Sureler

Göster

Bakara Sûresi 198. Ayet

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْؕ فَاِذَا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِࣕ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدٰيكُمْۚ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِهٖ لَمِنَ الضَّالّٖينَ

198- Hac mevsiminde ticaret yapmak sûretiyle Rabbinizin fazlından istemenizde bir günah yoktur. Arafat’tan insanların sel gibi taşıp döndüğü zaman Meş’ari’l Haram’ın yanında Allah’ı zikredin, O ise nasıl hidâyet etti ise, O’nu öylece anın. Bundan önce gerçekten yolunu şaşırmışlardandınız.

 

Hacda alışveriş, ticaret yapmak günah değildir. Ancak ticaret, alış veriş, gezi niyetiyle hac yapmak doğru olmaz. Arafat’tan Meş’ari’l Haram’a yani Müzdelife’ye giderken Cenâb-ı Hakkı anarak bu ibadetleri yapmayı, mü’min olmayı, hidâyet bulmayı nasip ettiği için Allah’a şükretmemiz, bu güzel ibadetin kadri kıymetini bilmemiz ve bildirmemiz teşvik ediliyor. Önceki yanlış hallerimizi doğru olmayan yollarımızı düşünerek hamdü senada bulunmamız hatırlatılıyor.

Âyette hazıf bulunmaktadır. Takdiri; ‘لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فٖي اَنْ تَبْتَغُوا / Allah’ın fazlını aramanızda size bir günah yoktur’ şeklindedir. Allah’ın fazlından murad, ticarettir.

Bir diğer görüşe göre ‘Allah’ın fazlı’ndan maksat hac yapan kimsenin, bu sırada, çaresizlere ve düşkünlere yardım etmek, açları doyurmak gibi Allah’ın lütfunu celbeden diğer amelleri yapması, taleb etmesidir.

Câhiliyye Arapları, diğer taâtların hacca katılmasının hacca zarar vereceği ve eksiklik meydana getireceği inancındaydılar. Allahu Teâlâ, durumun böyle olmadığını bildirmiştir.

Ancak taâtta noksanlık meydana getiren ticaret mubah değildir. İbadette ve taâtta noksanlaştırmayan ticareti terk etmek de daha evlâdır. Çünkü Allahu Teâlâ, “Onlar ancak, dini sadece Ona has kılarak, Allah’a ibâdet etmekle emrolundular” (Beyyine, 5) buyurmuştur.

İhlas, kişinin sadece ibâdet olduğu için o fiili yapmasıdır. Cenâb-ı Hakk hadis-i kudside, ‘Ben, ortaklıktan müstağni olanların en müstağnisiyim. Kim, bir taât yapıp benden başkasını ortak koşacak olursa o kimseyi şirkiyle baş başa bırakırım’ buyurmuştur.

Bu anlamda; hacdaki ticaret yapılmasına verilen müsaade, ruhsat yerine geçen bir izin sayılır.

Bu âyet müslümanın zihnine şu ilkeyi yerleştirmektedir: O, ticaret yaparken, ücretli bir işte çalışırken ya da başka bir yoldan geçimini sağlamaya çalışırken rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor, o sadece yüce Allah’ın lütuf ve bağışını arıyor, Allah da ona veriyor.

Yani meslek edindiği geçim sağlama yolları peşinden koşarak rızkını elde ederken elde ettiği şey, aslında yüce Allah’ın lütfu ve bağışıdır. Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın kalbine bu bilinç yerleşince, o artık ibadet halindedir. Bu çalışmaları Allah’a yönelme açısından Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, mü’minin kalbinde bu duyguların kökleştiğinde onu istediği gibi çalışmak üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun her hareketi ibadettir. Bundan dolayı aslında Hacc görevlerini konu edinmiş olan bu âyet, bir bölümünü geçim imkânlarını arama konusuna ayırmıştır.

Sahabe-i kiramın hacdaki ticaret konusunda gösterdikleri bu çekingenlik, İslâm’la gelen, cahiliyede geçerli olan her şey karşısında duyulan bir hassasiyettir. Her konuda girişime geçmeden önce İslâm’ın görüşünü bekleme titizliğinin bir parçasıdır. Aynı hassasiyeti sahabe efendilerimiz Safâ ile Merve tepelerini tavaf etme konusunda da göstermişlerdi.

İslâm’ın istediği hayatta ne haccın, orucun, ne namazın, ne ticaretin hiçbir farkı yoktur. Hayat bunlarla iç içedir. Bir an namaz kılınır, bir anda ticaret yapılır. Bir anda hacca gidilir, an gelir cihada çıkılır. Mü’min bir yanda öğretirken, diğer yanda öğrenen konumundadır. Namaz kılarken ayrı bir kişilik sahibi, ticaret yaparken ayrı bir şahsiyet olmak İslâm’da yoktur. Kişi namaz kılarken de Allah’la karşı karşıya, ticaret yaparken de Allah huzurundadır.

