213- İnsanlar bir tek ümmetti ve Allah onlara müjdeci ve uyarıcı olarak peygamber gönderdi. Onlarla birlikte insanların anlaşmazlığa düştükleri meseleler hakkında aralarında hüküm vermek için hak kitap da indirdi. Halbuki o meselelerde anlaşmazlığa düşenler, kendilerine açık âyetlerimiz geldikten sonra aralarındaki haset yüzünden ihtilafa düşen kitap ehlinden başkası değildi. Bunun üzerine Allah, kendi iradesiyle inananları ihtilafa düştükleri şeyde hakka eriştirdi. Allah dilediği kimseleri doğru yola ulaştırır.
“İnsanlar tek bir ümmetti.” Hz. Âdem ilk insan, ilk baba, ilk peygamberdi. İnsanlar bir süre Allah’tan ﷻ gelen vahiy ve sahifelerle, ona tabi olarak bu minval üzere devam ettiler. Sonra ihtilaflar zuhur etti. Nihayet Hz. Nuh zamanında putlara tapmaya, batıl inançlara sapmaya başladılar. Allah ﷻ, zaman zaman onlara kendi içlerinden, kendi dillerinden, kendi seçtiği peygamberleri gönderdi. Onlar cennetle müjdeleyip, cehennemle korkuttular. Kulluk vazifelerini yapmaları konusunda uyardılar. Peygamberlerle beraber, ihtilaf edip anlaşamadıkları mevzularda aralarında hak ile hükmetsinler diye kitaplar indi.
Ne yazık ki bazı toplumlar, açık, net delillere rağmen ihtilaf ettiler, kargaşa çıkardılar. Gerçeği anlamaktan, kabulden, sakındılar, bile bile hased ettiler, azgınlık ve taşkınlık yaptılar, özellikle kendilerine âyetler geldikten sonra ihtilaf ettiler. Allah ﷻ samimi mü’minlerin gelen âyetlerle şüphelerini giderdi. Delillerle kalplerini, akıllarını, yollarını nurlandırdı. Doğru yola hidâyet buyurdu, gönüllerini hoş etti. İman lezzetini tattırdı.
İnsanlar, başlangıçta hak üzere tek bir ümmet olup, daha sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların ihtilâfları ise, dünya malı uğrundaki azgınlık, hased ve çekişmeleri sebebiyle olmuştur.
Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden topluluktur. Bu kelime, اَلْإِئْتِمَام(uymak) masdarından alınmıştır.
Âyet insanların tek bir ümmet olduklarını gösterir, fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi bir ümmet olduklarına delâlet etmez. Bu hususta ihtilâf edilmiştir.
‣ İnsanlar iman ve hak olan tek bir din üzere idiler.
‣ İnsanlar batıl din üzere tek bir ümmet idiler.
‣ İnsanlar akıl kanunlarına sarılma hususunda tek bir ümmet idiler. Bu kanunlar, yaratıcının varlığını ve sıfatlarını kabul edip, O’na hizmet ve nimetlere şükür ile meşgul olup; zulüm, yalan, cehalet, abes ve benzeri çirkin şeylerden kaçınmaktır.
İnsanların ilki Hz. Âdem’ dir (a.s). Hz. Âdem, önce zürriyetiyle şeriata tutunma hususunda ittifak içinde idi. Daha sonra Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i, kendi soyuna peygamber olarak gönderdi.
Hz. Âdem’le Hz. Nuh arasında on kurun (on batın) vardır. Yani bin yıl boyunca hepsi İslâm ve hak şeriat üzere idiler. Sonra ihtilaf ettiler. Allahu Teâlâ müjdeci ve korkutucu peygamberler gönderdi.
Bu dönem Hz. Âdem ile Hz. İdris arasındaki dönem olabilir. Bu dönemde insanlar, Kabil ve ona uyan az sayıda kişi dışında, meleklerle musafaha edecek derecede iyi bir haldeydiler. Bu hal, Hz. İdris’in göklere kaldırılmasına kadar devam etti.
فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ cümlesinin başındaki ف harfi, peygamberlerin, insanlar arasında ihtilaf çıkmasından sonra peygamber olarak gönderildiğini gösterir.
Eğer insanlar, peygamberler gelmeden önce, küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberler onlar ihtilâfa düşmeden gönderilirdi.
