251- Bu sûretle onlar, Allah’ın izniyle ötekileri bozguna uğrattılar; Dâvûd Calut’u öldürdü. Allah da ona hükümdarlık ve peygamberlik nasip verdi. Ve ona dilediklerinden bazı şeyleri öğretti. Allah insanları birbiriyle önleyip savmasaydı, yeryüzünün düzeni muhakkak bozulurdu. Fakat Allah’ın bütün varlıklarına karşı iyilik ve ihsanı sonsuzdur.
Dâvûd (a.s) çobandı. Yedi kardeşi de, Tâlut’un ordusuna katılmıştı. Babası ‘Îş’ adındaki kardeşinden haber alamayınca, haber getirmesi için oğlu Dâvûd’u onların yanına yolladı. Kardeşleri Câlut’un ordusu karşısında saf tutmuşlarken, Dâvûd (a.s) onların yanına geldi.
Âd Kavmi’nden olan zorba Câlut, vuruşmak için ileri çıkınca, Tâlut’un ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkamadı. Bunun üzerine Câlut şöyle seslendi: ‘Ey İsrâiloğulları, eğer siz hak üzere olsaydınız, muhakkak ki içinizden birisi, benimle dövüşmek için meydana çıkardı...’
Bunun üzerine Dâvûd kardeşlerine: ‘Aranızda şu sünnetsizle dövüşecek bir kimse yok mu?’ dedi. Bu soruya karşılık onlar sustular, bir şey diyemediler. Dâvûd (a.s), kardeşlerinin yer almadığı safın yan tarafına doğru gitti. Orada, askerlerini savaşa teşvik eden Tâlut ile karşılaştı. Tâlut’a, ‘Bu sünnetsizi öldürecek kimseye ne mükâfat verirsiniz?’ dediğinde, Tâlut (a.s), ‘Ona kızımı ve malımın mülkünün yarısını veririm’ dedi.
Bunun üzerine Dâvûd (a.s): ‘Ben onunla dövüşmeye çıkacağım’ dedi. Dâvûd (a.s), sürüsüne saldıran kurtları ve aslanları, sapanıyla öldürürdü.
Tâlut (a.s) da, onun gücünü, kuvvetini ve cesaretini biliyordu. Dâvûd (a.s) Câlut ile dövüşe çıktığında, üç taşa rastladı. Bu taşlar ona lisan-i hâl ile: ‘Ey Dâvûd bizi de yanında götür; çünkü Câlut’un ölümü bizim elimizdendir’ dediler. Dâvûd (a.s) o taşlardan birisini sapanıyla Câlut’a fırlattı. Taş, Câlut’un göğsüne isabet ederek, onu delip geçti.
Dâvûd, daha pek çok kimseyi öldürdü. Allahu Teâlâ, Câlut’un ordusunu bozguna uğrattı ve Dâvûd (a.s) da Câlut’u öldürdü. Bundan dolayı Tâlut, Dâvûd’a haset ederek, onu memleketinden sürüp çıkardı.
Vaadinde durmadı. Daha sonra pişman oldu ve öldürülünceye kadar Dâvûd’u (a.s) aradı. Daha sonra Dâvûd (a.s) hükümdar oldu; ayrıca ona peygamberlik verildi. İsrâiloğulları içinde, Dâvûd’dan (a.s) başka hiç kimse hem hükümdar, hem de peygamber olmamıştı.
Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve Dâvûd da Câlut’u öldürdü’ buyruğu Câlut’un ordusunun Tâlut tarafından hezimete uğratıldığını gösterir.
Âyetin zahirinde, Câlut’un ordusunun hezimete uğramasının onun öldürülmesinden önce veya sonra olduğuna dair bir delâlet yoktur.
Çünkü vâv harfi, tertip ifade etmez.
Allah Dâvûd’a (a.s) mülkü ve peygamberliği (âlim olmasını), ehil olmasının yanında, üstün itaatine ve Hakk yolunda canını ortaya koymasına bir mükâfat olarak vermiştir.