‘Hac yolculuğunda ticaret olmaz! Hacca gidersen ticaretin de biter! Hacdan geldikten sonra teraziye el değmeyeceksin!’ anlayışı dinimizde yoktur. Bilâkis müslümanın tüm hayatı ibâdettir. Onun hayatında tırnak kesmekten tuvalete gitmeye varıncaya kadar her şey kulluktur. Müslümanın hayatında kulluğun dışında bir tek saniye bile düşünülemez. Çünkü Allah hayatta boşluk bırakmaz. Hayatta boşluk, şirkin başlangıcı demektir.

Birileri bu bâtıl fikirleri yaymaya çalışırken, hacca giderken müslümanlar ticaret yapamazlar derken, her halde bunu yabancıların sanayilerinin daha da gelişmesi ve onların ürettikleri malların oralarda daha kolay satılabilmesi için söylemektedir. Bazı hocalar da bu oyunlara alet olmakta, Müslümanlara ‘Sizler ticaret yapmayın! Sizler sadece tüketici olun!’ demektedirler.

Çoğu müslüman da hacdan döndükten sonra ticaretini bırakır. Teraziye dokunmaya bile korkar. Kimileri de ‘ben bu ticareti bırakmadan hacca gidemem’ diye korkar. ‘Ticaret varsa ibâdet yoktur, ibâdet varsa da ticaret olmaz’ demeye çalışırlar. İslâm’da böyle bir ayrım yoktur.

          ✽     ✽     ✽

Bir Allah dostu şöyle anlatır: Deniz savaşına çıkmıştık. Oradakilerden biri bir torbayı satılığa çıkardı. Kendi kendime: ‘Şu torbayı alayım, savaş sırasında faydalanırım, memleketime dönünce de yüksek fiyatla satarım!’ diye düşündüm. Bu niyetle torbayı satın aldım. O gece rüyamda iki melek gördüm. Savaşanların niyetlerine göre ameli yazıyorlarmış; meleklerin biri söylüyor diğeri onu yazıyordu. Askerlerin kimisini seyahat, kimisini gösteriş, bir kısmını ticaret, bazılarını da Allah rızâsı için sefere katılmışlar diye yazdılar. Sonra o melek bana döndü, ‘Bunu tüccar olarak yaz!’ dedi. Ben ‘Allah Allah! Ben tüccar değilim, malım da yok, gaza niyetiyle yola çıktım!’ dedim. Melek: ‘Sen dün bir torba satın alıp savaş dönüşü onu kârıyla satmayı düşünmedin mi?’ dedi. Ben nasıl ağlıyordum. Bir yandan da: ‘Sakın beni tüccar olarak yazmayın, ben cihat niyetiyle bu gazaya katıldım!’ desem de melek arkadaşına şöyle diyordu: ‘Yaz: Gaza için çıkmış, sonra kâr etmek için torba satın almıştır. Allah hükmünü verir!’

          ✽     ✽     ✽
 

Arafat’tan döndüğünüz zaman.

الْإِفَاضَةُ kelimesi, yürürken çok hızlı, sel gibi gitmektir. Su döküldüğü zaman dağıldığı için, أَفَاضَتْ اَلْمَاءُ denilir. Söz için kullanılırsa, söze hızlıca girmek ve söz vecihlerinde tasarruflarda bulunmak manasına gelir.

Kelimenin asıl manası, bir şeyin atılması, dağılmasıdır. Buna göre âyette, sel gibi aktınız, hızlıca dağılıp yayıldınız, kendinizi dağıttınız, anlamına gelir.

Araplar, Arafat’tan çıkışa دَفْعٌ, Müzdelife’den çıkışa إِفَاضَةُ diyorlardı. Her ikisi de mecazdır. Çünkü def, cismi kuvvetle uzaklaştırmaktır. Kur’ân-ı Kerim دَفْعٌ yerine إِفَاضَةُ ’yı kullanmıştır. Çünkü ‘İfaza’ şiddet olmaksızın çokluk manası taşır. دَفْعٌ kelimesi ise yürürken insanların birbirlerini itmesi manasını da vehmettirir. Onlar daha önce süratle yürüyor ve gürültü yapıyorlardı. Nebi ﷺ Veda haccında bundan nehyetti ve ‘Sürat takvadan değildir, akın ettiğiniz zaman sekinetli ve vakarlı olun’ buyurdu.
 

Arafat

عَرَفَات  cemi bir kelimedir. Tek bir bölge bu isimle adlandırılmıştır. Sanki o yerin her parçası bir ‘Arafe’ olup, bu parçaların toplamına ‘Arafat’ denmiştir.

Aslında, her bir parçası ‘arafat’ diye adlandırılan birçok parça toprağın adıdır, alem (özel isim) değildir. Sonra bu kelime, bu parçaların hepsine birden alem kılınmıştır. Bundan dolayı Araplar bu kelimeyi, gayr-ı munsarıf olmayan aslına göre kabul etmişlerdir.

