255- Allah -O’ndan başka ilah yoktur- ölümsüz hayata sahip bütün varlıkları ayakta tutan, onları devamlı gözetendir. O ne uyuklar ne uyur. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nundur. O'nun izni olmadan nezdinde kim şefaate yeltenebilir? Önlerinde olanı, arkalarında olanı bilir. Kulları ise dilediği kadarından başka, ilminden bir şey kavrayamazlar. Gücü, hükümranlığı ve yüceliği gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları gözetmesi O’na asla ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.
Gönlümüzün pır pır ettiği, hüznün ve kederin gönül kapımızı hızla çaldığı, işlerin sarpa sardığı, berraklığın bulandığı, hummalı gözlerin sulandığı her zaman ve her mekânda, Âyete’l-Kürsi bir şefkatli el gibi uzanır hayatımıza; göz yaşlarımızı dindirir, ala bora olmuş gönlümüzü sakinleştirir, tehlikeli vartalardan sahil-i selâmete ulaştırır.
Mübârek âyet, içimizi sızlatan, yüreğimizi yakan her müşkül işte, Esmâü’l-Hüsnâ nakışlarıyla bezenmiş bir kudret yelpâzesi gibi hoş eder gönlümüzü.
Nihâyetinden endişe duyduğumuz, hayrını umduğumuz, heyecanla bulandığımız devrelerde ümit ışığımız, imdat düğmemiz Bakara: 255...
Müşfik bir dost vefâsıyla, harfiyle, Arşıyla-Kürsisiyle, tevhid manzumesiyle, İsm-i Âzâmıyla, muhkem kal’asıyla, uyanık olma uyarısıyla, hıfzıyla-himâyesiyle her dar günümüzde, zorlu anımızda, biçâre halimizde siler gözyaşlarımızı kudret eliyle, sarar bünyemizi nurdan örtüsüyle. Bu sayede diner sızılarımız, düzelir morâlimiz, berraklaşır duygularımız...
Her akşam yorgun bedenimizi uykunun kollarına atarken, can simidimiz olan Âyete’l-Kürsi, cinleri, şeytanları, karışık duyguları, kötü rüyâları bertaraf eder; yıldızların altında mâsum bir bebek gibi uyutur bizi. Gün gelir teheccüd namazının fazileti yatar gönlümüze, ılık bir sevdâ düşer içimize, Eshâb-ı Kehf gibi uyanmak isteriz, yıllanmış uykulardan... Rûhumuzda yeni bir heyecan: ‘Uyanabilsem, teheccüd vaktinde birinci kat semâdaki: ‘Yok mu duâ eden, kabul edeyim. Yok mu af dileyen, af edeyim. Yok mu dilek dileyen, ihsan edeyim’ çağrısının kutlu randevusuna yetişsem. Kim uyandırsa beni?’ Tüm mahlûk uykuda iken gece hissiz ve sessiz; dudaklarımızda ‘لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ’. Hiç uyumayan Hayyü’l-Kayyum’a müraacat...
Ver elini Âyete’l-Kürsi, tut günahkâr ellerimden, burağım ol benim, götür Rabbi Kerim’in huzuruna. Minnettârım sana, teheccüd adlı paha biçilmez candan armağanına, gözlerim yaşarıyor karşılığını veremediğim bu büyük ihsanına...
Ümmetin mümtazları, kılıp namazları, eder niyazları; Semi, Basir, Habir olana geçer nazları.
Uyku kapıyı çalar, kirpikler buluşmak ister, gözler baygın. Sıcak yatak, ‘Ramazan pidesi’ gibi can çeker. Gecenin koynunda uyumak çok câzip, ama ya sabah namazını kaçırırsam, büyük tehlike... Nâfile uğrunda farzı fedâ ne büyük acı, tâziye edilecek bir kayıp, telâfisi mümkün olmayan ayıp. ‘Durup beklemeliyim.’ Ama gözler işin vehâmetinden habersiz, uyumak için direniyor. Eller saatin zenbereğinde, uyku ve endişe-korku sarmaş dolaş, iç içe. Gönülden gelen bir ses: ‘Oku Âyete’l-Kürsi’yi, sığın Yaradanına.’ Beynine emir tekrarı yap, iyice kur. Dudaklarında yedinci Âyete’l-Kürsi’nin ‘وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظٖيمُ’i deprenirken, uyusun gözlerin fecre kadar. Yine sen geldin yardıma; milyonların yardımcısı, ağzımızın tadı, gönlümüzün yâdı, dünyâmızın âb-ı hayatı Âyete’l-Kürsi...