Çoğu âlimler ise, peygamberliğin yapılan taâtlara bir mükâfat olarak verilmesinin caiz olmadığını, aksine bunun sırf bir lütuf ve ihsan olduğunu söylemişlerdir.
Bir rivâyete göre de; Dâvûd’a (a.s) krallığın ve nübüvvetin verilmesi, bu olaydan yedi sene sonradır. O zamanın peygamberi Eşmayil; hükümdar ise Tâlut idi. Eşmayil (a.s) vefat edince, Allahu Teâlâ nübüvveti; Tâlut da ölünce hükümdarlığı Dâvûd’a verdi. Böylece hem hükümdarlık, hem de peygamberlik Dâvûd’da (a.s) birleşti.
Hikmet, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mananın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Âyetteki hikmet’ten maksat nübüvvettir.
Allahu Teâlâ’nın Hz. Dâvûd’a öğrettiği şeyler:
‣ Cenâb-ı Hakk “Biz ona; muharebenin şiddetinden sizi korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik” (Enbiyâ, 80) âyetinde bildirdiği, zırh yapmayı öğretmesidir.
‣ Kuş ve karıncalarla konuşmasıdır. “Bize kuşların dili öğretildi” (Neml, 16)
‣ Dâvûd’un (a.s) ataları kral değillerdi. Hükümdarlık O’na atalarından miras kalmadı. Allahu Teâlâ ona dünyevi işleri, hükümdarlığı, devlet idaresini öğretmiştir.
‣ Dâvûd (a.s) insanlar arasında hükmediyordu. Allahu Teâlâ ona, hükmetme ve yargılamanın nasıl yapılacağını,dinî ilimleri öğretti. “Ve Dâvûd’a da Zebur’u vermiştik.” (Nisa, 163)
‣ Dâvûd’a (a.s) öğretilen mezamirdir.
‣ Bu ifade bu manaların hepsine şamil olabilir.
Allahu Teâlâ, Dâvûd’a (a.s) hikmeti verdiğini söylerken ona nübüvvet verildiğini bildirmişti. Nübüvvetin içine ilim de girer. Tekrar ‘Ve, ona dilediği şeylerden öğretti’ buyurması, şu hususa dikkat çeker: Kul, nebî olsa da, olmasa da hiçbir zaman kesinlikle öğrenmekten müstağni olamaz. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk, Hz. Muhammed ﷺ’e, “Rabbim, benim ilmimi arttır” (Taha, 114) demesini emretmiştir.
Rabbim seçti Dâvûd’u, öldürdü ol Câlut’u
Hem Nebi, hem hükümdar, Rabbin en hassas kulu
Aşk ile okur Zebûr, kuşlar gelir tabur tabur
İns-ü cin şevke gelir, nicesi aşktan ölür. M. Balcı
Hz. Dâvûd
Davut (a.s) Yüce Allah’a ﷻ çok çok dönen, O’nun hoşnutluğunu arayan, Allah’ın çirkin gördüğü şeyleri bırakıp güzel gördüğü şeylere yönelen bir kuldu.
˗ Davud, İbranice’de en çok sevilen kişi, göz bebeği anlamına gelir.
˗ Kendisi İbrâhim’in (a.s) torunlarındandı. Otuz yaşında kral oldu.
- Yetmiş bir yaşında vefat etti. Mesleği: Dokumacıydı, zırh dokurdu.
˗ Dağlar Dâvûd (a.s) ile birlikte Yüce Allah’ı tazim ve tekbirde bulunuyorlardı.
