Sureler

Göster

Bakara Sûresi 8. Ayet

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ

8- İnsanlardan kimileri Allah (cc)’a ve âhiret gününe inanıyoruz derler; halbuki iman etmiş değillerdir.


Kafirlerin inkarı aleni fakat münafıklar inkarlarını gizleyip mümin ve inkarcılar arasında git gel kurarlar. Her iki taraftan istifade etmek isterler. Yani inanç, inkar onlar için bir önem taşımaz.

Önemli olan onların menfaatleridir. Müminin yanında mümin, kafirin yanında kafir görünmek bunları rahatsız etmez. Bukalemun gibi bulunduğu yerin rengini alırlar.

Kafirler iki âyette tanıtılırken münafıkların on üç âyette tanıtılmasının başlıca iki sebebi vardır:

1- Kafirlerde iman yokluğu anlatılır. Yokluğun anlatılmasında detay gerekmez. Münafıklar ise iki taraf arasında varlık göstermekteler.

2- Kafirler kötü de olsa yollarını seçmişler, dönmeye niyetleri yok. Münafıklar ise henüz kesin bir hedef seçememişler. Bu ikilem bilgisizliklerinden ise telafisi mümkün, bunun için detay gerekir. Hile ve sahteliklerinden ise bunların durumunu anlatmak yine detayı gerektirir.

Münafıkların ilk vasfı mümin olmadıkları halde Allah’a ve âhirete inanma iddiası ki; bu Allah tarafından reddediliyor, iki yüzlülükleri yüzlerine vuruluyor. Müminler bunlara karşı uyarılıyor.

Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki, sadece dil ile inanıyorum demekle insan mümin olmaz. İman dil ile ikrar, kalp ile tasdik, erkanı ile amel edince gerçekleşir. İman ihlâs ister, fedâkârlık ister, mücadele ister. İman kalp fiilidir. Ürperti ister, azim ve sadakat ister.

İman bir davadır, şahit ister. ‘Allah’a inanıyorum’ demek, Allah’ın bütün buyruklarını gönülden kabul edip, icraata geçmektir. Farz dediklerini yapıp haram dediklerinden sakınmaktır. Allah’a itaat mahlukuna şefkatli olmaktır.

Âhirete iman eden kimsenin hesaba, mizana, sırata, mahşere, cennete, cehenneme inanıp hesaplı yaşaması, Rabbini gücendirmekten son derece kaçınması, ölüm ötesi için daima hazırlanması gerekir.

Oysa münafık tiplerde bu özellikleri bulmak ne mümkün! Onların işi gücü hile, aldatma, bencillik. Bütün yaptıklarını bilen, işiten, hesaba çekecek olan Allah’a inanan, bu tînette olabilir mi? Nokta kadar menfaati için, virgül kadar eğilebilir mi? Sözüne yalan, rızkına haram katabilir mi? İçi dışına, eylemi inancına muhalif olabilir mi?

Menfaatı celbe koşup, mazarratı deften kaçabilir mi? İşlerinde yalandan, hileden medet umabilir mi? İman ve küfür gibi iki zıt kavramın arasını bulma gayretinde olabilir mi?

Âyete nahiv boyutuyla baktığımızda, münafıkların ‘inandık’ sözleri mazi fiille getirilmiş. Bu kaide gereğince onların ‘iman ettim’ sözleri devamsız ve değişkendir. Allah’ın onların imanını tekzib etmesi devamlı ve sabittir. (istimrarı sübuti)

‘Onlar mümin değiller’ cümlesinde mecazı mürselden lazım-melzum alakası kabul edilmekte. Yani mümin vasıflarını taşımadıklarından müminin dünya ve âhiretteki avantajlarından asla yararlanamayacaklar. İman nurundan mahrum olduklarından karanlıklar içinde boğulacaklar, demektir.

Âyete ahlâki açıdan bakacak olursak; yapmadıklarıyla övünen, menfaati için yalan söyleyen bu zavallı kimseler kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmışlar. Allah’a karşı yalan söyleme cesaretinde, câhilliğinde bulunmuşlar. Allah’ın onları tekzib edeceğini, rezil olacaklarını, kıyâmete kadar menfur vasıflarının dillerde dolaşacağını hesab edememişler.

İnsan hem suçlu, hem güçlü olmamalı. Yapmadığı bir şeyle övünmemeli. Söylediği sözün, yaptığı işin sonunun nereye varacağını hesab etmeli. Aksi halde kendi kuyusunu kendi kazmış olur.
 

