben de girdim’ dedi. (Sözü geçen adamın Kutbe b. Amir olduğu da söylenmiştir.)

Bunun üzerine, Allahu Teâlâ, bu âyeti indirip ihrama girmeleri hususunda aşırı davranmalarının iyilik olmadığını, aksine iyi kimsenin Allah’a muhalefetten korkan kimse olduğunu bildirmiş ve câhiliyye adetlerini terk etmelerini emrederek, ‘Evlerinize, kapılarından giriniz’ buyurmuştur.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ kavli, ahyar ve ebrarın seyrinden haber verir.

‘Ehille’ kelimesinde şöyle bir işaret vardır: Her taifenin ehil olduğu şeyle meşgul olduğu, kendi ihtiyarlarına göre amel ettikleri farklı zamanları vardır. Bu vakitlerde değişik ameller yaparlar.

Bu kavimlerin korkuları çeşitli olmasından dolayı, amel vakitleri de muhteliftir. Zahitlerin evradlarının vakitleri, sadıkların murakabe vakitleri gibi.

وَالْحَجِّ Vaktin hükmü gayrı ihtiyari olarak sadıklara çevrildiğine işarettir. Gayrı ihtiyari olarak mahbubdan muhibbe çevrildi. Sıddıklar için vakitlerin değerlendirilmesi ihtiyari değil ızdıraridir.

Kimin vakti uyanık olursa şeriatla kaim olur. Kimin vakti mahviyet olursa hakikat ahkamı galib olur. Mahbubin için habiblerinin vasıflarının vakti vardır. Eğer varlıklarının vasfından çıkarlarsa mahbublarının vasfının hükmüne dahil olurlar. Allah onların işine galiptir. Bu beşeri hükümlerin hislerinden ve hakiki sultanın istilasındandır. Eğer celal vasfıyla tecelli etse hedefe isabet etmeyip sürçer. Eğer cemalle tecelli etse yaşar.

وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا Âyette şöyle bir işaret vardır: Her şey için bir medhal ve sebep vardır. Vusul ve duhul ancak bu sebebe tabi olmakla mümkündür. “Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik.” (Kehf, 84)

Hazreti rububiyete vusul ve duhul takvaya nisbet edilir. Takva zahir ameller ve batın hallerden bütün iyilikleri içine alan ismi camidir. Muvafakata ittiba, muhalefetten ictinab ile kaimdir. Kalpleri saflaştırır, sırları murakabe eder. Takva mertebelerindeki kuvvete göre sulükle Hz. Mevla’ya vusul hasıl olur. “... Muhakkak ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır.” (Hucurat, 13)

Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Size Allah’tan korkup takvalı olmanız vâciptir. Çünkü o bütün hayırları camidir.’

وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا Zahir amelleri muhafaza, bütün hallerde batıni hukuka riayetle mümkün olur.

وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰى Yani gerçek takvaya ererse. “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran, 102)

Takva; itaat edip akıl yürütmemek, hatırlayıp unutmamak, şükredip nankörlük etmemektir. وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَا Yani işlere medhallerinden gelin.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ Yani masivadan Allah’a ittika edin. Savaşınız, korkunuz, firarınız, sığınmanız, dönüşünüz O’ndan O’na olsun. Nebinin ﷺ ‘Senden Sana sığınırım’ deme hali gibi.

لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ Kurtulmanız nefsinizin helakından, Melikü’l Kuddüs’ün yardımıyla halas olmanız içindir.

 

Belagat

• Bu âyet-i kerimede istidrad sanatı vardır. İnce dalları olan bir sanattır. Mütekellim, o konuda devam edeceği hissini vererek, amaçlarından bir başkasına meyleder. Sonra aralarındaki münasebet sebebiyle diğerine geçer. Sonra yine ilk başladığı konuya döner. Önce hilalleri ve şeklinin değişmesi sorusuna, hacc için vakit ölçüleri olduğunu zikrederek cevap verdi. Sonra da onların soru sormalarının benzerinin, evlere kapıları bırakıp arkalarından girme gibi olduğu kavline döndü.

• يَسْـَٔلُونَكَ fiili, maziden haber verirken muzari ile getirilmiş. Bu tür soruların gelecekte de daima olacağına işaret olabilir.

• Muktezayı zahirin hilafına olarak, sorularının asıl cevabı değil, onları ilgilendiren cevap verilmiştir. (Bu sanata ‘Üslub-u hakim’ denir.)

Tecrid yapılarak, ‘Biz insanlar için veya sizin için’ denmeyip ‘İnsanlar için’ denilerek tecrid yapılmıştır.

• وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا mefhum-u mutabakatıyla bunun bir kötülük olduğunu bildirir.

• مَنِ اتَّقٰى derken ittika fiili lazım menzilesine tenzil edilmiştir. Çünkü bununla murad, emirlere imtisal edip, nehiylerden kaçınma anlamındaki şer’i takva ile muttasıf olanlardır.

• ‘Benden korkun’ buyurmayıp ‘Allah’tan korkun’ denmesi tecriddir.

• ‘Allah’tan korkun’ lazım, ‘emirlerini yerine getirip nehiylerinden kaçının’ melzumudur.