Âyetten anlıyoruz ki kimilerinin iddia ettiği gibi yeryüzünde insanlık tarihinde karanlık bir dönem yoktur. İnsanlık tarihi vahiyle başlamıştır. İlk insandan bu yana Cenâb-ı Hakk kullarını hiçbir zaman vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar yeryüzünde yaratıldıkları andan itibaren dinsiz ve yolsuz bir dönem yaşanmamıştır. İnsanlığın başlangıcı tevhittir, aydınlıktır.
Hz. Âdem ve çocukları, uzun bir süre vahiyle yollarını bulmuşlar ve tek bir ümmet olarak aynı inançla yürümüşler. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzüne yayılınca, zamanla bu tevhidden inhiraf edip bâtıl yollara ve şirke düşmüşler. Allahu Teâlâ da onları yeniden davet etmek için peygamberler göndermiştir. Yani küfür, şirk, bâtıl ve karanlıklar sonradan çıkmış ârızî şeylerdir.
‘النَّاسُ / İnsanlar’dan maksat, Hz. Âdem’in sulbünden zerrecikler halinde çıkarılan insanlardır. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra onun sulbünden insanları zerrecikler halinde çıkarmış ve onlara ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar da hep birlikte ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ demişler, böylece tek din üzere olmuşlardır. (bkz. Âraf, 172) Fakat daha sonra dünyaya gelince Allah’a verdikleri bu söze bağlı kalmamışlar, ihtilafa düşmüşler, Allah da onlara müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir.
Hz. Peygamber ﷺ, ‘Her doğan, İslâm fıtratı üzerinde doğar. Fakat ana babası onu ya yahudi, ya hristiyan yapar veya mecûsi yapar’ buyurmuştur. Bu hadis, doğan her çocuğun aslî fıtratı üzere terk edilmesi durumunda, hiçbir bâtıl dine girmeyeceğine; bâtıl dinlere ancak, anne ve babasının o husustaki sa’y-u gayretleri ile azgınlık ve hased gibi harici sebeblerle gireceğine delâlet eder.
النَّاسُ, Hz. Mûsâ’ya iman edenlerdir. ‘İnsanlar bir tek ümmet idi’ cümlesi, ‘Hz. Mûsâ’ya iman edenler aynı mezhep üzere bir ümmet idiler, daha sonra hasedleri sebebiyle ihtilâf ettiler. Böylece de Allah, peygamberlerini gönderdi’ manasındadır.
Yalnızca fıtrat, tabii his ve meyiller hidâyet ve doğruluk için kafi değildir. Hayatı yönlendirmeye beşerî akıllar da elverişli değildir. Çünkü akıllar arasında fark vardır. Bir takım kimselerin akılları hak yolu idrak etse dahi, bu oldukça az bir kesime münhasırdır. Bir alimin ortaya koyduğu teorinin doğruluğu ancak uzun deneylerden ve arka arkaya yapılan kesintisiz incelemelerden sonra ortaya çıkar. Bu sefer ortaya konan fikrin sonucunu bekleyenler, hevâ ve arzularının etkisi altında kalabilir, menfaat kaygısına düşebilir. Onun görüşünü kabul etmezler.
İnsanoğlu hata yapıp zarara uğramadan, tecrübelerin sonuçlarını beklemeden önce, onu dünya ve ahirette hayırlı olana yönlendirmek üzere Yüce Allah peygamber ve resûller göndermiştir.
İnsan nevini diğer canlılardan ayıran, düşünme ve tetkik kabiliyetidir. Hidâyet, doğru yolu gösterme ise, peygamberlerin getirdiği Kitabın hususiyetidir. İnsana düşen, risalete dair delilleri kavramaktır. Peygamberlerin getirdiklerini de akıllarıyla kavradıkları vakit ise, ona sımsıkı sarılmaları ve ondan asla ayrılmamaları görev olur.
Allahu Teâlâ nebilerin müjdeci olmasını uyarıcı olmalarından önce zikretti. Çünkü müjdelemek, sağlığı koruma gibidir; inzâr ise, hastalığı tedavi gibidir.
Burada geçen ‘hakk’ kelimesi, sadece ilâhi kitabın getirdiği bilgilerin ‘hakk’ olduğunu bildirmektedir. Bu hakkın dışında bir başka hak, bu hükmün yanında başka bir hüküm ve bu sözden sonra başka bir söz geçerli değildir. İnsanlar arasındaki bütün ihtilaflı konularda bu hakkı hakem yapmaksızın, onun hükmüne tartışmasız boyun eğmeksizin, ayrılıklar sona ermez, insanlar asla barışa giremez.