İnsan

‘ النَّاس ’ın, ‘insan’ ile ‘insane’ kelimesinin lafzı değiştirilerek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin ‘nüveys’ olduğu belirtilmiştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket anlamına gelen en-nevs'ten gelmektedir.

Bunun ‘Nesa-unuttu’ kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Âdem (as) Allah'ın ahdini unuttuğundan dolayı (Taha, 115) ‘insan’ adını almıştır.

İnsana bu adın veriliş sebebinin, Hz. Âdem'in Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir. Veya Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla da bu isim verilmiş olabilir. O takdirde kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur.

‘ النَّاس ’ kelimesi, ‘halk topluluğu’ mânâsına da kullanılır. Yani insanların bir kısmıda vardır ki, Allah'a ve yani âhirete iman ettik der; halbuki bunlar mümin (inanmış) değillerdir.

Dikkat edilirse Peygamber'e imanı çoğunlukla kâle bile almazlar da Allah'a ve âhiret gününe imanı söylerler ve güya bu kadarla Peygamber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.


     İnsan yine insandır, olmasa da bir pulu
     Merkep yine merkeptir, atlastan olsa çulu

 

Münafık

Münâfık, Medine toplumunda görülmüştür. Mekke’de münâfık yoktu. İslâmın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktu. Böyle bir toplumda kafir, küfrünü gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâmın ve müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybetmemek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.

Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz. Herhalde bunun sebebi şu olmalı: Küfür de, iman da kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler.

Ama münâfıklar çifte standart uyguladıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir.

Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlara kâfirden çok daha zarar verici olduğu için uzunca anlatılmıştır. Bir Ebû Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesinin boyutunu biliyoruz.

Bu âyet, münafık kişiyi sıfatlandırdı. Yani iç alemi hain, va'dine çok muhalefet eden, diliyle tanıyıp kalbiyle inkâr eden, diliyle tasdik edip ameliyle ters davranan, sabah bir durumda, akşam başka duruma giren ve rüzgâra göre giden gemi gibi olan münafığı sıfatlandırdı. Katade

Selefin katında bu âyetten daha dehşetli bir âyet yoktu. İbnu’l Münzir
 

Münafığa Dair

Münafıkta, korku, ümit ve samimiyet bulunmaz. Münafık, ibâdeti, ameli unutur, bol bol güler. Ameli az, sözü çoktur.

Yalandan zahid, dindar, takvâ sahibi gibi görünen münafık için şeytan sevincinden oynar ve onunla alay eder.

Münafıklar, Allah’ı bilmez ve tanımazlar. İşledikleri çirkin karanlık amelle Allah’ı inkar etmiş, onu görmezden gelmişlerdir.

Kendinin yapmadığı bir şeyi başkasına tavsiye eden kimse münafıktır. Malik b. Dinar

İnsanların içi başka dışı başka olduğu zaman çeşitli bela ve musibetler sicim gibi yağar.

Kibir, ihtiras, hased, dünyaya dört elle sarılmak nifaktır. Nar ile nur ehli sureta (görünüşte) karışmışlar lakin aralarında Kaf dağı kadar mani var.

Kerem sâhibi mümin, dâima din kardeşinin iyiliklerini hatırlar ki, bu sâyede ona sevgi ve saygısı artar. İnsanların dâima kusurlarını araştıranlar, ahlâksız münâfıklardır.
 

Münafıkların özellikleri

Münafık, namazı hafife alır, düzgün kılmaz.

Israrla ister, kendisinden istenince ‘sonra’ der.

Nasihat edildiğinde yüzünü ekşitir.

İnsanların ayıbını araştırmaktan geri durmaz.

İyilikten nasibi yoktur. Hep başkasından bekler.

Hıyanet için yumuşak konuşur.

Düşmanlık etmek için dostluğu öğrenir.

 ‘Biz onlar gibi olamayız’ der.

Kötülükte hızlı, iyilikte yavaştır.

Zengini sever, fakiri horlar.

Bir öğünü yerken öbürünü düşünür.

Sabah ve yatsıyı kılmaz.

Uykuyu kar bilir, zevk peşindedir.

Adaleti, dürüstlüğü, şefkati başkasından bekler.

Hıyanet ehlini sırdaş edinir.

Selam vermez ve almaz.

Bakınca haset gözüyle bakar. Yüz çevirince kinle yüz çevirir.

Fakirlerle alay eder.