Her namazda kadim düşmanımız, yüzsüz İblis; dimağımıza vesvese dağarcığını boşaltmak için hazır bekler. Huzur-u ilâhiye çıkan bedenimizi, secdeye giden alnımızı kıskanır; gönlümüzü Hakkın huzurundan ayırmak, amelimizin derecesini düşürmek, ibâdet lezzetimizi yok etmek için çabalar.
Çâremiz Âyete’l-Kürsi, her namazdan önce virdimiz; onunla bertaraf olur vesvese derdimiz. İblisi bir daha İblis yapar; ümit kestirir, bu yerinde tavrımız. Demek bunun için, en mübârek Cumâ gecesinde yetmiş bin melekle inmişsin; ihtişâmına kurban olduğum, tesirine hayran olduğum Âyete’l-Kürsi...
Namazdan sonra ‘bir ucup, bir ümitsizlik, bir tembellik tohumu ekebilir miyim’ diye gelen, binlerce kere kovulmuş; milyonlarca kişi, milyarlarca melek tarafından taşlanmış yüzsüz şeytan, yine Âyete’l-Kürsi şamarıyla kovalanır. Dostlarının düşmanını perişan eder Âyete’l-Kürsi.
Namaz tesbihlerinin lideri, seccâdelerin aziz misâfiri, ağız tadımız, ümit kapımız, iki cihan murâdımız Âyete’l-Kürsi...
Eve girerken, işe-okula giderken, dünya evine girerken, her işin kolay, güzel, hayırlı-uğurlu, kıdemli, bereketli olması için âyetlerin seyyidi Âyete’l-Kürsi’yi okumak artık refleks haline gelir. Beynimiz onunla programlanır. Artık o bizim için bir zevk, bir lezzet olur; onsuz olamayız. O bize bir kale, dâima yüreğimizde yanan meş’ale olur.
İçimiz daralsa, yüzümüz sararsa, halsiz düşsek, mikropların, cinlerin, nazarların istilâsına uğrasak; koruyucumuz, kurtarıcımız, dermânımız, ilâcımız, iksirimiz Âyete’l-Kürsi.
Hâfızalar seninle canlı, beden seninle rahat, ruhlar seninle huzurlu. Çünkü sen kâinâtın Sâhibini tanıtıyor, O’nun rahmet denizinden akıp geliyorsun Âyete’l-Kürsi...
Bu âyet-i kerime, putların şefaatçi olacağını zanneden ve ‘Biz ancak onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyen kaf irlere bir cevaptır.
Ayetin öncesiyle münasebeti
Allahu Teâlâ’nın Kur’an’daki âdeti; tevhidi, ahkâmı ve kıssaları birbiri içinde zikretmektir. Kıssaları zikretmesi, tevhîd ilminin delillerini açıklar, ahkâm ve mükellefiyetleri pekiştirip, sağlamlaştırır. Çünkü tek bir çeşit ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Ama, ilmin bir nevinden diğer nev’ine geçtikçe, insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Bir beldeden başka bir beldeye, bir bahçeden başka bir bahçeye gidiyor, çok lezzetli bir yiyecekten başka lezzetli bir yiyeceğe intikâl ediyor gibi olur.
Allahu Teâlâ önceki âyetlerde ahkâm ve kıssalar ilminden; bu ayette de tevhîd ilminden bahsetmiştir.
252. ayet 'İşte bunlar Allah'ın ayetleridir, onları sana okuyoruz' buyurarak kitaplara imanı, 253. ayet 'İşte bu resuller' buyurarak peygamberlere imanı, Âyete'l Kürsi de 'Allah -ondan başka ilah yoktur-' buyurarak Allah'a imanı beyan eder.
Nâil olmak istediğimiz her güzel işin başında, endişe duyduğumuz her güzel konuda, Yüce Sultân’ın en büyük âyetleri okunur, O’nun yüce isimleriyle başlanır. Bu sâyede, korku ve endişelerimiz diner, ümitlerimiz yol bulur, rûhumuz inkişaf eder.
Aşkın ve muhabbetin yaratıcısı, yaşatıcısı ve mercii olan Mevlây-ı Müteal, Bakara’nın sonuna derç ettiği bu hıfz-u eman âyetlerine bir aşk adayı gözüyle baktığımızda, bütün isimleri derûnunda saklayan ‘Allah’ ismiyle başlaması dikkatimizi çeker. Ez-Zâhir ismine remz olan, bu zâhir (hem de en zâhir) ismi ağızlara tad, gönüllere şifâ sunuyor. Lisanımız, bu isimle bereketleniyor. Bu ismi söylerken, içimizin rahatladığını, gönlümüzün berraklaştığını, rûhumuzun sükûn bulduğunu hissediyoruz.
