207- İnsanlar arasında öylesi vardır ki, Allah’ın rızâsı yolunda kendini feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.
Yukarıda dinini dünyasına satan kimse tasvir edilirken bu âyette dini için canını satan bahtiyar kimsenin tavrı mukabele olarak geliyor. Nefsinin keyfini, zevkini, süsünü, lüksünü, lezzetini, hevasını, Allah ﷻ rızâsı için terk eden mübarek, muazzez insanların bu isarları, bu cömertlikleri ‘satmak’ fiili ile istiare yapılmış. Ta ki konuyu iyi anlayıp, tesirini yüreğimizde hissedelim. Bir köle düşünelim; sahibi onu satıp parasını cebine koymuş. Artık o sattığı kölede bir tasarruf hakkı kalır mı? Onu mübadele edebilir mi? Ona hükmü geçebilir mi? Artık köle yeni efendisinin kulu, kölesidir. Onun bütün emir ve yasaklarına riayet edecek, yaptığı ve terk ettiği her şeyi efendisi emrettiği için yapacaktır. O köle ne kazanırsa kazansın hepsi efendisinindir. İradesini efendisinin iradesine ram eylemiştir. Yat derse yatar, kalk derse kalkar. Ne yedirirse onu yer, ne giydirirse onu giyer. Hangi işi, hangi görevi verirse onu yapar. İtiraza hakkı yoktur. Tek hedefi efendisini memnun etmek, onun gadabına uğramamaktır.
Biz de ‘elestü bezmi’nde, ‘kalubela’da canımızı Allah’a ﷻ satmış, kulluk sözü vermişiz. Biz de o köle gibi bütünüyle o kainatın sahibine teslim olmalı değil miyiz? Emrine amade, yasaklarına, hudutlarına saygılı olmamız gerekmez mi? Mühlet verdi, fırsat tanıdı, Halim, Sabur vasfıyla davrandı diye bizim nankörlük, küstahlık, azgınlık, bezginlik yapmamız, O’na isyanla, nisyanla, gafletle kul değil de efendi gibi davranmamız hiç karşılıksız kalır mı? O, imhal eder (mühlet verir) ama ihmal etmez. ‘Zerre kadar hayır yapan da, zerre kadar şer yapan da karşılığını görür’ buyurmuyor mu? (Zilzal, 7-8)
Biz ezelde canımızı Allah’a ﷻ satmışız. Şimdi nefse, hevaya, dünyaya, şana, şöhrete satmamız, onları Allah’ın emir ve yasaklarına tercih etmemiz bizi bir malı iki kere satan sahtekara çevirmez mi?
Risalet güneşinin pervanesi olan Ashab, bu kulluk görevini en güzel şekilde yerine getirip Allah ﷻ rızâsından asla ayrılmamış. Hedefleri, tercihleri, tavırları, ahlâkları, her hareket ve sükunları bu gayeye yönelik olmuş, Allah ﷻ ve Resûlü’ne itaat ederek, Allah’ın ﷻ rahmetini, re’fetini kendilerine celb etmişler. Selam olsun Resûlullah’a ﷺ ve onun güzide ashabına…
يَشْرٖي , ‘satmak’ demektir. Her mü’min, nefsini âhiret mükâfatı karşılığında satmıştır. Bu satma, namaz, oruç, hacc ve cihad gibi taâtlerde nefsini harcaması, tüketmesi, sonra da sevaba nail olmasıdır. Sanki o, nefsini bir eşya gibi bezledip harcamıştır. Allah da ona sevap, fazl ü kerem ve Cenneti vermekle nefsini satın almıştır. Nefsini bezleden kimse, bir satıcı; Allah da bir alıcı anlamında istiare edilmiştir.
اِشْتَرَى lafzı, zahiri manasına hamledilebilir. İnkâra, şirke, dünyevî lezzetleri artırmaya yönelen ve ahiretten yüz çeviren kimse, daimî azaba düşer. O insan, kendi kendisinin mülkü idi. Fakat küfrü ve fâsıklığı yüzünden mülkünden çıktı ve cehennem ile azabın hakkı oldu. İnkârı ve fıskı bırakıp, iman ve itaata yönelirse, sanki kendini azabtan ve cehennemden satın almış olur. Mü’min, âdeta kendini satın almak ve esaretten kurtarmak için birçok paralar veren mükâteb köleye benzer. Kendisini satın alıp kurtarmak için pek çok nefes harcar, gayret eder.
