Sureler

Göster

Bakara Sûresi 190. Ayet

وَقَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَ

190- Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın ve haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.

 

Cenâb-ı Hakk bu âyetiyle de cihadı, savaşı, emrederken ‘Sizinle savaşanlarla’ kaydını koyuyor. Cizye ehli, sulh ehli olup saldırmayan, ya da imana gelen kimselerle savaşılmaz. Savaştan gaye dinini, namusunu, vatanını kurtarmak olmalıdır. Savaşlarda ganimet alınır ama asla ganimet için savaş yapılmaz. Şahsi menfaatler, nefsanî intikamlar, hırslar, hasetler, öfkeler için savaşılmaz. Birilerinin toprağına, vatanına, petrolüne, hürriyetine, yer altı zenginliklerine göz dikerek savaş yapılmaz.

Savaşta asla kadınlar, çocuklar, yaşlılar öldürülmez. Kalleşlik, döneklik, firar, nifak asla savaşın içine giremez.

Efendimiz, 600 sene peygamber gelmemiş vahşi, hodgam, asi insanlara peygamber gönderilmiş. Emri ilâhi ile tam on üç sene tebliğin her metodunu uygulayarak İslâm’ı, imanı öğretmeye çalışmış. Fakat az bir kısım belki de sayıları yüz elliyi geçmeyen, çoğunlukla fakir fukara, köle, cariye, savunmasız, kimsesiz, güçsüz kimseler iman etmiş. Onlar da efendilerinden, ailelerinden çok cefa çekmişler. Buna rağmen savaş izni gelmeden asla zulme karşılık vermemiş, savaş yapmamışlar, ağır işkencelere maruz kalmış ama Allah ﷻ için sabretmişler.

Hicretten sonra Medine’de savaş farz olmuş çünkü Mekke müşrikleri, ehli kitap birleşerek Müslümanları ve Müslümanlığı yok etmek istemiş, hicret eden insanların ellerinden zorla aldıkları, gasp ettikleri malları satarak savaş hazırlıklarında bulunmuşlar. Cenâb-ı Hakk mü’minlere savaşı emretti, yardım vaad etti. Vaadini yerine getirerek düşmanının ancak üçte biri kadar olan samimi mü’minlere beş bin melekle yardım etti. Onlara zafer nasip etti.

Takva, yasakları bırakmak, emirleri yapmaktır. İstikamet ilim, takva ise ameldir. Mükellefiyet de bu iki hususta olur. Cenâb-ı Hakk bu âyette, ‘takva’nın insana en zor ve en güç gelen kısmını emretmiş; ‘Allah yolunda cihad edin’ buyurmuştur.
 

Mekke’de savaşa izin verilmeyişinin sebepleri

1- Mekke’de müslümanlar, ilerde omuzlarına yüklenecek olan İslâm davasının sorumluluklarını taşıyabilecek duruma gelebilmeleri için bir deneyimden geçiriliyorlardı. Bunun için büyük Kumandanın emrine itaat ve O’nun kararlarına boyun eğmeyi, sabrı öğrenmeleri ve bu konuda ciddiyet kazanmaları gerekiyordu. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal insanlardı. Savaş çağrısına hemen karşılık verirler, haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi.

Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Aleyhlerine işleyen en büyük zulüm ve işkenceler altında bunalan yiğit müslümanlar, her şeye rağmen sabredip, sinirlerine hakim oldular. Soğukkanlılıklarını muhafaza edip Kumandanlarının işaretini beklediler.

Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz. Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza gibi delikanlı ve sert mizaçlı mü’minler, küçücük müslüman toplumun uğradığı zulümlere sabredip, sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden ﷺ emir beklemeyi içlerine sindirebilmişlerdi.

Böylece çabuk parlama ile soğukkanlılık, ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge kurulmuş oluyordu.

2- Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün bir toplum idi. Mekke’de müslümanların içinde kâfirlerden gelecek her harekete iki misliyle karşılık verebilecek yiğitler vardı. Fakat müslümanların bu şekilde eziyetlere tahammül edip hiçbir zaman karşılık vermemeleri, el kaldırmamaları, mazlum konumunda olmaları henüz müslüman olmamış Arapların kalplerindeki haysiyet duygusunu uyandırıp, onları İslâm’a yaklaştırıyordu. Nitekim, müslümanlara yapılan bu boykot ve zulümler karşısında cahiliyenin bu çirkin yüzünü gören birçok kişi İslâm’a girmişti.

