Sureler

Göster

Bakara Sûresi 243. Ayet

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِࣕ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ

243- Sayıları binlere vardığı halde ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi? Allah onlara ‘ölün’ dedi de sonra onları yeniden diriltti. Muhakkak Allah insanlara karşı fazlu inayet sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.

 

Âyette, insanoğlunun belirgin bir karakterinin altı çiziliyor: İnsanın başı dara geldiğinde Allah’a ﷻ dua eder, istekte bulunur. Yapmayacağı sözler verir, centilmenlik yapar. Tıpkı âyetteki İsrâiloğulları gibi. Onlar da başlarına melik istiyorlar. ‘Savaş edelim’ diyorlar. Melik geliyor beğenmiyorlar. ‘Ona maldan genişlik verilmemiştir. Biz bu işe daha layığız’ diye itiraz ediyorlar.

Oysa insanın asıl kıymeti ilim ve kuvvetinde, akıl ve yeteneğindedir. Zenginlik kelin külahı gibidir, gidince sahibi cascavlak kalır. Üstelik kendilerine akıl, fikir veren, her şeye kadir ve galip olan Allah’ın ﷻ seçiminin her seçimden hayırlı olduğunu, kudretini, kuvvetini, ilmini, iradesini düşünmüyorlar. Peygamberleri onlara mucize gösteriyor, sonra ikna oluyorlar. Fakat biraz zorlanınca yine eski itirazlarına dönüyorlar.

Biz insanlar nefsi emmareye tabi olduğumuz sürece aynı tavrı takınmaktayız. Acizliğimize, güçsüzlüğümüze, cehlimize bakmadan zayıf aklımıza, mahdut ilmimize güvenerek itiraza, inada devam ediyoruz.

İtaatın akıldan üstün olduğunu, bir türlü hazmedemiyoruz. 

‘Ruyet’ (görme), bazen basiret ve kalbin görüşü manasındadır, ‘bilmek’ demektir. “(Ey Rabbimiz!), bize ibâdet edeceğimiz yerleri bildir, öğret” (Bakara, 128) âyetinde geçtiği gibi.

‘Ruyet’ (görme) kelimesi, bazen muhatabın önceden bildiği şey hakkında, bazen de bilmediği şey hakkında kullanılır. Allahu Teâlâ Efendimize ﷺ ezelden ebede her şeyi bildirdiği için, bu hadiseyi bu âyet ile öğrenmiş olması mümkün olduğu gibi, âyetin nüzulünden önce de biliyor olması mümkündür.

Burada ruyet kalbidir. Fakat intiha (son bulma, ulaşma) manasını tazammun ettiği için ‘إلى’ ile müteaddi olmuştur. Mana şöyle olur:

‘Senin ilmine ulaşmadı mı?’

Âyet Hz. Peygambere ﷺ yapılan bir hitaptır. Fakat muhatap zamiri umum ifade ettiği için hem Efendimiz ﷺ hem de ümmet âyetin hitabına dahildir.
 

Sayıları binlere vardığı halde ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi?

Âyetin zahiri, sayılarının on binden fazla olduğunu gösterir. Çünkü ‘اُلُوفٌ / binlerce’ kelimesi, cem-i kesrettir. On bin veya on binden az olsa, ‘binlerce’ denmez.

Onlar çok kalabalık iken kendilerine toplu ölüm gelmesi, durumlarından daha fazla ibret alınmasını gerektirir. Çünkü büyük bir topluluğun, alışılmadık şekilde bir defada, aniden ölmesi, büyük bir derstir.

اُلُوفٌ kelimesinin ‘ülfet’ anlamından dolayı, mana şöyle de olabilir:

‘Kalbleri birbirlerine karşı sevgi ve muhabbet dolu olduğu halde...’

Veya bu ülfet, onların her birinin kendi hayatını sevmesi ve dünyaya duyduğu muhabbettir. İnsanın dünya hayatına olan sevgi ve ihtirasının onu ölümden kurtaramayacağı bilinsin diye, Allah onları öldürmüştür.

Her insan ölümden korkar. Burada özellikle ölüm korkusunun zikredilmesi, veba veya savaş ölüm sebebi her ne ise, bu hadisede çok fazla olduğunu ifade eder.
 

Yurtlarını bırakıp çıkanlar…

Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar: ‘Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz’ dediler.