عَرَفَات  isminin Kur’ân’da zikredilmesi, Arafat’ta vakfenin haccın rüknü olduğuna işaret içindir.
 

Terviye Günü

Zilhicce ayının sekizinci günü ‘terviye’; dokuzuncu günü de ‘arefe’ diye adlandırılmıştır. ‘Terviye günü’ denmesi hakkında iki görüş vardır:

1- Bir kimse tefekkür edip, fikir ve görüşler beyan ettiği zaman kullanılan يُرَوِّى kökünden alınmıştır.

‣ Hz. Âdem’e (a.s) Kâbe’yi yapması emrolundu. Onu yapıp bitirince tefekkür ederek şöyle dedi: ‘Yâ Rabbi, her çalışanın bir ücreti vardır. Bu işten dolayı benim ücretim nedir?’ Cenâb-ı Hakk ‘Kâbe’yi tavaf ettiğin zaman, tavafın ilk şavtına karşılık günahlarını bağışlarım’ dedi. Âdem (a.s), ‘Yâ Rabbi, arttır!’ dedi. Allah ‘Senin zürriyetin Kâbe’yi tavaf ettikleri zaman, onları da bağışlarım’ dedi. Hz. Âdem, ‘Arttır yâ Rabbi’ dedi. Hz. Allah da, ‘Senin zürriyetinden muvahhid olup da Beyt’imi ziyaret edenlerden, mağfiret talep eden herkesin günahını bağışlarım’ dedi. Âdem de (a.s) cevaben, ‘Yeter Rabbim, yeter!’ dedi.

‣ İbrahim (a.s), terviye gecesinde rüyasında oğlunu kurban ettiğini gördü. ‘Bu rüya Allah’tan mı şeytandan mı?’ diye düşünerek sabahladı. Arefe gecesi de, rüyasında oğlunu kurban etmesi emrolununca, ‘Bildim ya Rabbi, o rüya Sendendir’ diye sabahladı.

‣ Mekkeliler terviye günü Mina’ya çıkarlar ve ertesi günü Arafat’da dile getirmek istedikleri duaları iyice öğrenirlerdi.

2- Veya ‘Terviye’ ismi; bir kimse susamış birisine su verdiği zaman söylenilen, رَوَّاهُ مِنَ الْمَاءِ kökünden alınmıştır. Mekkeliler, taşradan gelen hacılar için su saklıyorlardı. Hacılar, terviye gününde yolculuğun sıkıntılarından kurtuluyor, bol suya kavuşuyor ve yolda göğüs gerdikleri su sıkıntısının peşinden böylece hayvanlarını bol bol suluyorlardı.

Günahkârlar, Allah’ın rahmet denizlerine ulaşan susamış kimseler gibidir, Allah’ın rahmet denizlerinden kana kana içerler.

İbn Abbas (r.a), “Çift ve teke yemin olsun” (Fecr, 3) âyetindeki, ‘Çift’ kelimesinin terviye ve arefe günü, ‘Vitr’ kelimesinin ise Kurban bayramı günü manasında olduğunu söylemiştir.

Kurban bayramının on gün orucunun, her bir günü bir aya bedeldir. Terviye günü oruç tutan kimse için bir sene, arefe günü oruç tutan için de iki sene (oruç sevabı) vardır. Hadis-i Şerif
 

Arefe Gününün İsimleri

1- Arefe. ‘Mârifet’ masdarından türetilmiştir:

˗ Hz. Âdem ve Havva, arefe günü birbirleriyle karşılaşıp birbirlerini tanıdıkları için, bu güne ‘arefe’, karşılaştıkları yere de ‘Arafat’ denilmiştir. Cennetten yeryüzüne indirildiklerinde, Hz. Âdem, Serendib

Adası’na; Hz. Havva Cidde’ye; iblis Nîsân’a; yılan İsfahan’a indi. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’e haccetmesini emredince, Arafat’da Hz. Havva ile karşılaştı ve birbirlerini tanıyıverdiler.

˗ Cebrail (a.s), Hz. Âdem’e (bir rivayette Hz. İbrahim’e) haccın menâsikini öğretmiştir. Hz. Âdem (a.s) Arafat’ta iken, Cebrail (a.s) ona, ‘öğrendin mi?’ dedi; O da ‘Evet’ dedi. Bundan dolayı, burası ‘Arafat’ diye isimlendirildi.

˗ Hz. İbrahim (a.s), daha önceden bildiği sıfat ve niteliklere bakarak, Arafat’ı gördüğünde, orayı hemen tanıyıverdiği için, buraya ‘Arafat’ denilmiştir.

˗ Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile onun annesi Hacer’i Mekke mıntıkasında bırakıp Şam’a dönünce, senelerce onları bir daha görmemiştir. Daha sonra bir arefe günü Arafat’ta karşılaşmışlardır.