3- Mekke, İslâm’ın ilk tebliğ ortamıydı. O günlerde henüz davet tam anlamıyla Mekke toplumuna ulaştırılamamış, insanlar açık ve net bir biçimde İslâm’la tanışma fırsatı bulamamıştı. Bu durumda verilecek bir savaş emri tebliğ ortamını yok edebilirdi. İnsanlar henüz İslâm’la tanışamadan ona düşman kesilebilir, onu baştan reddetmeye kalkışabilirlerdi.

4- Mekke’de henüz net bir biçimde saflar ayrılmamıştı. Hemen hemen her evde ailenin birkaçı müslüman, birkaçı da müşrikti. Eğer o gün müslümanlara kendilerini savunma, savaşma izni verilseydi, her ev kanlı bir savaş alanına dönecekti. Bu da toplumda, İslâm’ın aileleri parçalayan bir din olarak görülmesine yol açardı.

5- O zaman müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke’de kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer müşriklerle savaşa girselerdi, toplu kıyıma uğrayabilirlerdi. Yüce Allah onların çoğalmalarını, güvenli bir üsse yerleşmelerini sağladı ve savaşma iznini bundan sonra verdi.

İşte bu ve bunun gibi bizim bilemeyip de Rabbimizin bildiği pek çok hikmetler yüzünden Mekke’de savaş izni verilmemişti.
 

Size savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın.

Bunun anlamı ‘Allah’a itaat ve O’nun rızâsını talep etme yolunda savaşın’ demektir.

Bu buyruk Kıyamet gününe kadar devam eden bir emirdir.

Birisi Efendimiz’e ﷺ gelerek şöyle sordu:

- Yâ Resûlallah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi hamiyyet (yurdunu, aile ve yakınlarını koruma gayreti) için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?

Efendimiz ﷺ şöyle cevap verdi:

- Ancak, ‘Allah’ kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır!

“Allah yolunda savaşınız!” cümlesi, gerçek savaşın ancak, ‘ilâ-i kelimetullah’ (Allah Kelâmı’nın yücelmesi) için olan savaş olduğunun delilidir. İslâm’daki savaşlar, öncelikle dinin yücelmesi, İslâm milletinin ve topraklarının din düşmanlarına karşı korunması içindir. İkinci sebep ise müdafaa-i nefistir. Resûlullah’ın hiçbir savaşı, saldırmak ve toprak zapt etmek için değildir. Aksini iddia edenler, ya İslâm tarihinin câhilleridirler veya garazkâr müsteşrik ve münafıklardır.

Savaş ‘Allah için’ olacak; ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna, ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna, ne sosyal bir sınıfı diğer bir sınıfın, bir milleti diğer bir milletin boyunduruğu altına sokma uğruna yapılmayacaktır. Bu savaş, yeryüzünde yüce Allah’ın söz üstünlüğünü (ilâ-i kelimetullah’ı) sağlamak, O’nun sistemini hayata geçirmek, müslümanların dinleri yüzünden baskı altına alınmalarını, sapıklığa ve yozlaşmaya sürüklenmelerini önlemek için verilmelidir. Bunun dışında kalan savaşlar, gayrimeşru savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler hiçbir sevap, derece kazanamazlar.

‘الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ / Sizinle savaşanlarla’ buyruğu ile murad edilenler:

1- ‘Sizinle, ya hacca mâni olmak veyahut da hiç sebepsiz doğrudan doğruya savaşan kimselerle savaşın.’

2- ‘Savaşmaya gücü ve ehli olan kimselerle savaşın.’

3- ‘Barış yapmak isteyenler hariç, savaşmaya kudreti bulunup ehil olan kimselerle savaşın.’
 

Cihadın hikmeti

İslâm, bütün insanlık için geçerli ortak yaşam tarzıdır. İslâm ümmeti, bu metod uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu ümmet, insanlığı eşi olmayan İslâm nimetine erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen bu hayırdan yoksun kalır, temizlik, saadet ve kemalden mahrum olur.