Gaflet uykusuna dalan nefsimiz dahi kıpırdanıp depreniyor, etkileniyor; O Yüce Zât’a karşı yaptığı hatâları düşünüp pişmanlık duyuyor:
‘Ben, O Yüce kerem sâhibi, O Aziz kudret sâhibi Zât-ı zü’l-Celâle nasıl olmuş da âsi olup, buyruğunu tutmamışım, O’nun koyduğu sınırları aşmış, O’nu gücendirmişim. O Âlemlerin Rabbi, beni görüp dururken, sözlerimi işitirken, cansız cemâdat, şuursuz hayvanat dahi O’nun buyruğundan bir lahzâ ayrılmazken, ben O Yüce Zât’a hangi cüret ve hangi cesâretle isyan ediyorum?’ diye hayıflanır; yaptığı azgınlıklara pişman olup, göz yaşları döker. Dilindeki ‘Allah’ virdi, onu halden hâle sokar. Gafletin kuyularından, isyânın korkunç uçurumlarından kurtaran sağlam bir kulp olur. O sağlama kulpa sarılır, sarıldıkça korunur, korundukça arınır; günah vâdilerinden kurtulur. Şâirin:
‘Allah de, bâki her nefes, Pes gayrıdan ümidi kes’ çağrısına kulak verir. Anlar ki, Rabbi’sine karşı olan her günah, her isyan, her gaflet, kendi hürriyetini kısıtlayan bir zincirdir. Lisânı ‘Allah’ ismiyle bitimsiz bir zevkle meşgulken, gönlü mevlâsını râzı etme sevdâsıyla yanar. Hayatının bundan sonraki bölümünde, ‘Hayyu’l-Kayyum’ olan kâinatın sâhibini gücendirmeden geçirmeye kesin karar verir. Zikrin ritmine ayak uydurur; sırât-ı mütakîm deryâsına yelken açar.
Artık hedefi tekleşmiş, tevhid rûhu belirip, kul gerçekte ‘Lâ ilâhe illâ hû’ (O’ndan başka ilâh yok) demeye başlamıştır:
‘Yazık etmişim ömrüme; bunca yıldır O’ndan gayrı için sevinip, O’ndan gayrı için üzüldüm, değer miydi? Gayretim, göz yaşlarım, kıymetli vakitlerim boşa geçmiş. Ömrümün sayılı günlerini, sayısız günahlarla zâyi etmişim. Mârifetullahla süslemem gereken gönlümü, faydasız bilgilerin mezarı hâline getirmişim.
En büyük sanat-ı ilâhi olan, Levh-i mahfuz mesâbesindeki beynimi, güdük düşüncelerin, bozuk fikirlerin işgâliyle bit pazarına çevirmişim. Kendi ürettiğim, ya da başkasından ödünç aldığım saçma fikirlerle kendime ağ örüp, okulu hapishâneye çevirmişim. Bir bilge kişinin deyimiyle, ‘beynim, şeytanın çalışma odası olmuş!’ Ben ise, şeytan ve nefsin her emrine kulak kesilen avanak köle, hattâ, kölesinin kölesi durumuna düşen bir zavallı...
Yıllardır nefis ve şeytan koalisyon hâlinde emretmişler, ben yapmışım. ‘Kız’ demişler, kızmışım; ‘gül’ demişler, gülmüşüm; ‘ağla’ demişler, ağlamışım. Günün birinde, merhametlilerin en merhametlisi acımış hâlime; gafletle çektiğim ‘Allah’ zikrini bir an olsun düşünmeyi, ‘lâ ilâhe illâ hû’ derken, ne demek istediğimi fehm etmeyi bana ilham eylemiş; gönlümde bir diriliş, bir kıyam hissetmişim. İsm-i Celâl meltemi, gönlüme baharı sunmuş, gaflet karları erimiş, isyan buzları çözülmüş, Kur’an güneşi ışıtmış yüreğimi.
Duâya kaldırıp bileğimi, aff-ı mağfiret dileğimi sunuyorum Rabbime. Minnettarlığımı, şükrânımı arz ediyorum Yüce Huzura. Yolumdaki putlar tek tek yıkılıyor, gönül Kâbem arınıyor. Sevinçten uçuyorum, kölelik bitiyor. Allah’a kul olmanın, mâsivâ ateşinden temizlenmenin hürriyetini yaşıyorum.