Allah ﷻ rızâsı için canını verenler, Allah’ın has kullarıdır. Din uğrunda meşakkatlere tahammül ederler. Öldürüleceğini de bilse emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Yaptıklarını Allah için yapar, istediklerini Allah için isterler. Kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil, ancak Allah’a verirler. Rızâyı almakla kendilerini bütün masivadan ve nefsi emmarelerinden satın almış olurlar. Bunlar ‘Rabbimiz bize dünyada da hasene ver ahirette de hasene ver’ diyenlerden daha bahtiyardır.
Nefs-i radıye makamından nefs-i merdıyye makamına ererler.
Allahu Teâlâ zatını, “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı” (Tevbe, 111) diyerek müşteri yerine koymuştur. Bu mü’minin müşteri olmasına mani değildir. İki durum arasında tezad yoktur. Bu tıpkı, bir köle verip elbise alan kimsenin durumuna benzer. Alan ve verenin her biri, hem satan hem de alan (müşteri) dir.
İnsanın dini uğrunda katlanacağı her meşakkat bu ifadeye dahildir.
Cihad yapan, ölüme razı olan, kâfirlerden kaçıp müslümanlara katılan, malını verip canını kâfirlerden kurtaran ve zâlim sultan karşısında dinini ve hakkı ortaya koyan kimseler gibi.
İnsanın bu âyetin hükmüne girebilmesi için, katlandığı bu sıkıntıların mutlaka şeriata uygun olması gerekir. Bu sıkıntılar şer’î olmaz ise, insan bu âyetin hükmüne girmez, kendisini tehlikeye atmış olur. Meselâ cünüblükten guslederse hastalanıp öleceğinden korktuğu halde, yıkanması gibi.
Allah’ın sınırlı ve az bir ibadete, ebedî nimetler vermesi, canlarını kurtarmak için (kalbi imanla dolu olduğu halde) inkârı ifade eden şeyleri söylemeye müsaade etmesi, herkese ancak gücünün yeteceği şeyi teklif etmesi, küfür üzerinde yüz sene kalmış olsa bile, bir an bile tevbe eden kimsenin bütün cezasını düşürüp, ona ebedî bir sevab vermesi; O’nun re’fetindendir.
Kullarından canlarını ve mallarını satın alması, O’nun merhametindendir. Çünkü zaten bunlar Allah’ındır.
Rauf, ‘kullarına kolaylık sağlayan’ demektir. Yüce Allah kullarına kaldıramayacağı yükler ve ibadetler yüklememiştir. Yaşlılık, hastalık ve zayıflık halinde, onları birçok ibadetten muaf tutmuş, sağlıklı zamanlarında da yapacakları çok şey yüklememiştir. Her iki durum da kulları için şefkat ve merhamettir. Çünkü bazen nefsin hoşlanmadığı şeylerde şefkat ve merhamet saklıdır.
Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dinini uygulama konusunda sizi bir re’fet tutmasın.” (Nur, 2)
Burada ‘rahmet’ kelimesi değil, acıma anlamına gelen ‘re’fet’ kelimesi kullanılmıştır. Çünkü zina eden bekarlara yüz değnek vurulması onlar için bir re’fet değil, Allah’ın ﷻ bir merhametidir. Zira re’fet sözcüğü insana hiçbir zararın gelmemesi anlamındadır.
İnsanın başına dünyada iken uhrevi hayır içeren bir musibet geldiğinde ‘Allah bu musibetle ona merhamet etti’ denir. Dünyada iken insana bir zarar vermeden, açık veya gizli, önce veya sonrasında uhrevi hayır içeren bir esenlik ve afiyet geldiğinde ise ‘Allah ona bununla şefkat gösterdi’ denir.
Anne yüreği evladına ağır bir işin yüklenmesine ve onun tahammülü güç bir sıkıntıya maruz bırakılmasına nasıl rızâ göstermezse ilâhi refet de şefkate layık olan insanların maddi ve manevi sıkıntılara uğramasına müsaade etmez.