Bu cihanşümul çağrının önüne hiçbir engelin, hiçbir otoritenin dikilmemesi insanlığın ortak hakkıdır. Ayrıca bu çağrıyı alan insanların bu dini serbestçe seçmeye de hakları vardır. Hiçbir engel onları bu dinden alıkoymamalıdır. Bu çağrıyı dinledikten sonra benimsemek istemezse, başkalarına ulaşmasına engel olmaya da hakkı yoktur.

İslâm’ı seçenlerin ne işkence ne de başka bir baskı ile dini bırakmaya zorlanmama hakları vardır.

İslâm’ı benimsemeyenlere, diğer insanları Allah’ın hidâyetinden alıkoyacak ortam imkanları verilemez. Müslüman toplum, işkenceye ve baskıya uğrayan insanları kuvvet kullanarak savunmakla yükümlüdür. Böylece Allah’ın hidâyet sunduğu insanlara güvenli bir ortam sunularak, ilâhi sistemi sosyal hayatta uygulama yolu açılmış, insanlığın bu hayır kaynağından yoksun kalma tehlikesi önlenmiş olur.

İnsanlara dinin ulaştırılmasına engel olan, bu dini seçtiler diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmak, hiçbir kuvvetin, mü’minleri baskı altına almaması uğrunda mücadele vermek İslâm toplumunun görevidir. Bu; insanları zorla iman ettirme değil, Allah’ın dinini yeryüzünde üstün hale getirmektir. Öyle ki, bu dine girmek isteyen hiç kimse ona girmekten korkmamalı, İslâm’ın davetini duyurmak isteyen kimse bunu yerine getirirken hiçbir beşerden çekinmemeli; Allah’ın nurundan alıkoyarak insanları dinden saptıran hiçbir düzen yeryüzünde egemen olmamalı, hiçbir metodu etkin olmamalıdır.
 

Cihadın fazileti

Hangi müslüman olursa olsun, Allah için cihada niyet edip yola çıktığında, çarpışmadan önce hayvanı onu ezerse, zehirli bir mahlûk onu sokup öldürürse veya buna benzer bir sebepten ölürse, şehit olarak gider. Hadîs-i Şerîf

Savaşta ön safta çarpışmak efdaldir. Hz. Peygamber ﷺ, savaşta ön safta çarpışanlara Rabbin gülümseyeceğini, Rabbin gülümsediği kimsenin de hesaba çekilmeyeceğini, cennetin en yüksek yerine çıkacağını haber vermiştir.

Allah yolunda, sabahtan öğlene kadar, yâhut öğlenden akşama kadar çarpışmak, yerden ve yerin üstünde bulunanların tümünden hayırlıdır. İnsanın savaşta ön safta durması, altmış yıllık ibâdetten daha faziletlidir. Hadîs-i Şerîf

Allah yolunda cihat etmek, emanet dışında bütün günahlara keffârettir. Hadîs-i Şerîf

Kur’ân’da en çok anlatılan farz, cihaddır.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir at bağışlasa, malıyla, canıyla Allah yolunda cihat eden gibi ona sevap verilir.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kılıç verse, Kıyâmet günü o, konuşarak gelir ve şöyle der: Ben falanın kılıcıyım. Bugüne kadar hep cihat ettim.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir ok verse, Allah ﷻ onu saklar, büyütür. Halkın önüne, sevap olarak, Uhud dağı büyüklüğünde gelir.

Bir kimse, bir mücâhidi bir bineğe kavuştursa, Kıyâmet günü, bu iyiliği kendisi için bir bayrak olur.

Bir kimse, Allah yolunda cihat için bir kalkan verse, Allah ﷻ, onunla, kendisini Cehennemden korur.

Bir kimse, Allah yolunda cihatta, düşmana bir şey vurmuş olsa, Allah ﷻ vuruşunu, Kıyâmet gününde önünü gösteren bir nur eyler. Kıyâmet günü, misk gibi kokarak gelir. Onun bu güzel kokusunu, orada bulunan bütün halk alır.

Bir kimse, Allah yolunda cihat eden kardeşine su verirse, Allah ﷻ ona, ağzı miskle mühürlü kaplardan içirir.