Rabbim tuttu elimden, yolumu buldum. Koşmak istiyorum, tüm engellere rağmen... Bırakma Rabbim, tut elimden... Göz açıp yumuncaya kadar nefsin eline bırakma. Senden ayıran her şeyin şerrinden Sana sığınıyor, nimetin tamâmını bekliyorum. Tüm müminlerle beni tevhid denizine, gerçek hedefe ulaştır. Hayy isminle dirilt, diri tut; Kayyum isminle beni Sen idâre et, başka idârelerin tasallutundan kurtar. Tâğutlara boyun eğdirme, kulluğuna râm eyle. Ey hakiki mürşid, ey Hâdî, ey Reşit, ey Zü’l-Celâli ve’l-İkram...
Nerde tevhid çekilir, melekler saf saf gelir
Hepsi tekbir getirir, Allah Allah dedikçe
Zikr-i Hakk’a başlandı, ism-i Celâl hızlandı,
Arş-ı a’lâ sallandı, Allah Allah dedikçe.
Bu cümle pek çok ilim ve marifeti kapsamaktadır.
Allahu Teala’yı bilen gerçek alimler yanında ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ cümlesi ile zikretmek ‘الله, الله’ veya ‘هُو, هُو’ diye zikretmekten daha faziletlidir.
Çünkü tevhid, iki hükümden ibarettir. لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi nefy ve isbatı kendisinde toplamıştır. Bir yönüyle Allah dışındaki mabudları reddeder (لَٓا اِلٰهَ), diğer yönden de Allahu Teala’nın varlığını kabul ve isbat eder (اِلَّا هُوَ ancak O vardır.)
İnanmanın ilk şartı, bütün ilâhları-tanrıları, tanrı-ilâh düşüncelerini, ilâha-tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy (reddetme), sonra da tasdik (kabul etme) söz konusudur.
Her kim sabah akşam yedi kere 'La ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü'l arşil azim' duasını okursa Allah onu sıkıntılarından kurtarır. O kimse bu duayı ister ihlas üzere, ister adet kabilinden okusun. (Hadis-i Şerif)
هُوَ Zamiri
‘O’ lafzı, mukarrebin olanların makamına işarettir. Onlar eşyayı mahiyetiyle olduğu gibi görenlerdir. Allah’tan başkasını görmezler. Allahu Teala zatı itibarı ile vâcibu’l vücuddur. Allahu Teala’nın dışındakiler ise mümkündür. Mümkün bir şeye mahiyeti cihetiyle bakıldığı zaman yok olur. Bu nedenle mukarrebin Hak Teala’dan başka bir mevcud görmezler. (Mümkinatın varlığı ile yokluğu birbirine eşittir.)
هُوَ zamirinin siyak ve sibakında ait olduğu bir mercisi yoksa, bu zamirden Allahu Teala’nın kastedildiği anlaşılır. Çünkü ancak kapalılık olduğu zaman zamirin işaret ettiği şeyin açıklanmasına ihtiyaç duyulur. Oysa mukarrebin için zaten herşey O’nu göstermektedir. هُوَ zamiri onlar için tam bir irfanın hasıl olmasına kafidir.
Tevhid
Türkçe ‘birlemek’ anlamına gelen tevhid, Arapça ‘وَحَدَ’ kökünden masdardır.
Tevhid, sözlükte ‘bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek’ anlamlarına gelir.
Kavram olarak tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmek, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmaktır. Tevhid; ‘bir’ Allah inancı, insanların düşündüğü bütün ilâh düşüncelerinden uzak bir akide, tek Yaratıcı, tek Rabb tanımaktır.
Tevhid, aynı zamanda Allah (cc) tarafından insanlara gönderilen ilâhi dinin adıdır. İnsanlar ya tevhid dinine, ya da şirke inanırlar, üçüncü bir yol yoktur. Şirk; insanların hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlar, tevhid de Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği dindir.
Tevhid, inanç açısından Allah’ı, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemekle birlikte, ibâdeti de yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır.
Allah’ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme ‘Kelâm’ denilir. Tevhid ilmi, kelâm ilminin diğer adıdır.
Tevhid, Allah’ı bir kabul etmektir. Bu birden maksat, sayı yönünden bir olmasının haricinde, O’nun hiçbir şekilde ortağının, benzerinin ve eşinin olmaması, ezeli ve ebedi sıfatları yönünden hiçbir şeye benzememesi, ‘hiçbir şekilde denginin bulunmaması’dır.