Eğer hayatın akışı bu temel dayanak üzerine oturursa o zaman ‘hakk’tır. Eğer başka temellere oturursa o zaman ‘batıl’ olur.
İnsanların yapısındaki fıtri farklılık, düşüncelerde, ideallerde, sistemlerde ayrılık meydana getirir. Fakat Allah bu farklılıkların sağlıklı bir iman çerçevesi içinde kalmasını ister. İman çerçevesi, insanların değişik yetenek ve enerjilerini kapsayacak derecede geniştir. Bu yetenekleri ne öldürür ve ne de baskı altına alır, onları düzene koyar ve harekete geçirir.
Peygamberlere gönderilen kitaplar birkaç tane olmakla birlikte özünde tek kitap olduğuna işaret etmek için tekil siga ile ifade edildi. Çünkü o kitaplar aslında bir tek şeriatı ihtiva ederler.
“İnsanlar arasında hükmetmek için” لِيَحْكُمَ fiilinin önce geçen bir şeye dayandırılması gerekir. Bu sözden önce üç şey zikredilmiştir. ‘لِيَحْكُمَ / hükmetmek için’ kavline en yakını ‘kitap’, sonra ‘peygamberler’ sonra da ‘Allah’ lafzıdır. Bunlardan her biri bu fiilin fâili olabilir. Mana, ‘Allah veya kendisine kitap indirilen peygamber veyahut da o kitap hükmetsin diye’ şeklinde olur.
Kitap, bu ifadeye diğerlerinden daha yakın olduğu için; Allah, gerçekte hükmeden kitap değil de kendisi olduğu için; Peygamberler ise, o hükmü ortaya koyan kimseler olduğu için tercih edilir.
Farklı olmak, uyuşmazlığa düşmek insanların temel karakteridir.
Yeryüzünde insan sayısınca akıl ve düşünce mevcuttur. Bu farklılık, insanın yeryüzü halifeliği ile görevlendirilişinin arkasında saklı duran temel yaratılış ilkelerindendir. Halifelik; her türden farklı yeteneklerin var olmasını gerektirir. Böylece insanlar birbirlerini tamamlar, sıkı bir işbirliği gösterir ve dünyayı mamur kılabilirler.
Elimizde uyuşmazlığa düşenlerin birlikte başvurabilecekleri değişmez bir ölçü, adil bir hakem, herkesi kesin kanaate vardıracak bir son söz mutlaka olmalıdır. Bu da Allah’ın Kitabından başka bir şey olamaz.
وَمَا اخْتَلَفَ فٖيهِ اِلَّا الَّذٖينَ اُوتُوهُ âyetindeki ilk zamir الحقَّ kelimesine; ikincisi ise, الْكِتَابَ lafzına râcidir. ‘Hakta, ancak kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir’ manasındadır. Yani emrin aksini yaptılar. İhtilafın kalkması için gönderilen kitabı, ihtilafın iyice yerleşmesi, kökleşmesi için sebep kıldılar.
Burada ‘İndirme / inzal’ fiili yerine ‘Verilme’ fiili kullanıldı. Onların kitaptaki hakka vakıf olduklarına baştan dikkat çekmek içindir. ‘اُنْزِلَ / indirildi’ fiili bu manayı ifade etmez.
‘Kitap verilenler’den murad yahudi ve hristiyanlar olabilir. İhtilafları da birbirlerini kâfir saymaları, Allah’ın kitabını tahrif ve tebdil etmeleridir. Allahu Teâlâ’nın kitap indirmekten maksadı, ihtilâf etmemeleri ve dinî konularda münakaşa edip seslerini yükseltmemeleri iken, bu hak konusunda sadece kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir.
İhtilaf
Kur’ân “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) kesin hükmüyle birlik ve beraberliğe çağırırken, bölük pörçük olmak, bulunduğu grubun insanlarını beğenip, diğer bütün insanları yanlış yolda kabul etmek, küçük görüp onlara tavır almak, ihtilafın en büyük sebebidir.
Kendilerine mensup olmayan; faziletli, alim, veli olsa da, dün bataklıktan gelip dahil olan kadar itibar görmez, saf dışı bırakılır. Hatta böyle birine ilgi gösterip hürmet edenler, ‘Bu bizden değil’ diye uyarılır. Bazıları da dış görünüşle bu tavrı gizlemeye çalışsa da içten pazarlıkları fark edilir.