Bir kimse, Allah yolunda cihat eden bir kardeşini ziyaret ederse, Allah ﷻ, her adımına sadaka sevabı yazar. Bir derecesini yükseltir, bir hatasını bağışlar. Hadis-i Şerif

Hz. Ömer İran’a harp ilan etmişti. İran Hükümdarı Yezdecerd, Çin hükümdarından yardım istedi. O da İran’dan gelen elçilere savaşacakları düşmanın vasıflarını sordu. Elçiler bildikleri kadarıyla Müslümanların vasıflarını anlattılar. ‘İçki içmezler, kumar oynamazlar, yalan söylemezler, birbirlerine yardımı hiç esirgemezler, zina etmezler, birbirlerinin namuslarına saygılıdırlar…’

Çin hükümdarı uzun uzadıya sorduklarına müspet cevap verilince İran hükümdarına şöyle bir mektup yazdı:

‘Azizim Yezdecerd! Sana bir ucu Merv’de, bir ucu Çin’de olan muazzam bir ordu gönderebilirdim. Fakat karşındaki düşmanının vasıflarını öğrendikten sonra bundan vazgeçtim. Düşmanların olan Müslümanlar bu ahlâk kaideleri üzerinde bulundukları müddetçe dağları bile yerinden oynatmak isteseler oynatırlar. Sen bunlarla dost geçinmeye bak. Ben dahi bunlardan korkmaya başladım.’
 

Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.

Allah’ın bir şeyi sevmediğini ifade buyurması, onun yapılmaması gerektiğini gösterir. Müslüman, savaşın kara günlerinde bile, Allah’ın sevgisini yitirme endişesi içinde olmalıdır. Bu endişe onu aşırı gitmekten alıkoyacaktır. Böylece Yüce Allah, savaş konusunda bile duygu eğitimi yapmaya devam etmektedir.

Allahu Teâlâ dikkatimizi çekiyor: ‘Sakın ha haddi aşmayın’ yani hiçbir şeyde haddi aşmamak gerekir. Yemek yerken, iş yaparken, insanlarla muamelede, gülerken, ağlarken, konuşurken, susarken yani her alanda haddi aşmamaya özen göstermelidir.

“Haddi (ölçüyü) aşmayın” buyruğu; ‘Sizinle savaşmayan kimselerle savaşmayın’ manasındadır. Âyet, savaşmayanlarla savaşmayı yasaklar.

Ancak bir sonraki âyette “Onları nerede yakalarsanız, öldürünüz” (Bakara, 191) buyurmuştur. Böylece bu âyet, 190. âyetin mensuh olduğunu gösterir.

Ancak âyetin nesholunmayıp, şu anlamları ifade ettiği de söylenmiştir: a) ‘Harem-i Şerifte savaşa ilkin siz başlamayın.’

b) Allah rızâsı dışında bir maksatla savaşarak haddi aşmayın. Mesela, kavmî asabiyet ve ün kazanmak gayesiyle savaşmak bu türdendir. Aksine siz, sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşınız. Bunu bir din gereği görerek ve Allah’ın dinini üstün kılmak kastıyla savaşınız.

c) ‘Aranızda anlaşma bulunan kimselerle, kendileriyle savaşmaktan nehyedildiğiniz kimselerle savaşmak veya tuzak kurarak, ya da bir davette bulunmaksızın ansızın saldırmak, kadın, çoluk-çocuk ve yaşlıları öldürmekle haddi ve ölçüyü aşmayın!’ Bu açıklamalara göre, âyet mensuh olmaz.

Resûlullah ﷺ savaşlardan birisinde öldürülmüş bir kadın görür, bundan hoşlanmadığını ifade ederek kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklar. Çünkü İslâm bir soykırım dini değil, insanları kazanma, onların iki dünyasını kurtarma dinidir.

Zaten Arapçada ‘fâale’ kalıbı çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak yapılan eylemi ifade eder. Savaş ise kadınlar, çocuklar ve benzerleriyle olmaz. Mesela rahipler, kötürümler, yaşlılar ve ücretle çalıştırılanlar öldürülmez. Hz. Ebû Bekir, Şam’a gönderdiği Yezid b. Ebî Süfyan’a bunları vasiyet etmişti. Bunların öldürülme yasağı dışında tutulması bu gibi kimselerin müslümanlara eziyet verecek durumda olmaları halindedir.