Benzer cinsler arasında her hangi bir şeye ‘bir’ denilir ama, onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir. Allah’ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.
Tevhid, Allah’dan başka ilâh olmadığına inanan müminlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sâhibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır.
Mümin, Allah’dan başka kimseye kulluk etmez. O’na isyan olacak hususlarda kimseye itaat etmez. Bu inançla, bütün değerleri Allah’dan alır.
حَىُّ Hayy; lugatta hayatı olan, canlı şey demektir. Ölümün, câmidiyetin zıddıdır.
Cismin durumunun mükemmelleşmesine 'hayy' denir. Kendi cinsinde kamil olan her şey de hayy diye isimlendirilir. Ağaçlar, yeşil yapraklara bürününce halleri mükemmelleştiği için, ağaçların yeşermesi 'hayat' diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde yeryüzü mamur edilince kemâle erdiği için, belderin imar edilmesine de 'hayat' denir.
‘Hayy’ lafzı ne için kullanılırsa, onun en mükemmel nitelik üzere bulunduğu ortaya çıkar. Hayy; mutlak kemal sâhibi demektir.
‘Hayy’ idrak ve faal olmak, hareket etmek demektir. Fiil ve idraki olmayan ölüdür. İdrak derecelerinin en düşüğü kendini idrak etmek, kendi varlığının farkına varmaktır.
Hayy sıfatı, his, hareket ve iradeyi gerektirir. İnsanın vasıflandığı sıfatların en şereflisidir. İnsan, bu sıfatın en mükemmel şekliyle cennette sıfatlanacak, ebedi hayatı kazanacaktır.
Hayy; hayat sahibi, diri, başlangıcı ve sonu olmayan, sons uz hayat sahibi demektir. Allahu Teala daimi ve bakidir. O’na asla ölüm ve fena arız olmaz. Ezeli ve ebedi hayat ile mevsuftur. Her diri, ancak O'nun hayatıyla diridir.
Kâmil ve mutlak ‘Hayy’ bütün idrak olunan her şeyin kendi idrakinin altına girdiği ve bütün mevcudatın fiilinin tahtına dahil olduğu, ilminden hiçbir idrak olunan şeyin gizli kalmadığı, yapılan hiçbir şeyin fiilinin dışında kalmadığı zattır. Varlıkları tasavvur ve takdir ettiğinden zatını 'Hayy' diye isimlendirmiştir.
Ben bir ölüyüm, yemin ederim ölmeyen adına,
İnandım, kabul ettim bir gün gideceğimi!
Ölümün öldürdüğü kral, kral değildir.
Hâkimiyet ancak, ölmezin hâkimiyeti. Ömer b. Abdülaziz
'Herşeyi tutan, koruyan' anlamında Allah’ın ismidir. Kayyûm, “fey’ûl” vezninde mübalağa sigasıdır. Başlangıcı olmayan kaimlik ifade eder. 'Dâima var olan ve üzerinde herhangi bir değişikliğin cereyan etmesi imkânsız olan' demektir.
Kayyûm her ân tüm varlıklar âlemini idare eden ve ayakta tutandır. Herkesi kazancıyla kaim kılar, ilmiyle karşılığını verir.
Sürekli insanları ve tüm varlıkları görüp gözet en, güç ve kuvvetiyle onları sevk eden, hareket ettiren, hareketler ini yaratan ve koruyan, yok olmayan, işleri bilen, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir.
Allah Kayyûm’dur, kendi zatı ile kaimd ir. Varlığı kendisindendir. Varlığı konusunda başkalarına muhtaç değ ildir. Başkaları ise onunla kaimdir. Tüm varlıklar var olabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için O’na muhtaçt ır. Ve bu manada, eşyanın ayakta durmasının fâni olduğuna bir îmâ vardır.
Bu isme vâcibü’l-vücut, külli mûcid (her şeyi yoktan var eden) ve külli müdebbir (her şeyi idâre eden, yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibâriyle dâhildir.
Yüce Allah bütün varlıkları gözetip yönetir, her varlığın varoluşu O’nun iradesine ve tedbirine dayalıdır. Bunun sonucu olarak müslümanın vicdanı, hayatı, varlığı ve çevresinde bulunan canlı-cansız bütün nesneler, bütün gelişmeler, Allah’a sürekli olarak bağlıdır. İnsan, ana hatları çizilmiş kaideler uyarınca yaşar; değer yargılarını bu sistemden alır; bu değerlerini kullanırken yüce Allah’ın sürekli murakabesi altında bulunur.