˗ Hz. İbrahim rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesi gerektiğini duyunca, bunun Allah’tan olduğunu başta anlayamamıştı. Sonra anlayınca ‘Araftü / anladım’ dedi.

˗ Hacılar Arafat’da vakfe yaptıkları zaman, birbirleriyle tanışırlar.

˗ Hakk Teâlâ, bu günde hacılara mağfiret ve rahmetini bildirip, tanıtır.

‣ ‘Arafe’ kelimesi, ‘İtiraf’ masdarından türemiştir. Çünkü hacılar Arafat’da vakfe yaptıkları zaman Allah’ın rubûbiyyet, celâl, samediyyet ve müstağni olma vasıflarını; kendilerinin fakir, zelil, miskin ve muhtaç olduklarını itiraf ederler. Hz. Âdem ile Hz. Havva, Arafat’da vakfe yaparken, ‘Yâ Rabbi biz kendimize zulmettik’ dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, ‘İşte şimdi kendinizi bildiniz’ buyurdu.

‣ Bu kelime, güzel koku manasına gelen العَرْفُ kelimesinden türemiştir. Günahkârlar Arafat’da tevbe edince, günah pisliklerinden kurtulur ve Allah katından güzel kokular kazanırlar.

2- Yevm-i İyâs (Kâfirlerin İslâm karşısında yeise düştükleri gün).

3- Yevm-i İkmâli’d-Din (Dinin tamamlandığı gün).

4- Yevm-i İtmâmi’n-Ni’me, (Nimetlerin tamamlandığı gün).

5- Yevm-i Rıdvan (Rızâ günü).

Bu beş isim şu âyette toplanmıştır: “İşte bugün kafirler, sizin dininizden ümidlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak müslümanlığa razı oldum (seçtim)...” (Maide, 3)

Bu âyet, arefe günü yatsı vaktinde, Hz. Peygamber Veda haccında İbrahim’in (a.s) vakfeye durduğu yerde, Arafat’da vakfe yaparken, cuma günü nazil oldu. Böylece küfür izmihlale uğradı ve câhiliyenin temelleri yıkıldı. Hz. Peygamber, ‘İnsanlar kendileri için bu âyette olan şeyleri bilselerdi, gözleri aydın ve sevinçli olurdu’ dedi. Allahu Teâlâ’nın ümmet-i Muhammed’i, kendisinde dinlerinin tamamlanmasıyla müjdelediği günden daha mükemmel bir gün yoktur.

Arefe gününün diğer isimleri de şunlardır:

‣ Yevmü sılati’l-vâsılîn (Allah’ın rahmetine vasıl olanların vuslat günü): “Bugün size dininizi kemâle erdirdim; size olan nimetimi de tamamladım” (Maide, 3) cümlesinden ötürü, bu ismi almıştır.

‣ Yevmü katîati’l-kâtıîn (Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlerin ümit kesme günü): “Allah müşriklerden beridir; peygamberi de..” (Tevbe, 3) âyetinden ötürü bu isim verilmiştir.

‣ Yevmü ikâlet-i asri’n-nâdimîn ve kabûl-i tevbeti’t-tâibîn (Pişmanlık duyanların bağışlanma ve tevbe edenlerin kabul edilme günü): “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik” (Araf, 23) âyetinden dolayı bu ismi almıştır. Cenâb-ı Hakk, rahmetiyle bu günde Hz. Âdem’in tevbesini kabul ettiği gibi, zürriyetinin de tevbesini kabul etmiştir.

‣ Yevmü vefdil vâfidine (Heyetlerin geldikleri gün): “Hacılar Allah’ın elçileridir. Hacılar Allah’ın ziyaretçileridir. Ziyaret edilen ve çok kerim olan Allah’a ise, kendisini ziyaret edene ikramda bulunması düşer’ hadis-i şerifinden dolayı bu isim verilmiştir.

‣ Yevmü’l-haccı’l-ekber (En büyük haccın yazıldığı gün): Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Ve bu, haccın en büyük gününde, Allah’dan ve Resûlünden insanlara bir ilândır.” (Tevbe, 3)

‣ Şâhid: Hacılara şahit olduğu için bu adı almıştır.

‣ Meşhûd: Hacılar kendisine şahit olduğu için bu adı almıştır.

Resûlullah ﷺ Arafatta durduğu akşam, ümmeti için Allahu Teâlâ’dan mağfiret diledi. Allahu Teâlâ ona: ‘Bunları affettim, zalim olan hariç. Çünkü ben mazlumun hakkını ondan mutlaka alacağım’ diye cevap verdi. Resûlullah ﷺ ‘Ey Rabbim, eğer dilersen mazluma hakkını cennetten verir ve zalimi de affedersin’ dedi. Allahu Teâlâ, akşamleyin Resûlullah’ın ﷺ bu talebine cevap vermedi. Resûlullah ﷺ Müzdelife’de sabahlayınca bu duasını tekrarladı. Bu defa ona istediği verildi. Bunun üzerine Resûlullah ﷺ gülümsedi.

Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer ‘Babam ve anam sana feda olsun, bu an, senin gülmediğin bir andır. Seni güldüren nedir? Allah seni güldürsün’ dediler. Resûlullah ﷺ da şöyle buyurdu:

‘Allah’ın düşmanı İblis, Aziz ve Celil olan Allah’ın, benim duamı kabul edip ümmetimi affettiğini öğrenince toprakları alıp başına saçmaya, ‘Vah başıma gelenlere, keşke ölseydim de bunu duymasaydım’ şeklinde bağırmaya başladı. İşte beni güldüren, ondan gördüğüm bu feryattır.’

Zilhiccenin ilk on gününde her güne bin sevab verilir. Arefe gününe ise, on bin sevap verilir.

Arefe günü oruç tutana, Âdem (a.s)’dan Sura üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır. Hadis-i Şerif
 

Vakfe

Vakfe, haccın ancak kendisiyle tamamlandığı bir rükündür. Vakfeyi zamanında ve yerinde yapamayan kimse, haccı da kaçırmış olur. Vakfenin zamanı, arefe gününde güneşin zevâliyle girer ve Kurban bayramının birinci günü güneşin doğmasına kadar devam eder. Tamamı yarım gün, bir gecedir. Hacı burada gece veya gündüz bir an bulunsa, yeterlidir. Güneş battığı zaman imam, hacıları geri çevirir. Akşam namazı tehir edilir, Müzdelife’de yatsı namazı ile birlikte kılınır.
 

Müzdelife

‣ Bu kelimenin masdarı اِزْدِلَاف yakınlık ve yaklaşmak manasınadır. ‘Kendisine yaklaşılan yer’ demektir. Hacılar oraya Mina’dan yaklaşırlar.

‣ Hacılar, orada durarak Allah’a yaklaşırlar.

‣ ‘İzdilâf’, toplanma manasına da gelir. İnsanlar orada toplanırlar.

‣ ‘İki namazın birbirine yaklaştırıldığı yer’ demektir, çünkü orada akşam namazı ile yatsı namazı cem edilir. Bu nedenle Müzdelife’ye جَمْعٌ da denilir.

‣ Hz. Âdem ile Havva’nın orada birbirlerini buldukları da söylenmiştir.

Sünnet olan, hacıların burada gecelemesidir. Hacılar sabah namazını kıldıkları zaman, oradan şeytan taşlamak için küçük taş alırlar. Herkes yetmiş küçük taş toplar. Sonra, bir ismi de ‘Kuzah’ olan Meş’ari’l Haram dağına giderler. Bu dağ, Müzdelife’nin, Mina tarafındaki en uç noktasıdır. Mümkünse bu dağın üstüne çıkar, yoksa yakın bir yerinde durur, Allah’a hamd eder, telbiye ve tekbir getirir. Ortalık iyice ağarıncaya kadar bu hal üzere devam eder. Güneş doğmadan oradan ayrılır ve Arefe günündeki gibi yürür, Muhassir Vâdisi’ne giderler. Bu vadinin ortasına gelince, binekli olanların, bineklerini hızlandırmaları; yürüyenin de bir taş atımı mesafede hızlıca koşması müstehabtır.
 

Mina'da Yapılacak İşler

Mina’ya geldikleri zaman, vadinin ortasında bulunan Akabe cemresine yedi taş atarlar. Taş atmaya başlar başlamaz telbiyeyi keserler. Akabe cemresine taş attığında, eğer hacının yanında kurban var ise, bu kurban kesilir, sünnettir. Şayet hacı kurban kesmez ise, bir şey gerekmez. Çünkü çoğu zaman hacının yanında kurban bulunmaz. Kurban kestikten sonra başını tamamen tıraş eder veya saçını kısaltır. Tıraştan sonra Mekke’ye gelir, ifâda tavafını yapar. Daha sonra iki rekât tavaf namazı kılıp, Safâ ile Merve arasında sa’y eder.
 

Arafat’tan ayrıldığınızda, Meş’ari’l Haram yanında Allah’ı anın.

Âyet-i kerime, Arafat vakfesinin farz olduğuna delâlet eder. Çünkü âyet-i kerime, Meş’ari’l Haram’da Allah’ı zikretmeyi ‘Arafat’tan ayrıldıktan sonra’ diyerek kayıtlamıştır. Arafat’da hacı vakfe yapmadığı zaman, emredilmiş olduğu haccı yapmamış olur. (Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey vâciptir.)