Bu kimseler için şu durumlar söz konusudur:

‣ Kadınlar savaştıkları takdirde öldürülürler. Savaşta kadınların oldukça büyük etkileri vardır. Mali yardım, savaşa karşı erkekleri teşvik gibi. Kimi zaman saçlarını çözerek, teşvik edici ağıtlar yakar, harekete geçirici, savaştan kaçmayı ayıplayan ezgilerle savaşa çıkarlar. İşte bu, onların öldürülmelerini mubah kılar. Ancak esir alındıkları takdirde onları köleleştirmek daha faydalıdır. Çünkü çabucak İslâm’a girer ve dinlerinden dönerler. Ayrıca erkeklerin aksine kendi ülkelerine de kolay kolay kaçamazlar.

‣ Çocuklar öldürülmezler. Çünkü mükellef değillerdir. Bununla birlikte çocuk savaşacak olursa öldürülür.

‣ Rahipler öldürülmez ve esir de alınmazlar. Onlara yaşayacakları kadar mallarının bir kısmı bırakılır. Bu, kâfirlerden ayrı tek başlarına yaşamaları halinde böyledir. Şayet kiliselerde kâfirlerle birlikte bulunurlarsa öldürülürler. Kadın, rahiplik edecek olursa ona ilişilmez.

‣ Kötürümler; eğer müslümanlara eziyet veren bir durumları varsa öldürülürler; aksi halde kendi halleriyle baş başa bırakılır, sıradan ve bayağı bir mal olarak değerlendirilirler.

‣ Yaşlılar; eğer savaşamayacak kadar kocamış yaşlı ve görüşü alınmak sûretiyle ya da savunma yoluyla kendisinden faydalanılamıyor ise öldürülmez.

‣ Savaşmayan, düşmana da yardımcı olmayan kimsenin öldürülmesi caiz değildir. Şayet savaşmak, görüş belirtmek ya da mali katkıda bulunmak sûretiyle zarar vereceğinden korkulan bir kimse ise, esir alındığı takdirde imam ona şu beş şeyden birisini yapmakta muhayyerdir:

Ya öldürür, ya karşılıksız serbest bırakır veya fidye karşılığında bırakır, yahut köle yapar, ya da cizye ödemek şartı ile onunla zimmet akdi yapar.

‣ Ücretli çalışanlar ve çiftçiler öldürülmezler. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Halid’e yetiş, sakın çocuk ve ücretle çalışan işçi ve çiftçileri öldürmesin.’

Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, rahmet ve savaş kelimelerini bir arada kullanarak şöyle buyurmaktadır: ‘Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.’ Bu iki kelimeyi bir arada kullanması, O’nun savaşlarının bile bir rahmet olduğuna işarettir. O’nun katıldığı savaşlar adaleti temin için yapılan savaşlardır, tarihteki diğer savaşlar ise genellikle yıkımdır, felakettir.

Allah Resûlü, savaşa da ayrı bir mana kazandırmıştır. İnsanlar ölmeden, mamur yerler harap olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman ölülerine gösterdiği merhamet eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O’nunla savaşanların, savaş sonrasında Müslümanlığı kabul etmeleri, O’na kılıç çekenlerin az sonra O’na asker olmaları, O’nun en büyük zaferlerindendir.

Seferlerde askerlerine şu tavsiyelerde bulunmuştur:

‣ ‘İnsanlara ülfet edin. Onlara karşı teenni ile hareket edin. Onları İslâm’a ve barışa davet etmedikçe üzerlerine hücum etmeyin. İnsanları müslümanlar olarak bana getirmeniz; onları öldürmenizden, çocuklarını ve kadınlarını esir olarak bana get irmenizden daha güzeldir.’

‣ ‘Allah´ın adıyla ve O´nun bereketi üzerinde hareket edin. İhtiyarları, çocukları, kadınları öldürmeyin. Aşırı gitmeyin, ganimetlerinizi toplayın, sulh edin. İyilikte bulunun. Şüphesiz Allah iyilikte bulunanları sever.’

