Sureler

Göster

Bakara Sûresi 10. Ayet

فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاً وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

10- Onların kalbinde hastalık (nifak-haset) vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır; yalan söylemekte oldukları için onlara acıklı azap vardır.


‘Maraz’, lugatta insana has olan düzenden çıkış demektir. Maddi hastalıklara maraz dendiği gibi, mânevi hastalıklara (cehâlet, korkaklık, cimrilik, ikiyüzlülük vb.) da maraz denir. (Nisa, 50, Tevbe, 125)

Kötü tînet ve ahlâkların hastalığa benzemesinde ortak yön (câmi), hastalığın insanın hareketlerini kısıtlaması gibi, küfür ve nifak da erdeme ulaşmayı engeller. Veya hasta vücudun zararlı şeylere meyletmesi gibi, nefis bu kötü ahlâklarla sapık inançlara yöneldiği için hastalığa benzetilmiştir. Nitekim Efendimiz (sav) ‘Cimrilikten daha beter hastalık var mıdır?’ buyurmuştur.

Bu âyet-i kerime münafıkların dördüncü vasfını beyan ediyor. İnanmadığı halde inanmış gözüküp Allah’ı ve müminleri aldattığını zanneden bu şuursuz güruh hastadır. Hem de hastalık kalplerinde, vicdanlarında, şirk, şikak, nifak hastalığı. Bu hastalık İslam’ın şerefini tatmaya mani. Bu hastalık da diğer hastalıklar gibi tedavi edilmezse gitgide artar.

‘Kalplerinde hastalık vardır. Allah hastalıklarını arttırır’  cümleleri arasında başka hazfedilmiş cümleler olduğundan, vasıtalı kinaye olmuştur. Yani hastalıkları tedavi etmeyi emreden Allah, bu emre uymayanların hastalıklarını arttırır. Nifak hastalığı da böyledir. Nifak sahibi yalanı, hileyi, kibri, hasedi, şüpheyi terk etmezse günaha, fısku fücura devam ederse, ‘günah günahı arttırır’ hükmüyle gitgide hastalıkları artar, müzminleşir. İslami hayat tehlikeye girer. Nihâyet küfri bir ölümle ölür ve kalplerine mühür vurulmayı hak etmiş olurlar.

Münafıklık imanda ve amelde olmak üzere iki çeşittir. İmanda olan çok çok tehlikelidir. Bu kimseler, kafirlerden de beter olduklarından cehennemin en alt tabakasında yer alacakları Nisa Suresi, 145. âyetiyle beyan buyrulmuştur.

Ameli münafıklık ise, ihlâssız, riyakar, yapmacık, menfaate yönelik samimiyetsizliktir. Bu konuda bütün müslümanların kendini sigaya çekip itikat, ibâdet ve ahlâkta Kuran itidaline gelmesi gerekir. Ve bu kontrol, bir ömür boyu devam etmelidir. Hastalık varsa hekimlik, yoksa koruyucu hekimlik adına ihmal etmeden, gafil olmadan, dalanlarla dalmadan sağlıklı bir İslami hayat yaşanmalıdır.

Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur.

Hastalık, bir rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla insanın sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan her şeyin adıdır. İbn Faris

Maraz, aslında bir şeyin aslî fonksiyonunu bozan illettir.

Fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir.

Burada ‘maraz’ kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir.

Demek bütün ahlâksızlığın başlangıcı, idrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var.

Bu hastalık, şüphe ve nifak hastalığıdır. Buna yakalanan kimse, Allah'tan, Allah'ın emrinden, Allah'ın ‘onda şüphe yoktur’ buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden, Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiillerinden, hatta kendinden bile şüphe eder.

Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür.

Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. ‘Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır’ demez. Hepsine atılır, sarılır.

Onun için hak ve hayır bir hiçtir, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar.

Şam’da, zâtın biri mescitte oturuyordu. Aç idi... Kalbinden:
−Ne olurdu, İsm-i Âzâm duâsını bilseydim, dedi.
O anda iki şahıs göründü. Yanına gelip oturdular. Biri diğerine sordu:
− İsm-i Âzâmı bilmek ister misin?
− İsterim.
−O halde ‘Allah’ de.
−Ben bunu içimden her zaman söylerim...
−Hayır öyle değil. O’nu söylemek istediğin zaman, kalbinde O’ndan başkası olmayacak.
Daha sonra yanından ayrıldılar ve semâya doğru yükseldiler.

Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi, hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür eder, bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.

Nasıl ki beden hastalığı, ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa; kalp hastalığının kaynağıda böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır.

     Hakk kulundan intikamı yine kul ile alır,
     Bilmeyen ilme ledünni onu kul yaptı sanır.

Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayıdır ki: ‘Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır’ âyetindeki ‘maraz’ kelimesi pek çok müfessirlerce bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır.

Bir şey hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve kesin bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Resûlü: ‘Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira câhilliğin şifası sormaktır’ buyurur.

Her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
 

فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاً 

‘Allah da onların hastalıklarını artırmaktadır.’

 

Allah (cc), Efendimiz (sav)’i peygamber göndermiş ve ona ‘kendisinde şüphe olmayan’  bir kitap indirmiş ve doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak için Medine’ye getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlardı.

Eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlardı. Kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyor; hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlardı. Zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak.

Bu hal, Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan tanır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Bunun üzerine onlar, ‘Bu tedavi değil, bir tuzaktır’ dediler. Artık o hastalık Allah katından bunların kalplerine basıldı. İkinci bir huy oldu da gittikçe arttı; Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başladılar.

Hastalık hastalığı, zulmet zulmeti doğurur. Bir hata, başka bir hatayı, israfı israf takip eder.

Bir yalandan sonra, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelir. Önce gözle zina, arkasından fırsatını bulunca elle zina, daha ileride nihâyet bedenle bu işi yapmaya kalkar. Önce bir kadeh, sonra ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonu malum.
 

وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

...ve yalan söylemeleri sebebiyle, onlar için elim bir azab vardır.

  

Âyetin sonunda bulunan sebep cümlesi nifakın can damarı olan yalan ve yalanlamaların altını çiziyor. Yalanlamaları sebebiyle acı veren azab onlara tahsis edilmiş. Yalan, hile dünya ve âhirette sahibine elem çektirir.

Yalan önce insanın kendine olan güvenini, saygısını yok eder. Kendine güvenmeyen, başkalarına hiç güvenmez. Bu güvensiz, emniyetsiz hayat, acı veren bir işkence olur. Suçluluk duygusu insanda huzur bırakmaz. Bir hapishane kaçkını gibi hayatı tedirgin yaşar.

‘  اَلٖيمٌ  ’ kelimesi aslında ismi mefulken, mecazen ismi fail olarak gelmiş. Bu şekilde kendi siga anlamında kullanılmaması, ince bir nükte ifadesi içindir. Şöyle ki; o öyle dehşet, öyle zorlu, öyle acı bir azabtır ki, azab olunanın acısıyla azabın kendisi bile azab çeker. (gulüvv-ü makbulün hayali kısmı)


Ayrıca bu feîl kalıbı beş ayrı siganın kalıbı olduğundan biz buna beşi birlik kalıbı diyoruz. Bu da bize, beş ayrı manada düşünme imkanı verir.

1- İsmi fail: Elem verici azab
2- İsmi meful: Elem çeken azab.
3- Sıfatı müşebbehe: Daima devam eden azab
4- Masdar: Elemlerin menbaı olan azab
5- Mübalağalı ismi fail: Oldukça acı veren azab

Belâğat    (düzenlendi)

❊ ‘ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ’, istiare-i tasrihiyyedir. Zira kötü itikat ve câhillikten kalblerinde olan pas için ‘hastalık’ emânet (istiare) olarak kullanılmıştır. Bununla telefe sebeb olan cehâletler kast edilmiş.

❊ ‘ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ’ cümlesinde latif bir kinaye vardır. Zira maraz, beden için kullanıldığında hakikattir. Burada nifaktan kinaye edilmiştir. Çünkü maraz beden için, nifak da kalp için bir fesat unsurudur.

❊ ‘  اَلٖيمٌ  ’ kelimesi aslında ismi mefulken, mecazen ismi fail olarak gelmiş. Bu şekilde kendi siga anlamında kullanılmaması, ince bir nükte ifadesi içindir. Şöyle ki; o öyle dehşet, öyle zorlu, öyle acı bir azabtır ki, azab olunanın acısıyla azabın kendisi bile azab çeker. (gulüvv-ü makbulün hayali kısmı)