Gruba mensubiyetin gururu ise, diğer gururlardan daha rahatsız edicidir. Kibir, haset, cehalet ve iman zayıflığından gelen bu ayrım yapma tutkusu, insanları birbirinden soğutup saygı, sevgi bağlarını kopartarak içten düşmanlıklar doğurur.
Birbirlerini sevmeyen, saymayan, bilmeyen insanlar birlikteliğin zevkini tadamaz. Efendimiz ﷺ ‘Cemaat rahmettir, ayrılık azaptır’ buyururken, atomun bölünmesinden doğan felakete işaret ettiği gibi, ona denk bir felaketi, mü’minler arasındaki ayrılığın tehlikesini beyan eder. “Üstünüze ateş alevi ve erimiş bakır dökülecektir de, kurtuluş çaresi bulamayacaksınız” (Rahman, 35) âyetiyle de bu ayrılığın sonucuna işaret ediliyor.
İslâm, mü’minleri birbirlerinden soğutacak, sevgi bağlarını koparacak, ayrılığa zorlayacak her tavrı, her davranışı nehyedip yasaklar.
“Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” (Âl-i İmran, 103) her gün Fatiha’da “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz” (Fatiha, 5) şeklinde çoğul eki kullanılır, eğer tekil eki kullanılsa namaz bozulur. Duada, ibadette, kullukta bencillik reddedilmiştir.
Resûller sultanının ﷺ ‘Haklı da olsanız münakaşayı, şaka da olsa yalanı terk etmedikçe hakiki mü’min olamazsınız’ ihtarıyla, aramızı açan, her türlü tartışma ve sürtüşmeye son verip, çeşitli propaganda, reklam ve yalanlarla birbirimizi kandırmamız şiddetle nehyedilmiştir. İnsanları tahkir etmek, alaya ve hafife almak, hoşlanmayacağı adlar, lakaplar takıp ifşa etmek, kırıcı sözler... v.b, birlik, beraberlik, düzeni ortadan kaldırdığı için haram kılınmıştır.
Evimizin çevresindeki kırk ev komşu sayılıp, muhtaçların ihtiyacına cevap vermemek, Müslümanı hakiki mü’minlik dairesi dışına çıkarır. Buna rağmen müslümanlar arasında ıssız adalar oluşturup; bu bizden değildir tarzında bir hava estirmenin, şeytandan başka kimin işine yarayacağını düşünmek gerek.
Âyetin takdiri فَهَدَى اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ مِنَ الْحَقِّ فَهْتَدَوْا بِاِذْنِهٖ ‘Allah iman edenleri, hakkında ihtilâf ettikleri hakka ulaştırdı da onlar da Allah’ın izniyle hidâyete eriştiler’ şeklindedir.
هَدَى fiili harfi cersiz, lam ve ila harfi cerleri ile kullanılır.
Allahu Teâlâ, ehli kitabın apaçık deliller tamamlandıktan sonra bile, azgınlık ve hasedleri yüzünden inkâr ve cehalette ısrar ettiklerini bildirince, ümmet-i Muhammed’in onlara benzemediğini beyan buyurmuştur. Allahu Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i bu gibi hatalardan korumuş ve onları, ehl-i kitabın ihtilâf ettiği meselelerde gerçeğe ulaştırmıştır.
Yahudiler Beytü’l Makdis’e, hristiyanlar ise doğu tarafına doğru namaz kılmışlardır. Allah ﷻ bizi Kâbe’ye yöneltmiştir.
Yine ehli kitap oruç hususunda ihtilâf etmişlerdir. Allah ﷻ bizi Ramazan ayına iletmiştir.
Yahudiler Hz. İbrahim’in (a.s) yahudi; Hristiyanlar ise, hristiyan olduğunu söylemişlerdir. Ama biz onun hanif dini üzere bir müslüman olduğuna iman etmişizdir.
Onlar Hz. İsâ (a.s) hakkında da ihtilâf etmişler, yahudiler onu aşağı göstererek tefrite, hristiyanlar da onu ilâh sayarak ifrata düşmüşlerken, biz doğrusuna muvaffak edildik.
Âyet-i kerime ‘Allah iman edenleri hidâyet etti’ buyuruyor. Bu da hidâyetin bize ulaşabilmesi için, bizim samimiyetle mü’min olmamız gerektiğini gösterir. İman edip, teslim olduğumuz takdirde Allah bize yardım edecektir.
İzni ile / بِاِذْنِهٖ
‣ İlmiyle demektir.