‣ ‘Allah´ın adıyla; Allah´ın yolunda yürüyün. Allah´ın düşmanlarıyla savaşın. Hıyanet etmeyin, gadr etmeyin, kimseye işkencede bulunmayın. Çocukları öldürmeyin.’

‣ Bir defasında, müslüman askerlerin bir çocuğu öldürdüklerini öğrenince, orduya hitaben şöyle demişti:

‘Bazı kimselere ne oluyor ki öldürmekte ileri gidiyor, hatta çocukları öldürüyorlar? Şunu iyi bilin ki bundan böyle çocukları öldürmeyeceksiniz, çocukları öldürmeyeceksiniz.’ Bun un üzerine ashab: ‘Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin evladı değiller midir?’ denince Efendimiz onlara şöyle uyarıda bulund u: ‘Sizin hayırlılarınız ve seçkinleriniz de müşriklerin evladı değiller midir?’

‣ Vefatından az önce, ordu komutanı Üsâme b. Zeyd’e şu tavsiyelerde bulunmuştur: ‘İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin, sürüleri tahrip etmeyin.’

‣ Herhangi biriniz savaşırken yüzü hedef almaktan sakınsın.

‣ Abdullah b. Yezid el-Ensari şöyle diyor: ‘Peygamberimiz savaşta yağmacılığı ve işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı.’

‣ Hz. Ebû Hureyre şöyle diyor: ‘Bir defasında Peygamberimiz ﷺ bizi bir göreve gönderirken -iki Kureyşli müşriği kastederek- ‘Eğer falan ile filânı bulursanız onları yakın’ demişti. Fakat biz yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:

‘Az önce size falanca ile filâncayı yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf Allah’a mahsus bir azap aracıdır. Bu yüzden eğer onları bulursanız silahla öldürün.’

‣ Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, mü’minlerdir.

‣ İbn-i Ya’lâ diyor ki: ‘Halid b. Velid’in oğlu Abdurrahman ile birlikte bir savaşa katılmıştık. Bir ara önüne dört azılı düşman askeri getirdiler. Verdiği emir üzerine bunlar okun kör tarafı ile işkence edilerek öldürüldü. Bir süre sonra bunu haber alan Hz. Ebû Eyyub el-Ensarî şöyle dedi:

‘Ben Peygamberimizin ﷺ savaşta kılıç sırtı ile adam öldürmeyi yasakladığını kulaklarımla işitmiştim. Bu tür öldürme insana uzun bir can çekişme dönemi yaşattığı için bir tür işkencedir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, önüme bir tavuk bile gelse onu bıçağın sırtı ile (işkence çektirerek) öldürmezdim.’ Bu sözler Abdurrahman’ın kulağına gidince (keffâret olarak) dört köle azad etti.

‣ Müslim b. Haris şöyle diyor: ‘Peygamberimiz ﷺ bir defasında bizi bir müfreze içinde savaşa göndermişti. Saldırı düzenleyeceğimiz yere varınca atımı koşturarak arkadaşlarımı geride bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin halkı beni çığlıklarla karşıladı. Bunun üzerine onlara ‘La ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)’ deyin de canınızı kurtarın’ dedim. Onlar da bunu söylediler. Bunun üzerine arkadaşlarım beni kınayarak ‘Bizi alacağımız ganimetten mahrum ettin’ dediler.

Peygamberimizin ﷺ yanına dönünce yaptığımı O’na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz beni yanına çağırarak yaptığımı beğendiğini belirtti. Arkasından bana ‘Allah o insanların her biri karşılığında sana şu kadar sevap yazdı’ buyurdu.’

Hz. Ebûbekir de Üsame b. Zeyd’i komutan olarak sefere gönderirken, ona şunları söylemişti: ‘Davanıza ihanet etmeyiniz. Öldürülmüş olanların ağız, burun, kulak gibi organlarını kesmeyiniz. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını ve meyve veren hiçbir ağacı kesip yakmayınız. Yemek için müstesna ne bir koyun, ne bir sığır, ne de bir deve kesmeyiniz.

Manastırlara çekilmiş ve kendilerine dünyadan el etek çektirilmiş bir takım kimselere rastlayacaksınız. Onları kendilerini adadıkları şeylerle baş başa bırakınız. Yine kafalarının ortasını tıraş ettirmiş ve etrafını bırakıp sarık gibi bağlamış kimseler de göreceksiniz. Onların kafalarını kılıçla uçurunuz.’