O öyle bir Hayy'dır ki, hayatını muvahhidinin sırlarına giydirmiştir. Onunla muvahhid olmuşlardır. Öyle bir Kayyûm'dur ki sıfatının tecellisi ile ariflerin ruhlarını zatının keşfi ile terbiye edip, zatında fani kılıp kibriya nuru ile yakmıştır.
Yürüsünler diye ayaklar verdin
Kimi iki, kimini dört eyledin
Kimini de karnı üstü yürüttün
Alemi yürüten Kayyûm Allah'ım... M. Balcı
İsm-i Âzam
Hayy ve Kayyûm isimlerinin ism-i âzam (Allah’ın en büyük ismi) olduğu söylenmiştir. Çünkü Allah’ın (cc) Hayy ismi, bütün isim ve sıfatlarını içine alır; kâdir olmak, bilmek, işitmek, görmek, konuşmak, dilemek ve bâkilik ‘Hayy’ isminin ayrılmaz parçasıdır. Kayyum ismi de, bütün mahlûkâtın Allah’a ihtiyacı olduğunu ihtivâ eder. ‘Hayy ve Kayyum’ isimleri, Allah hakkında yetkin bilgi verir.
Buna başka hiçbir yerde rastlanmaz.
Hayy ve Kayyûm isimleri birlikte; Kur’ân-ı Kerim'in üç yerinde geçer.
Birisi bu âyettir. İkincisi Âl-i İmrân sûresi ikinci âyetindedir. Üçüncüsü de; Bütün yüzler, “Hayy-u Kayyûm olan Allah’a boyun eğer.” (Tâhâ, 111) âyetidir.
Enes b. Mâlik, bir adamın namazdan sonra “Hayy ve kayyûm” isimleriyle Allah’a duâ ettiğini duyan Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Siz Allah’a ne ile duâ ettiğini biliyor musunuz? Hazır bulunanlar; “Allah ve Rasülü daha iyi bilir” dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o Allah’a ism-i azamı ile duâ etti. Allah bununla duâ edilince kabul eder ve bununla bir şey istenince verir.”
İsm-i Âzâm, Muhammedî hakikatten ibârettir. Muhammedî hakikati bilen, İsm-i Âzâmı da bilir. Muhammedî hakikat, ilâhi, câmî ismin sûretidir. Allah (cc), bu sûretin Rabbidir. Feyz O’ndandır. Bunu böyle bilen, en yüksek nasibe feyz-ü necat bulur.
Beyazıd-i Bestâmi hazretlerine İsm-i Âzâm sorulduğunda:
– Bu ismin belli bir târifi yoktur. Lâkin sen kalbini her şeydenboşaltıp, onu Allah’ın vahdâniyetine teslim ederek istediğin isimle tesbih et, buyurdu.
Tedbirini ve emrini meşgul edecek uyku, O'na arız olmaz.
سِنَةٌ Uyuklama, uykudan önce insana ârız olan bir ağırlık ve gevşekliktir. Uykuya dâhil değildir, uykunun başlangıcıdır, başta olur.
نَوْمٌ uyku, dimağ sinirlerinin çok olan buhar rutubetinin baskısıyla hayat sahiplerine arız olan bir haldir. Kalpte olur.
نُعَاس gözdeki dalgınlık için kullanılır.
Zihnin bir kısmının hâla uyanık kalması uyuklama, hepsinin kapanması uykudur. Uyuklamada, etraftaki seslerin bir kısmı işitilirken, uykuda hiç bir şey işitilmez.
أَخَذَ arız olmak, yakalamak, kahru galebe demektir.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ Allah’u Teala’yı uyku tutmayacağına delalet ettiği halde, نَوْمٌ kelimesi de zikredildi. Ancak bu bir tekrar değildir. “O’nu uyku tutmak şöyle dursun, uyuklama dahi tutmaz” şeklinde mübalağa ifade eder.
Bir konuda mübalağa için kıyaslama yaparken, çok olan az olandan önce zikredilir. Fakat ayet-i kerimede bunun tersine; önceazolan uyuklama, sonra çok olan uyku zikredilmiştir. Bu sıralama, zahirdeki tertibe göredir. Çünkü uyuklama uykudan önce gelir.