‣ ‘Onları, emriyle, kolaylaştırmasıyla, lütfuyla, iradesi ve rahmetiyle hakka iletmiştir’ demektir. Yani, hidâyet O’nun emri sebebiyle meydana gelmiştir.
‣ Burada bir takdir yapmak gereklidir. ‘Allah onları hidâyet etti, onlar da Allah’ın izniyle hidâyete erdiler’ şeklinde olur.
Ümmet-i Muhammed’in Ehli kitaba üstünlüğü
‘Onlar bize Cuma günümüzden dolayı haset ettiklerinden daha çok başka bir şeye haset etmezler. O Cuma günü ki Allah bizi ona hidâyet eyledi, ama onlar cumadan saptılar. Ve Allah’ın bizi hidâyet eylediği kıbleye haset ederler, onlar bundan sapmışlardır. Ve imamın arkasından ‘Amin’ sözümüze haset ederler.’
Biz en son olanlarız, ilk cennete girenleriz. Sabikunuz ancak ehli kitab bizden önce dünyaya gelmişlerdir. Hadis-i Şerif
Geçmiş ümmetlerin ömrüne nisbetle sizin ömrünüz, ikindi namazı vaktiyle güneşin batması arasındaki zaman gibidir. Sizin, yahudilerin ve hristiyanların hâli şuna benzer: İşçi çalıştırmak isteyen bir adam dedi ki, ‘Kim benim için birer kırata günün yarısına kadar çalışır?’ Yahudiler, günün yarısından ikindi vaktine kadar çalıştı. O kimse sonra, ‘Kim benim için bir kırata günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır?’ dedi. Nasâra birer kırata çalıştı. Sonra şöyle dedi: ‘Kim ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar ikişer kırata çalışır?’ Dikkat ediniz, siz ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin ücretiniz iki kattır. Yahudiler ve hristiyanlar kızdılar. ‘Biz çok çalışıyor, az ücret alıyoruz’ dediler. Allahu Teâlâ onlara, ‘Hakkınızı vermekte size zulmettim mi?’ buyurdu. ‘Hayır’ dediler. Allahu Teâlâ buyurdu ki; ‘O benim dilediğime verdiğim bir ihsandır.’ Hadis-i Şerif
Cennet ehli yüz yirmi saf olur. Sekseni bu ümmetten, kırkı diğer ümmetlerdendir. Hadis-i Şerif
Resûlullah ﷺ buyurdular ki, ‘Îsâ bin Meryem (a.s) gökten iner. Mü’minlerin Emîri, Hz. Îsâ’ya ‘Gel bize imam ol’ der. Hz. Îsâ, ‘Sizin bazınız bazınız üzerine Emîrsiniz’ buyurur.
Denildi ki, ‘Yâ Resûlallah, niçin o zamanda Allahu Teâlâ müslümanlar üzerine Emîri kendilerinden yapar?’ Buyurdular ki: ‘Bu ümmetin Emîrlerini kendilerinden kılmak, bu ümmete ikramdan ve şanlarının büyüklüğündendir.’
كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimede insanların başlangıç durumlarını haber vermektedir. Mahlukat ilk önce üzerinde yaratıldıkları fıtratta, tek bir ümmet halinde idiler. Efendimiz ﷺ de şöyle buyurmuştur: ‘Her çocuk, (İslâm) fıtrat üzere doğar. Onu ana-babası yahudi, hristiyan veya mecusi yapar.’ Efendimiz ﷺ ‘Veya Müslüman yapar’ dememiştir. Bunun iki sebebi var;
Birincisi: Küfür taklitle hasıl olur ama hakiki iman taklitle elde edilmez.
İkincisi; asli ana-baba encam ve anasırdan ibarettir.
Bu iki takdire göre, çocuk ana-babasının terbiyesiyle Allah yolundan sapar ve ayakları sırat-ı müstakimden, tevhid ve mârifetten kayar. Peygamber bile olsa kendisini hakka ulaştıracak bir yol göstericiye ihtiyacı vardır. “Seni hidâyetten uzak bir halde bulup hidâyet etmedi mi?” (Duha, 7)
فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَ Allah’ın davetine icabet edenlere necatı, kurbet ve vuslat makamlarına nailiyeti müjdeleyen, davete muhalefet edenleri veylden, fırkat ve ayrılık derekelerinde helaktan uyaran peygamberler gönderdi.
وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ Bu Allah’ın o kitabına işarettir ki; herkes için saadet veya şekavet adına kalem kurumuştur. Efendimiz ﷺ ‘Sizden hiç kimse, can verilmiş hiçbir nefis yoktur ki cennetten ve cehennemden yeri yazılmamış, said veya şaki olduğu belirlenmemiş olsun’ buyurdu.
Bir adam ‘Yâ Resûlallah! Yazımıza güvenmeyelim mi? Ameli bırakmayalım mı? Bizden kim saadet ehli ise saadet ehline dönecek, kim de şekavet ehli ise şekavet ehline dönecektir’ dedi. Efendimiz ﷺ ‘Ehli saadet, saadet ehlinin ameline kolaylaştırılır. Ehli şekavet, şekavet ehlinin ameline kolaylaştırılır’ buyurdu ve şu âyeti okudu: “Amma kim verir ve sakınırsa, en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolaya kolaylaştırırız.” (Leyl, 7)
لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فٖيمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ Bu kitap, kendilerine yazılanı arama hususunda farklı hareket eden ehli saadet ve şekavet hakkında hükmetmek içindir. Herkese, kitabın hükmüyle ne için yaratılmışsa o kolaylaştırılır.
اِلَّا الَّذٖينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْ Yani bu iki fırkadan saadet ve şekaveti arayan her biri, Allah’ın hükmünde ve kazasında kendilerine saadet ve şekavet verilenlerdir. Bu saadet ve şekavet ise ancak onların kendi muamelelerinin açıkça ortaya koymasından sonradır. Çünkü bu muameleler ile said şakiden, şaki saidden ayrılır.
Şaki, ana-babasından miras aldığı sapıklıkta çalışır, insani tabiat esfelinin dibine düşer. Allah ﷻ ve mahlukata muamelesi, şirk, zulüm, fücur, hased iledir. Bununla şekavet derekelerine hak kazanır.
Said inayet cezbeleriyle hidâyet ipine sımsıkı tutunur. İman kuvveti ve talepte sıdk kademiyle yükselir, salih amellerde çalışarak beşeriyet hazlarından ubudiyet zirvesine, kurbet ve vuslat makamlarında derecelere ulaşır.
• لِيَحْكُمَ ifadesinde fâil kitab ise mecaz vardır. Hakîm, Allahu Teâlâ olduğundan hükmün kitaba isnadı mecazidir. Bu, yaygın bir mecazi kullanımdır. Meselâ, ‘Kitap böyle hükmetti, Allah’ın kitabı böyle hükmediyor, Allah’ın kitabından razı olduk’ denir. Ayrıca bu isnad, Kur’ân’ın şanının yüceliğini ve büyüklüğünü ifade eder.
• فٖيمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ sıfatlı kinayedir. İsmi mevsul tahkir ifadesi içindir.
• فَبَعَثَ اللّٰهُ cümlesinde özel ismin gelişi tazim, zihne yerleştirmek içindir. Yani o peygamberleri başkası değil, Allahu Teâlâ gönderdi.
Ayrıca اللّٰهُ lafzı âyet-i kerimede üç kere geçmiştir. Muktezayı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık isim gelmiştir. Zihne yerleştirmek, tazim içindir.
• ‘مُبَشِّرٖينَ / Müjdeciler’ kelimesi tefil babındandır. Fiilde çokluk; çok çok müjdeleyici. Mefulde çokluk, çok insana bu müjdeyi ulaştırmaları ve verdikleri müjdenin (cennet, sevap vb) az olmayıp çok olduğu manasını ifade eder.
• الْكِتَابَ بِالْحَقِّ derken ayrıca بِالْحَقِّ ’nın zikredilmesi, tecriddir. Çünkü kitap zaten haktır.
• مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ cümlesinde mefule isnad vardır. Beyyineler gelmez, getirilir.
• فَهَدَى اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ cümlesinde لِمَا اخْتَلَفُوا فٖيهِ tabirinin tekrarı muktezayı zahirin hilafına kelamdan zamir yerine ismi mevsulün gelişidir. İhtilaf edilen o şeylere tekrar tekrar dikkat çekmek içindir.
• ‘Kitap verilenler ihtilaf ettiler, iman edenleri hidâyet etti.’Tibaka mülhak, ihamı tezat.
• وَاللّٰهُ يَهْدٖي مَنْ يَشَاءُ cümlesinde يَشَاءُ fiilinin mefulünün hazfı; fazla sözden sakınmak, muhatabca malum olduğu için, ibareden anlaşıldığı için.