Yüce Allah’a ﷻ en sevimli oruç Dâvûd’un (a.s) orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Yüce Allah’a ﷻ nafile namazların içinde en sevimli namaz Dâvûd’un (a.s) namazıdır. O gecenin yarısına kadar uyur kalan yarısının üçte ikisini ibadetle geçirir, üçte birini uyurdu. Hadîs-i Şerîf Allah ﷻ Dâvûd’a (a.s) verdiği şeyi başka hiç kimseye vermemiştir. Dâvûd’un (a.s) nağmeleri dağa ulaştığı zaman bunun lezzetinden dağlar titrer, zikir ve tesbihine kuşlar da eşlik ederlerdi. Cumartesi balık yasağı gelen kavim, Dâvûd’un (a.s) kavmi idi. Kırk yıl Allah ﷻ ceza vermedi. Dereler açtılar, ertesi gün balıkları aldılar. Kimileri yapmayın dedi, kimileri hiç ses çıkarmadı.
Aralarına inananlar duvar örmüştüler. Felâket geldi, duvarın öbür tarafındakiler maymun oldular. Bunlar üç gün maymun olarak yaşadılar.
Dâvûd’a (a.s) gelen Zebur 150 sûreden ibaretti. Haram helale dair bir tekellüf içermezdi. Farz veya had cezaya ait bir hüküm onda bulunmazdı. Tamamı dua, tahmid ve temcidden ibaretti.
Zebur; kitap ve yazmak manalarına gelir.
Allahu Teâlâ, âyette kendilerinden fesadın def edildiği kimselerle, kendileri vasıtasıyla def etme işinin tahakkuk ettiği kimseleri zikretmiştir. Fakat def edilen şeyi zikretmemiştir. Bu fesad, dini, dünyevi veya hem dinî hem dünyevî şerler olabilir.
Dini şer, ya küfre, ya fıska veya her ikisine birden götürür. Bu ihtimallere göre âyetin manası:
‣ ‘Allah eğer insanların bazısını bazısı ile küfürden alıkoymamış olsaydı’ şeklindedir. Bu manaya göre def eden ve alıkoyanlar peygamberler ve hidâyet önderleridir. Onlar delilleri, burhanları ve hüccetleri ortaya koyar, insanları küfürden alıkoyarlar.
‣ Veya mana ‘Allah, eğer insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını günahlardan ve kötü fiillerden alıkoymasaydı...’ şeklindedir. Bu takdire göre ‘alıkoyanlara’, emri bil-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker yapanlar, Allah’ın sınırlarını belirlemek ve İslâm’ın alâmetlerini ortaya koymak üzere Cenâb-ı Hakk tarafından gönderilmiş imamlar ve önderler de dahildir.
‣ Mana şöyle de olabilir: ‘Allah eğer, insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını dünyada karışıklık çıkarmak, fitneleri tahrik ve teşvik etmekten alıkoymasaydı...’ şeklinde olmasıdır. Bu alıkoyanlar, peygamberler (a.s), onların şeriatlarını müdafaa eden önderler ve hükümdarlardır.
Bir insanın tek başına yaşaması mümkün değildir. Çünkü bir kimse ekmek pişirmediği, başkası un yapmadığı, bir diğeri ev inşa etmediği, bir başkası kumaş dokumadığı müddetçe ihtiyaçlar tedarik edilemez. Bu ihtiyaç ancak, bir yerde bir toplum meydana geldiği zaman karşılanabilir. Bundan dolayı, insan tabiatı gereği toplum içinde yaşamaya yatkın bir varlıktır.
Daha sonra insanlar arasında, tartışmalar, ardından savaşlar meydana gelmektedir. İnsanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkları halletsin, bir neticeye bağlasın diye, onlara bir yasa ve şeriat göndermek, ilâhî hikmetin bir muktezasıdır.
Allah tarafından din ve şeriat verilen peygamberler (a.s), Cenâb-ı Hakk’ın, kendileri vasıtasıyla insanların bir kısmından belâ ve musibetleri savuşturduğu kimselerin ta kendileridirler. Çünkü ümmetler bu ilâhî yasalara bağlanıp tutundukları sürece aralarında hiçbir mücadele ve anlaşmazlık meydana gelmez. Hükümdar ve imamlar da, bu yasalara bağlı kaldıkları sürece, fitne ve kargaşa kalkar.