Bu ismi bilmenin faydaları:
Her müslüman Allah ﷻ dışında mutlak şefkat sahibi kimse olmadığını, O’nun şefkatinin biz insanların şefkati gibi olmadığını bilir. Allah’ın ﷻ kullarına bol nimetler vermesi, onları çeşitli tehlikelerden koruması, nefislerinin arzu ve isteklerinin peşinden koşmasına mani olması, O’nun merhametindendir. Bazen bir musibet vererek onları içinde bulundukları gafletten uyandırması, bazen gittikleri yolda onları tökezleterek doğru yola girmelerini sağlaması, O’nun şefkatindendir. Dıştan musibet gibi görünen şeyler; gerçekte insanlar için şefkat ve merhamettir.
Sevabın büyüklüğü belanın büyüklüğüne göredir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman onlara bela verir. Razı olana rızâ, razı olmayana gadap vardır. Hadis-i Şerif
Bu ismi bilen kimse Allah’ın kendisine merhamet ettiği gibi, kendi nefsine acımalı, Allah’ın ﷻ emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmalıdır. Nefsine acıdığı gibi, başka insanlara da acımalı ve şefkat elini uzatmalıdır.
Eşinden baskı gören kimseye 286 defa ‘Yâ Rauf’ ismini okuması tavsiye edilir. (M. Dikmen)
‣ Abdullah İbn Ced’ân’ın kölesi olan Süheyb İbn Sinan, Ammâr İbn Yasir, annesi Sümeyye, babası Yasir, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Bilâl, Habbâb İbn Eret ve Huveytıb’ın kölesi Abis hakkındadır. Müşrikler onları yakalayıp, işkence ediyorlardı.
Süheyb (r.a) Medine’ye Efendimizin ﷺ yanına hicret etmek istiyordu. Bir grupla birlikte yola çıktı. Kureyş müşrikleri peşine düştüler, onun yanındakileri öldürdüler. Suheyb (r.a) iyi bir okçuydu. Nişan alıp attığında hedefi mutlaka tuttururdu. O sırada yüz yaşındaydı. Yüksekçe bir yere çıkıp Kureyşlilere seslendi:
- Ey Kureyşliler! Siz beni çok iyi bilirsiniz. İçinizde en iyi ok atan benim. Vallahi ben okumu attığımda mutlaka adamın kalbine vururum. Allah’a yemin olsun ki, ok torbamda bulunan tüm okları boşaltmadıkça, sonra da elimde bir şey kalmayıncaya kadar kılıcımla sizleri doğramadıkça hiç biriniz beni yakalayamazsınız. Eğer beni yakalarsanız bana istediğinizi yapın. Kaldı ki; ben yaşlı birisiyim. Sizden veya düşmanlarınızdan yana olmam size herhangi bir zarar vermez. Benim, malım mülküm çok, size malımı mülkümü verip, karşılığında sizden dinimi satın almak istiyorum. Ben bir söz söyledim, bu sözümden de geri dönmeyi istemiyorum. Yolumdan çekilin, beni İslâm’la baş başa bırakın.
Süheyb’in (r.a) bu sözleri müşrikleri korkuttu. Bir grup müşrik, tek başına olan bir mü’mine saldıramadılar. Teklifine razı olup, yolundan çekildiler. Süheyb de Medine’ye hicret etti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Süheyb Medine’ye girince, Hz. Ebû Bekir onu karşılayarak ‘Alışverişin kârlı olsun!’ dedi. Süheyb ‘Senin alışverişin de karlı olsun, sen de zarar etme ama, ne oldu ki?’ dedi. Hz. Ebû Bekir ‘Allah senin hakkında, âyet-i kerime indirdi’ diyerek âyeti ona okudu.
Habbâb İbn Eret ve Ebû Zer de kaçarak Medine’ye geldiler. Sümeyye ise, iki devenin arasına bağlanıp, parçalandı. Sonra da, kargıyla öldürüldü. Yâsir de öldürüldü. Diğerleri de, müşriklerin istedikleri bazı şeyleri vererek, yapılan işkenceden canlarını kurtardılar.