Bu vakfenin Arafat’ta yapılmasının sebebi: Kâbe yapılırken etraftaki tüm dağlardan taş alındı. Arafat dağına sıra gelinceye kadar Kâbe tamamlanmıştı. Arafat dağı çok üzüldü. Allahu Teâlâ da onu teselli için ‘Seni ziyaret etmeyenin haccını kabul etmeyeceğim’ buyurdu.

الْمَشْعَرِ kelimesi, bir şeyin bilindiği, hissedildiği yer manasındadır. Bir şeyi bilip anlamak manasındaki, ‘شُعْ / şuur’ tabirinden alınmıştır. Bir şeyin şi’ârı, onun alâmetleri ve nişanlarıdır. Orası, haccın nişanlarından olduğu için ‘Meş’ari’l Haram’ diye isimlendirilmiştir.

Meş’ari’l Haram, Müzdelife’dir. Müzdelife’ye bu adın verilmesi orada namaz kılınıp, vakfe yapılması, gecelenip dua edilmesindendir. Meş’ari’l Haram’ın, Kuzah dağı olduğu da söylenmiştir.

Meş’ari’l Haram’da yapılması emrolunan zikirden murad, akşam ve yatsı namazını cem etmektir. Namaz, bu âyette zikir olarak isimlendirilmiştir. Âlimlerin çoğu ise bundan muradın tesbih, tahmîd ve tehlîl olduğunu söylemişlerdir.

İbn Abbas (r.a) bu gecede insanlara bakıp, ‘İnsanlar bu gecenin kadr-ü kıymetini anlasalardı, hiç uyumazlardı’ buyurmuştur.
 

Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin.

Allahu Teâlâ ‘Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin’ dedikten sonra tekrar ‘O’nu zikredin’ buyurdu. Bu tekrarın hikmetleri:

‣ Allahu Teâlâ’nın isimleri kıyâsi olmayıp, tevkifidir (vahye dayanır). Cenâb-ı Allah’ın ilk emri, mutlak zikri emreder. İkinci ‘Zikredin’ emri ise, bizim re’y ve kıyas ile zikredeceğimiz isimlerle değil, Allah’ın bize açıkladığı ve kendisini zikretmemizi emrettiği isimleri ve sıfatlarıyla zikretmemizi emreder.

‣ Allahu Teâlâ sanki, ‘Bu nimete şükredenler olmanız için, ben size bu zikri emrettim’ demiştir.

‣ Önceki, Allah’ı dil ile; sonraki ise, kalb ile zikri emirdir. Kulluğun kemâli de, bu iki zikir ile tamamlanır.

Zikir kelimesi Arapça’da iki manaya gelir: Birisi unutmanın zıddı olan zikir, yani hatırlama; ikincisi de sözle olan zikirdir.

‣ ‘Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin’ yani ‘Allah sizi nasıl hidâyetiyle hatırlamışsa, siz de aynı şekilde O’nu tevhidiyle hatırlayın.’

‣ Bu âyetlerdeki zikirden murad, zikrin devamlılığıdır. Sanki şöyle denilmektedir: ‘Allah’ı zikredin; zikredin O’nu!.. O, sizi tekrar tekrar hidâyete erdirdiği gibi, siz de O’nu tekrar tekrar zikredin!’

‣ ‘Meş’ari’l Haram yanında zikredin’ emri, şer’i vazifelere işarettir. Bu vazifeleri yerine getiren hakikat mertebelerine yaklaşır. Kalp Meş’ari’l Haram’dan, hatta Allah’ın dışındaki bütün varlıklardan uzaklaşır, Allah’ın celâl ve samediyyet nurlarına gark olur. Allah’a yükselme makamında O’nu zikir ve övgüyle meşgul olur. Bu zikir insana, Allah’a şerefli bir mensubiyyet kazandırır. Allahu Teâlâ sonra ‘Sizi hidâyet ettiği gibi O’nu zikredin’ buyurmuştur. Çünkü kul Allah’a yükselme makamında ilerlemektedir. En aşağı mertebeden en yüksek mertebeye yükselir.

‣ Birinci zikirden murad, Allah’ın güzel isim ve sıfatlarını zikretmektir. İkinciden murad ise, Allah’ın nimetlerine şükretmektir. Çünkü ikinci zikir ‘hidâyet’ ile kayıtlanmıştır. Bir nimete mukabil olan zikir ise, ancak şükür olur. Şükrün zikir manası da vardır.

‣ Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin, emrinden, zikrin Meş’ari’l Haram bölgesine ve hacc ibâdetine tahsis edildiği zannedilebilir. İkinci zikir emri bu şüpheyi gidermiştir. Çünkü bu zikir, Allah’ın hidâyetine mukabildir. Hidâyet nimeti devamlı ve kesintisiz olduğuna göre, aynı şekilde bu şükür zikrinin de devamlı ve kesintisiz olması gerekir. (Tekmil ve ihtiras itnabı)

‣ Meş’ari’l Haram’ın yanında zikredin, emrinden murad, Müzdelife’de akşam ve yatsı namazlarının cem edilmesidir. Sonraki kısımdan murad ise ‘tehlil ve tesbih’ tir.
 