Bu cümle teşbihi nefyeder, Allahu Teala’nın Hayyu Kayyum olduğunu tekid eder. Ayrıca hayatının zatından ayrı olduğunu beyan eder. Kimi uyku, uyuklama tutarsa onun hayatına afet arız olmuş demektir, muhafazada kusur gösterir. Koruması gereken bir şeyi koruma hususunda yorulma, gaflet, usanma ve gevşeklik gibi mahlukatın başına gelenler, Allah için sözkonusu olamaz. Çünkü yorulan, dinlenmeye, uykuyla istirahata gerek duyar. Allah (cc) ise kemal sıfatlarıyla muttasıftır, her türlü eksiklikten, yorulmadan münezzehtir.
Uyku ölümün kardeşidir. Ölüm de hayata zıddır. Allah, hakiki anlamda Hayy, ölmez diridir. Onu uyku tutması hayatın devamını, bekasını nefy eder. Hayatın zıddı olan bir şey O’nun için söz konusu değildir.
Allah (cc), bütün varlık üzerinde her lahzâ gözeten bir şâhid, bir nâzırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılık verir. Biz uyurken kanımızı, canımızı, hücremizi, yıldızları, ayı güneşi birbirine çarpmadan hareket ettiren Allah (cc) uyumaz, uyuklamaz.
Bu inançla insan duyduklarına, gördüklerine, yediklerine, içtiklerine, sevdiklerine, sevmediklerine dikkat eder, O’nun emir ve yasakları doğrultusunda hareket eder.
İsrailoğulları Hz. Musa'ya 'Rabbin uyur mu?' diye sordular. Hz. Musa; 'Allah'tan korkun' dedi. Ancak Allahu Teala Hz. Musa’ya hitab ederek 'Ey Musa, sana Rabbin uyur mu, diye soruyorlar. Gece eline iki cam kavanoz al ve uyumadan ayakta dur' buyurdu. Musa (as) emredileni yaptı. Gecenin yarısında uyku bastı, gecenin sonuna doğru uyuklarken elindeki kavanozları birbirine çarpıp kırdı. Allah şöyle buyurdu: “Eğer ben de uyusaydım gökler ve yer düşer, yok olurdu.” (İbni Abbas)
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Uyku
Allahu Teala’nın bu vasfından kulun alacağı ders; fuzûli uykuyu terk etmesidir. Allah’ın kullarına uyumaları için verdiği ruhsat onlara olan lütfu keremindendir. Çok uyumak tembelliktir, Allahu Teala tembelleri sevmez.
Nefsin hakkı olan uyku günde beş saattir. Vücuda en faydalı uyku da akşam on ile gece üç arasında uyunan uykudur. Bu saatten sonra beyin ikinci uyuma evresine geçeceği için hiç uyumamış gibi uykusuzluk veya uykuya doyamama hali başlar.
Uyku, hayatımızda her şeyin düzene konulduğu, tamir ve tedavi edildiği son derece önemli bir süreç olarak yaratılmıştır. Bir kaç hafta uykusuz kalmanın ölüme neden olduğu hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle ispat edilmiştir. Yetersiz uyku, zihinsel güç kaybına sebep olur. Uykusuz kalan insanların zihinsel çalışmalarının tamamen durduğu ve düşüncelerini hiçbir şeyin üzerinde yoğunlaştıramadıkları tespit edilmiştir. 48 saat uykusuz bırakılan yüksek öğrenimli kişiler, ilkokul çocuklarına öğretilen matematik işlemlerini yapamaz hale gelmiştir. Ancak uykunun faydalı olması için, çokolması değil, erken saatlerde yatılarak faydalı olmasına dikkat edilmelidir.
Beyazıd-ı Bestami Hazretleri şöyle der: Bana manevi fütuhat açılmamıştı. Ancak ben gecelerimi gündüz yaptıktan sonra bana maneviyat kapıları açıldı.
Peygamberimiz bir hadislerinde, gece uykusunun fazla olmamasına işaretle Hz. Süleyman'a annesinin şöyle dediğini bildirmiştir: 'Oğulcuğum geceleyin fazla uyuma. Zira fazla uyku kıyamet günü insanı fakir bırakır.'
Bilâl Habeşî (ra), her seher vakti şöyle derdi:
- Ey uykusuna dalmış kimse, Rabbi’si uyumayan kulun uykusu olmaz. Gece, güzel uykularla uyuyan sen, günahkârım mı diyorsun?
Asırlardan beri insanımız hep uyuyarak yol almayı mârifet saydı. Bu felsefe ile de, kaç defa, ineceği-bineceği yeri birbirine karıştırdı. Kimbilir; üzerine ölü toprağı saçılmış gibi, bir türlü uyku atmosferinden çıkamayan bu tipik kafalar, bu uyuklama ile kaç istasyon kaçıracaklar. Veyl olsun rüyalarda teselli bulanlara!