Davaların ve anlaşmazlıkların sona erdirilmesi için nasıl bir ilâhî yasa gerekiyorsa, aynı şekilde şeriatın tatbik edilmesi için de bir hükümdar gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber:
‘İslâm ve hükümdar, ikiz iki kardeştirler.’
‘İslâm bir emîr, sultan da bir bekçidir. Emiri olmayan şey dağılır, hezimete uğrar. Bekçisi olmayan şey de, zayi olur’ buyurmuşlardır.
‘Dünya mutlaka fesada uğrardı’ ifadesi, ‘Yeryüzündekileri anarşi ve günâhlar istila ederdi’ demektir.
‣ Bir diğer tefsir şu şekildedir: ‘Şayet Allah mü’min ve iyi kulları kâfirlerden ve facirlerden korumasaydı, yeryüzü fesada boğulur ve herkes helak olurdu.’
Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Allahu Teâlâ, ümmetimden namaz kılanları kılmayanlara, zekat verenleri vermeyenlere, oruç tutanları tutmayanlara, haccedenleri haccetmeyenlere ve cihad edenleri de etmeyenlere karşı korur, himaye eder. Eğer insanların tamamı ibadetleri terk etselerdi, Allah onlara bir an mühlet vermezdi.’
‣ Âyet, bu manaların hepsine muhtemel de olabilir. Çünkü bu ihtimallerin ortak noktası, fesadın giderilmesidir.
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِ Allah’ın yardımı ile onları hezimete uğrattı. O Allah ki vaadinde sadık, kuluna yardımcı ve tek olarak orduları hezimete uğratır.
وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ Kalp Dâvûd’u, nefs Calut’unu öldürdü. Hırs taşını dünyaya, meyl taşını ukbaya, alaka taşını nefsi hevaya tuttuğunda üç taş bir olur. O da Allah’tan ﷻ gayrıya iltifattır, teslim ve rızâ sapanına koyup onunla nefs Calut’unu öldürür.
Allah ﷻ ona inabe rüzgarını musahhar eder. Heva başına isabet edip, dimağına karışır. Ondan büyük nimet çıkardı. Hükmünü verip ahlâk ve sıfatından otuzunu görüp öldürdü. Allah hezimete uğrattı.
وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ İlhamatı Rabbani hikmeti, hilafet meliki, kalp Dâvûdunu verdi.
وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُ Kur’ân hakikatlarından, sır ve irşatlarından dilediğini öğretti.
وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ İstidatları ahsen-i takvim ile yaratılmış ki, kuvvetli dinin kemallerini semere versin. Sırat-ı müstakimden geçsin, Cennet-i Naim’e girsin, nefs Câlutu’nun ve ordularının istilası ile ahlâkını değiştirerek ruh biladını tahrib ve zatının sıfatının tekrarı ile behimi sıfatların aşağılık derekelerin cehennemine yuvarlanmasından kurtulsun.
• Mülk, hikmet, ilim arasında muraat-ı nazır vardır. Cem mea taksim olmuştur. Hz. Dâvûd’un başarısından sonra ona bu mülk ve ilmin verilmesi, delalet-i tazammuniyesi ile ilâhi ihsanların başarılardan sonra verileceğini gösterir.
• Yine bir sapan taşıyla kibir timsali olan Calut’un öldürülmesi, dal bid delalesiyle kibrin kötülüğüne saplanan kişilerin daima ufak bir şeyle helak edileceğini gösterir.
• ‘Allah’ın insanları birbiriyle def etmesi’ mecazı mürselden sebebe isnaddır. Sebep; insanların def edilmesi, müsebbep kötülüklerinin def edilmesidir. İnsanların ölümü, def edilme fiiliyle istiare edilmiştir. İnsanların zulümleri, kötülükleri süpürülmesi, giderilmesi gereken bir ezaya benzetilmiştir. Camisi; huzursuzluk vermesi, zarara yol açmasıdır.
Zulüm gören bir ülke, tüm âlem için bir eziyettir. (Tazammuniye)