Bu sahabeler hakkında, “Azab edildikten sonra hicret edenler yok mu? Biz onları dünyada muzafferiyet ve ganimetler nasib etmek sûretiyle, güzellikle sınayacağız. Ahiret ecri ise daha büyüktür” (Nahl, 41)
“Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç...” (Nahl, 106) âyetleri de nazil olmuştur.
‣ Bu âyet, emri ma’rûf ve nehyi münker yapan kimse hakkında nazil olmuştur.
‣ Hz. Peygamber’in hicret ettiği gece, onun yatağına yatıp geceleyen Ali İbn Ebî Talib hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali, Hz. Peygamber’in yatağında uyurken Cebrail başucunda, Mikaîl ise ayakları tarafında durdu. Cebrail: ‘Ey Ebû Tâlib’in oğlu Ali, senin gibilere helâl olsun!.. Allahu Teâlâ, seninle meleklerine karşı övünür’ diye seslendi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرٖي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ
Âyet-i kerimedeki işaret: Allahu Teâlâ’nın havas evliyası nefsini Allah ﷻ rızâsını aramak için satmıştır. Nitekim Tevbe Sûresi 111. âyetinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki Allah ﷻ mallarını ve canlarını karşılığında cennet olmak üzere satın almıştır.”
İki fırka arasında şöyle bir fark vardır: Allahu Teâlâ misak gününde mü’minlerden canlarını kendi iradeleri olmaksızın satın aldı. Mü’minin nefsinin bedeli de cennettir. Ama evliyası ise bu âlemde kendi ihtiyarlarıyla canlarını sattılar. Onların nefislerinin bedeli Allah’ın ﷻ rızâsıdır.
وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Yani re’fetini her iki fırkaya da ulaştırır. Mü’minlerin nefsi emmaresini, son derece zalim ve cahil olduğu halde cennet karşılığında onlardan satın aldı. Evliyasını da hiçbir nefsani haz duymaksızın, sırf Allah ﷻ rızâsını aramak için nefislerini satmaya muvaffak kıldı.
• ‘يَشْرٖي / sattı’ fiili istiaredir. Allah’a ﷻ adamış yerine, satmış demiştir.
يَشْرٖي نَفْسَهُ lazım, melzumu, kendisiyle uzaktan yakından alakası kalmamıştır.
Dal bid delalesi, ihlasla Allah’a ﷻ kul olan, Cenâb-ı Hakk’a muhâlif hiçbir şey yapmaz, yapamaz.
• Bu satışın bedeli en son verilir. Sanki dünya iki kapılı bir markete benzetilmiş, doğum kapısından girip ölüm kapısından çıkacağız. Dal bil işaresiyle dünyanın küçüklüğüne ve azlığına işaret ediyor.
• Bu istiare, insanın en son vazgeçeceği canıyla olan bu satış muamelesiyle Allah sevgisinde mübalağa ifade eder. Tıpkı Hz. İbrahim’in bedenini ateşe, evladını kurbana, malını misafire, canını Rahman’a vermesi gibi.
Ayrıca bu satış zaruri şeylerden değil, gayrı zaruri şeylerden olur. Yoksa hiç içmeyecek, hiç yemeyecek, sırf Allah ﷻ için kendi bedenini yok edecek anlamında değildir. Bizden istenen dünyanın lüksünü, süsünü verip cenneti almamızdır.
• وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Bu cümle önceki cümleyi tekit eden, tetmim itnabıdır. Ayıca aralarında muraat-ı nazır vardır. Önceki cümlede, kullarına olan rahmetiyle zaten kendi verdiği canı onlardan tekrar satın aldığını söyledi. Bu cümlede de onlara acıyan, rauf olduğunu bildirdi.
• Âyet-i kerimenin ‘النَّاسِ / insanlar’ ile başlayıp, ‘عِبَادِ / kullar’ ile bitmesi tecriddir. Ayrıca refetinin kul olana tecelli edeceğine işarettir.
• Önceki cümlede zaten ‘Allah’ lafzı gelmişti. İkinci kısımda tekrar gelmesi telezzüz içindir. Muktezayı zahirin hilafına kelamdan; zamir yerine açık isim gelmiştir.