Bir kez daha veba salgını oldu, böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları otuz bin kadardı. Vadilerinden çıkınca, vadinin üstünden ve altından birer melek onlara, ‘Ölün!’ diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü.

Hazkil peygamber onların cesedlerine rastlayınca, onlar hakkında tefekkür etti. Cenâb-ı Allah ona, ‘Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun’ diye vahyetti. O da ‘Evet’ dedi. Ona, ‘Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor’ diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşup birleştiler. Daha sonra Allahu Teâlâ ‘Ey kemikler! Allahu Teâlâ et ve kan giymenizi emrediyor’ şeklinde seslen’ diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü.

Sonra ona, ‘Allahu Teâlâ canlanıp, kalkmanızı emrediyor’ diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar. Şöyle diyorlardı: ‘Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden başka ilâh yoktur.’ Böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Öldüklerinin işareti yüzlerinde belli idi. Ecelleri gelene kadar yaşadılar.

İsrâiloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşa yanaşmadılar ve ‘Savaşacağımız yerde veba var. Veba bitinceye kadar oraya gitmeyiz’ dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Cesetleri sekiz gün kalıp, şişti.

İsrâiloğullarına bu haber ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, hepsini bir araya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler. Allahu Teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlatları üzerinde bugüne kadar devam etti.

Hazkil (a.s), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar korktular. Allahu Teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar.

Hazkil (a.s) bunu görünce ‘Ey Yakub’un ve Mûsâ’nın ilâhı Allah’ım, kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder’ dedi. Allahu Teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti.
 

Allah'ın onlara 'ölün' demesi

Bu cümle, Cenâb-ı Hakk’ın bir söz söylediğini değil, aksine onların ölümünü irade ettiğinde, onun önüne geçilemeyeceğini, geciktirilemeyeceğini ifade etmektir. “Bir şeyin olmasını murad ettiğimiz zaman sözümüz ancak ona ‘ol’ demektir. O da hemen oluverir” (Nahl, 40) âyeti gibi.

Veya bunu melekler söylemiştir. (Sebeb-müsebbep, mecaz-ı mürsel)
 

Muhakkak Allah insanlara karşı lütuf sahibidir.

Allahu Teâlâ öldürdüğü bu topluluğu yeniden dirilterek onlara lütufta bulunmuştur. Çünkü onlar günahlarından dolayı öldürülmüşlerdi. Allahu Teâlâ onları tekrar hayata döndürerek, tevbe imkânı ve hatalarını onarma fırsatı vermiştir.

Bu kıssanın anlatılması, Cenâb-ı Hakk’ın müşriklere de bir lütuf ve ihsanıdır. Müşrikler, bu olaydan ibret alıp, bâtıl dinlerinden, hak dine dönerek, cezadan kurtulup sevaba müstehak olurlar. Ayrıca bu olay, ölümden korkmanın, ölümden kurtuluş olmadığını gösterir. İnsanı ibâdete teşvik eder ve ölüm korkusunu giderir. Bu kıssayı okuyup düşünen kul, günahlardan uzaklaşır, taâtlara yaklaşır. Maksat, Müslümanlara korkaklığı bırakmalarını, korkunun ölümü savamayacağını bildirmektir. Kaçmak faydasızdır, ölüm ve hayat Allah’ın elindedir.

 

Belagat

• اَلَمْ تَرَ sorusundan murad, taaccüble birlikte kıssanın içeriğini öğrenmeye teşvik ve ondan ibret almaktır.

• حَذَرَ الْمَوْتِ kavlinde mecazı mürsel vardır. Bundan murad, onları helak eden taun hastalığıdır. Müsebbep söylenmiş, sebep kastedilmiştir.

• ‘Öldürme’ ve ‘Diriltme’ kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.

• مُوتُوا ve ثُمَّ اَحْيَاهُمْ kavlinde icazı hazif vardır. Hiçbir şeyin Allah’ın ﷻ iradesi dışına çıkamayacağına tembih için ‘öldüler’ kelimesinin zikrine gerek görülmemiştir.

• Burada istiare-i temsiliye vardır. Savaşta korkanların hali, beldelerinden çıkan kimselerin haline benzetilmiştir. Camisi, korkaklıktır. Bu temsilin misali, bir adımını atıp diğer adımını geri alan mütereddit kimsenin halidir. (Diğer bir deyimle, mecazı mürekkeptir.