    Zikirlerin efdali; Elhamdülillah demek

    Müslümanın dilinden asla düşmemek gerek

    Düşürmeyen dilinde hakka hamdü senayı

    Fetheder ahireti, fetheder hem dünyayı

    İki cihanda aziz olmanın yolu budur

    Kalbini ve dilini hakka şükranla doldur


 

Sizi hidâyet ettiği gibi.

Bundan murad, ‘Hacc menâsikinizde sizi İbrahim’in (a.s) sünnetine döndürmek sûretiyle size hidâyet ettiği gibi...’ demektir.

Veya genel bir ifadedir; Allah’ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve şeriatları bilip tanıma hususundaki bütün hidâyet nevilerini içine alır.

İlk müslümanlar bu cümleleri okurken, hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine damgasını basmış olan eski sapık, acıklı, perişan hayatlarının görüntüleri, gözlerinin önünden bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp hallerine bakınca İslâm’ın kendilerini yükselttiği yeni konumlarını görüyor ve bu gerçeğin bütün derinliğini köklü bir biçimde duyuyorlardı.

Bu nimet, bütün müslümanlar için geçerliliğini sürdürüyor. İnsanlık bu doğru yola girmedikçe cahiliye bataklığında debelenmeye mahkumdur. Daha önce cahiliyenin pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm’la yeniden hayat bulanlar dışında hiç kimse bu gerçeği tam anlamı ile kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış olan iğrençlikler, kokuşmuş bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında İslâm’ın yüce hayat sisteminin gerçek mahiyetini anlayabilirler.

İnsanlık tarihi birçok düşünce sistemi, birçok sosyal düzen ve çok sayıda hayat tarzı görüp geçirdi. Bunların içinde en büyük filozofların felsefi sistemleri, en büyük düşünürlerin düşünceleri de vardı. İslâm düşüncesinin zirvesinden bu serüvene bakıldığında insanlığın bu kadar boş, anlamsız ve karmaşık sistemler ile oyalanmasının ne kadar acı olduğu açıkça görülüyor. İşte yüce Allah’ın burada müslümanlara hatırlattığı ve minnettarlığını hatırlarından hiç çıkarmamalarını istediği büyük nimet budur.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bazı Araplar, hac günlerinde ticaret yapmaktan kaçınıyorlardı. Zilhiccenin ilk on günü girdi mi, alış verişi tamamen bırakır ve hacda ticaret yapanları ‘dâc’ diye adlandırıp ‘Bunlar hacc değil, dâcdır’ derlerdi. ‘Dâc’ rastladığı her şeyi kaparak mal edinen kimsedir. Bu kelime, ‘الدجَاجَة / Tavuk’ lafzından türemiştir.

Hac görevleri dışında her işten kaçınıyor, çaresiz ve güçsüzlere yardım etmekten, açları ve yoksulları doyurmaktan bile imtina ediyorlardı. Allahu Teâlâ bu yanlış inancı kaldırmış ve ticaret yapmada hiçbir günah olmadığını açıklamıştır. Âyetin öncesi ve sonrası hükmün hacc zamanında meydana geldiğine delalet eder. Bundan dolayı ‘Hacda’ kelimesi zikredilmemiştir.

‣ Ebû Umame Teymî, İbn Ömer’e şöyle demiştir: ‘Biz, para karşılığında hacı adaylarını taşıyoruz, bizi yadırgayanlar var. Bazı kimseler bizim haccımızın olmadığını söylüyorlar.’

Abdullah b. Ömer de ona ‘Siz Beytullah’ı tavaf etmiyor musunuz, meşru görevlerinizi yapmıyor musunuz, şeytanı taşlamıyor musunuz, başınızı tıraş etmiyor musunuz?’ diye sordu. Adamın ‘Evet, bunları yapıyoruz’ demesi üzerine Abdullah b. Ömer sözlerini şöyle bağladı:

‘Bir adam, senin sorduğun şeyi Allah’ın Resûlüne sordu da âyet nazil oluncaya kadar ona hiçbir şey söylemedi. Bu âyet nazil olunca, Allah’ın Resûlü onu çağırarak, ‘Sizler hacısınız’ dedi. Bu âyet, hacda ticaret yapan tacirlerin, kiracıların ve devecilerin haccının kâmil olmadığını söyleyen kimselere reddiye olarak nazil olmuştur.

Hz. Ömer’in azadlısı Ebû Salih aynı konuda şöyle diyor: ‘Bir defasında Hz. Ömer’e ‘Ey mü’minlerin emiri, sizler Hacc sırasında ticaret yapıyor muydunuz?’ diye sordum. Bana ‘O zamanlar müslümanların Haccdan başka bir geçim kaynağı var mıydı ki?’ diye cevap verdi.