Bu konuşmada vurgulanan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının öldürülmemesi, ağaçlara zarar verilmemesi ve ölülerin uzuvlarının kesilmemesi İslâm ordularının temel felsefesi olmuştur.

Hz. Ömer (r.a) de şöyle der: Size karşı savaşmayan kadın ve çocuklarla çiftçiler hususunda Allah’tan korkunuz.

Ömer b. Abdülaziz de hiçbir çiftçiyi öldürmemiştir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bu âyet savaş hakkında nazil olan ilk âyettir. Hicretten önce şu âyetlerle savaş yasaklanmıştı: “En güzel olan ile def et” (Fussilet, 34); “Sen yine onları affet, aldırış etme” (Maide, 13); “Ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl” (Müzzemmil, 10); “Sen üzerlerine musallat bir zorba değilsin.” (Ğaşiye, 22)

Resûlullah ﷺ Medine’ye hicret edince savaşmakla emrolundu ve yüce Allah’ın: “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın” emri indi. Bu âyet nazil olunca, Hz. Peygamber ﷺ kendisiyle savaşanlarla savaşmış, kendisiyle savaşmayanlarla savaşmamış ve “Müşrikleri öldürün...” (Tevbe, 5) âyeti nazil oluncaya kadar, bu şekilde hareket etmişti.

‣ Hz. Peygamber ﷺ, hacc maksadıyla ashâbıyla beraber yola çıkıp, Hudeybiye’de konaklamıştı. Burası, ağacı ve suyu bol olan bir yerdi. Müşrikler, Kâbe’yi ziyaret etmelerine mani olmuşlardı. Efendimiz ﷺ de, ziyarette bulunamayarak bir ay orada bekledi. Daha sonra müşrikler Hz. Peygamber’le, bu yıl geri dönüp ertesi yıl gelmek, gelince de Kâbe’yi tavaf edip, kurbanını da kesip, istediğini yapıncaya kadar Mekke’yi üç günde terk etmek üzere anlaşma yaptılar. Allah Resûlü de buna razı oldu ve Medine’ye geri döndü.

Ertesi yıl hazırlanmaya başladı. Ashab, Kureyş’in sözünde durmayacağından, kendilerini Mescid-i Haram’dan men edip, savaş çıkaracaklarından endişelendiler. Kendileri ise hem haram ayda, hem de Harem-i Şerifte müşriklerle savaşmak istemiyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyetleri indirdi ve ashaba, ihtiyaç hissederlerse nasıl savaşacaklarını bildirerek, ‘Allah yolunda cihad ediniz’ buyurdu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَقَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ Âyetin tahkikindeki işaret: Allah yolunda seyrinizi engelleyecek, yolunuzu kesecek cin ve ins şeytanlarıyla savaşın. Hatta nefislerinizle de savaşın. Çünkü en büyük düşmanınız içinizdeki nefistir. Bunun için Nebi ﷺ cihaddan döndüğünde şöyle buyurdu: ‘Küçük cihaddan büyük cihada döndük.’ وَلَا تَعْتَدُوا Yani şeriat hududunu çiğnemeyin. Tabi olarak cihad

edin. Lakin gücünüz yettiği kadar istikamet kademi üzere boyun eğin. Durduğunuz yerde durun, emrolunduğunuzu yerine getirin.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَ İfrat ve tefrit tarafında olmayın.

 

Belagat

• وَقَاتِلُوا  buyurduktan sonra وَلَا تَعْتَدُوا buyurması, vasıtalı kinaye olabilir. Yani, savaş sırasında öfkenize yenilip saldırganlık içgüdüsüyle aşırıya kaçmayın, çoluk-çocuk, yaşlı ve kadınları öldürmekten kaçının.

• وَلَا تَعْتَدُوا buyruğu ‘Savaşta dengeli olmak ve haksız öldürmekten kaçınmak’ anlamındadır. Bu nedenle قَاتِلُوا emriyle aralarında tibaka mülhak ihamı tezat vardır.

• قَاتِلُوا emri ligayrihi hasen bir emirdir.