Taş taşımak, münafığa Kur’an okumaktan daha kolaydır. Evs b. Abdullah

Yanında olanı nifakla râzı eder, yanında olmayanı bilmedikleriyle itham eder.

Konuştuğunda seni bıktırır, üzer.

Üzüldüğünde sevinir, sevindiğinde zarar verir.

Ayrıldığında gıybet eder.

Sırrını söyleyince canını yakar.

Kendisine uyduğunda haset, uymadığında nefret eder.

Kendisinden üstün olunmasını istemez. Üstün olmak için çalışmaz.

İyilik edene mükafat vermekten acizdir.

Bilmedikleri hakkında konuşur.

Kendi sözlerini kontrol etmez.

Gizli amellerini açığa vurur.

Faniye sarılır, bakiden uzaklaşır.

Şöyle yapsaydım, böyle olurdum diye düşünür.

İlim meclislerinden kaçar. Abdullah b. Avn

Sebeb-i Nüzul

İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Bakara sûresinin sekizden on dokuza kadar olan âyetleri, münafıkların reisi Ubey b. Selûl ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur.

Peygamberimizin ensarı(yardımcıları) olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı unsuru idiler ki, ikisine birden ‘ma'şeri Hazrec’  (Hazrec topluluğu) de denilirdi. Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu. Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın ‘Bana benzer peygamber’ dediği peygamberi, Arapça ‘en-Nebî, er-Resûl’ ismiyle bekliyorlar, zamanının geldiğini seziyorlardı. Fakat bunu kendi içlerinden bekliyorlardı. O sırada Yahudi Abdullah b. Übeyy de kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib krallığına aday gibi görüyordu.

Allahu Teâlâ’nın lütfuyla Efendimizin (sav) tebliği ettiği hakikate ilk uyanan, Evs ve Hazrecliler oldu. Hac mevsiminde Evs ve Hazrec’den oniki kişi Mekke'ye gidip ‘ilk akabe’de Hz. Peygamber'e biat ettiler. Ertesi sene ‘ikinci akabe’de yetmiş kişi, onun ‘ensar’ı olmaya söz verdiler, Allah'a ortak koşmaktan kurtulup gayba iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman etti. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler.

Yesrib, ‘dâru'l hicre / hicret yurdu’ oldu ve Medine (yani şehir) ismini aldı. Medîneliler Efendimizin (sav) etrafında toplanınca Abdullah'ın yıllardan beri kurmuş olduğu hayali başbuğluk tahtı ve hazırlamış olduğu plânlar altüst oldu.

Açıktan açığa birşey yapamayacağını, yapsa bile hedefine ulaşamayacağını anlamakta gecikmedi; sırf zahiri kurtarmak, fakat İslâmiyeti içinden kemirmek için Hazret-i Peygamber'e (sav) gelip bey'at etti ve sözde İslâmiyeti kabul eder göründü. Peygamberimiz'in buraya yerleşmesinden sonra İslâm çabucak yayıldı. Müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı ezici bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri içinde iman etmeyen bir azınlık da vardı.

Yahudiler ‘kitap ehli’ iseler de, tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta inat etmiş ve bununla birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri gibi bazı zatlar da imanlarını açıklamışlardı.

İman etmeyen Yahudi âlimleri ‘gizli örgüt’ rolü oynuyordu. Peygamber'e ve müslümanlara düşmanlık etmek için iman etmeyen azınlık ile gizlice ittifak ederek bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı. Başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile Peygamberimiz onları tanıyordu ve ashabından seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu sebeple bunların adları ve nesebleri bile rivâyet olunmuştur.

Bu münafıklar, müslümanların ibâdetlerine ve bütün dinî hususlarına görünüşte iştirak ederler, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -Allah Teâlâ'nın hikmetiyle- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça bilinen kâfirlerden daha çok bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek, peygamberlik görevinde ve İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenâb-ı Allah bunlar sebebiyle bu on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir.

Belâğat    (düzenlendi)

❊ ‘  وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنٖينَ ’ ifadesinde münafıkların inkarlarında mübalağa vardır. Zira bunun ‘  مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا ’ ifadesine uygun şekli ‘وَمَا آمَنُوا ’dur. Fakat Yüce Allah onları müminler grubunun dışında tutmak için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanmış ve onların iman etmediklerini vurgulamak için haberin başına tekid edatı olan ‘ بِ ’  harf- i cerini getirmiştir.