‣ Ukâz, Mecenne ve Zü’l-Mecâz panayırları cahiliye döneminin çarşıları, alış-veriş merkezleri idi. Müslümanlar buralarda hac günlerinde ticaret yapıyorlardı, geçimleri buna bağlıydı. İslâmiyet gelince, onlar hac mevsiminde ticaret yapmayı uygun bulmadılar. İbadetlerini olumsuz yönden etkiler korkusuyla ticaretten çekindiler. Bu bakımdan dükkânlarını kapatıyorlardı. Resûlullah’a ﷺ konuyu sorunca, bu âyet nazil oldu, kazanç elde etmenin Allah’ın lütfundan olduğunu, ibadetin ihlasla yapılması halinde günah söz konusu olmadığını bildirdi.

‣ Allahu Teâlâ ihram halinde dikişli elbise giymeyi yasakladığından, ticaretin de yasaklanmış olduğu zannedilebileceği dolayısıyla bu yanlış kanaatleri önlemek için hac esnasında ticaret yapmayı mubah kılmıştır. Çünkü bu rızık için bir çalışmadır. Rızık veya kazanç sağlamak Allah’ın lütfundandır, yasak değildir. Çünkü böyle bir ibadet ihlâsa aykırı değildir. Bu bakımdan hac ile birlikte ticaret maksadının da bulunmasını engelleyen bir durum yoktur. Yasaklanan yalnızca hacca ticaret maksadıyla gitmektir.

‣ Câhiliyye devrindeki insanlar Arafat ve Minâ’da alışveriş yapmıyorlardı. Bunun üzerine de bu âyet nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْ Fazlın çokluğuna ve çeşitliliğine işaret vardır. Çünkü فَضْلاً hem tekil hem çoğul manasında geldi. Hem belirlendi hem tahsis oldu. Tıpkı ‘adamlar çok ama onlardan sana ancak bir kişi geldi’ demen gibi. Âyette de, fazilet çoktur, kulun onu aramasında günah yoktur, manasına gelir. Allah’tan murad edip isteyeceği faziletler çok nevidir, kulun hallerine nisbetle üçe ayrılır. Bu faziletlerin çeşitli olması ve kısımlara ayrılması kulun hallerinin değişmesine racidir, Hakk’ın sıfatlarında değişiklik olmaz.

Birinci kısım: İnsanın yaşayışına tealluk eder, iki nevidir:

1- Mal ve cah sebeplerine tealluk eder.

2- Gıda, elbise ve zaruri şeylere tealluk eder. Bu da rızık ile tefsir edilen fazıldır.

İkinci kısım: Uhrevi maslahatlara taalluk eder. Bu da iki nevidir.

1- Şeriata uygun, bedeni amellere tealluk eden şeylerdir. Şeytana münazaa yolundan sakınmaktır.

2- Kalp amellerine, nefsi tezkiyeye tealluk eden şeylerdir.

Üçüncü kısım: Cenâb-ı Hakka tealluk eden şeylerdir.

Yakınlık mevahibine tealluk eder.

Vusûl mevahibine tealluk eder, vusûl mevahibinin fazlı her şeyden büyüktür.

Bil ki bu üç kısımdan her biri fazl aramakta bir makamdır.

Uhrevi maslahatlara tealluk eden ikinci kısım, rahmet fazlıdır. Varlığı terk edip O’nu arama ve bütün gücüyle çalışma makamıdır. Bu da Arafat’a seyirdir.

Allah’a tealluk eden üçüncü kısım, O’nu arama makamıdır. Bu da mana Arafat’ında vakfe anıdır. Zira Arafat büyük mârifete ulaşmaya işarettir ki bu da vusûlün erkanıdır.

Dünyevi maslahatlara taalluk eden kısım da rızık fazlıdır ki onun makamı mârifet Arafat’ındaki vakfenin kemalinden sonra, Arafat’tan dönme zamanındadır.

Bu ehli sülukun hali başlangıçta dünyayı terk ve ondan sıyrılmak, ortasında tevekkül ve tefrid, nihayetinde mârifet ve tevhiddir. Dünyevi maslahatlarda ancak ehli nihayet şeriata teslim olmuş olur. Bu teslimiyet, sözlerinde mârifet, ulüvv-ü himmet ve Allahu Teâlâ’nın kalplerini dünya sevgisinden men etmesiyle, nurla, sürurla, hakiki lütfuyla doldurmasıyla mümkündür.

Ne dünya şehvetine, ne ahiret nimetlerine ve derecelerine himmeti aliyede itibar etmezler. Onlar kendileri hiçbir şeyde tasarruf etmezler. Ancak Allah ﷻ ile ve Allah’da tasarruf ederler (hareket ederler).

Din maslahatlarında ve başkalarına hayır ulaştırmakta nefsin hazzıyla değil, Allah’ın ﷻ tasarrufuyla hareket ederler.