Akşamdan (abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah (c.c)’tan dünya ve ahiret için hayır talep eden hiç kimse yoktur ki, Allah (c.c) dilediğini vermesin.
Gökte ruhlar, yerde cisimler O'na aittir. Açıkta gizlide, denizde karada hareket, sükun, hatırat ancak Onun iradesi, kudreti, ilmi ve meşieti ile olur.
Mahlukat içinde gayri âkil varlıklar çoğunluğu teşkil ettiği için, hepsi “مَا - şeyler....” diye, tağlip yoluyla bildirilmiştir. Yerde, gökte ve onların dışında fakat onlarda mütemekkin bütün işler, yer ve göğe dahildir.
Bu cümle Allahu Teala'nın kayyumiyetini takrir, uluhiyette tek olduğuna hüccettir. Güneş, ay ve diğer yıldızların, meleklerin, putların tapılmaya müstehak ilah olmalarını nefy eder.
Bu düşüncenin vicdanlarda yer etmesi, yüce Allah’ın göklerde ve yerde bulunan canlı-cansız herşeyin gerçek maliki olduğu realitesinin insan bilincinde kökleşmesi, “Bu benimdir” dediği herşeyin mülkiyetini, göklerde ve yerde bulunan herşeyi elinde tutan asıl sahibine geri vermesi, elindeki herşeyin bir emanet olduğunu, süresi dolunca bu emanetin sahibi tarafından geri alınacağını bilmesi, doyumsuzluğun, tamahkârlığın, cimriliğin, ihtirasın ve servet yarışının şiddetini düşürür, aşırılığını törpüler.
Bu iman vicdana kanaat, elde edilen rızka rıza ve cömertlik duygularını aşılar; insan kalbini varlıkta da yoklukta da güven ile doldurur. Bu iman sayesinde insan, kaybedilen ya da kaçırılan maddî imkânlar karşısında hayıflanmaz, yazıklanmaz, kafasına takmaz. Peşinden koştuğu şeyler uğruna kalbinin yanıp tutuşması önlenir!
Bir baksana gökler uyanık yer uyanıktır
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.
Çünkü hepsi O'nun, hepsi O'ndan, hepsi O'na dönecek ve hepsi O'nun iledir.
Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin şefaat hakkı olmaması, O'nun azamet ve yücel iğini bildirir. Ayrıca ayet, müşriklere yöneltilmiş bir istifham-ı inkaridir. Onlar putların kendilerine şefaat edeceğini iddia etmişlerdi. “Biz o putlara ancak, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3)
‘عِنْدَهُ - Katında’ zarfı ‘Şefaat eder - يَشْفَعُ’ fiiline veya bu fiilin zamirinden mahzuf hale müteallıktır. Eğer mahzuf hale müteallık ise mana şöyledir: ‘Allah’ın izni olmadıkça O’nun katında karar kılmış kimselerden dahi hiç biri şefaat edemez.’ Allah’ın katında O’na yakın olanlar şefaat edemediklerine göre, Allah’tan uzak olanların şefaat etmesi hiç düşünülemez. Başka şefaatçinin olmadığının belirtilmesi, kulların ümidini kırmak içindir.
بِاِذْنِهٖ lafzındaki ب harf-i ceri istiane manasında olabilir.
Bütün kullar, Allah’ın huzurunda kulluk konumunun gerektirdiği yerde dururlar; bu konumu geçemezler, aşamazlar. Çekingen, boynu bükük, Rabbinin önünde ileriye doğru adım atmayan, O izin vermedikçe başkalarına şefaatçi olmaya cüret etmeyen, izne uyarak bu iznin sınırları içinde şefaatçilik edebilen, edepli bir konumunda dururlar.
Bu cümle, insana yüce Allah’ın heybeti karşısında saygı ve çekingenlik duygusu aşılar. Cümlenin olumsuz soru biçimindeki yapısı bu duygulara derinlik kazandırır. Bu sorulu cümle, bu işin olamayacağını, olmasını düşünmenin bile mümkün olmayacağını bildirir. "Allah’ın izni olmadıkça O`nun katında şefaatçı olmaya kalkışacak kim olabilir acaba?"
Şefaat
Şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük biri adına ricâ ve yakarma ile ona yardım etmesidir. Bu, bir isteği ortaya koyarken, aracılık ettiği kişi ile berâber olduğu anlamına gelir. Zarar getirmeyeceğinden emin olunan, şefaat olunan kimseyle şefaati istenenden daha çok ilişkisi bulunan kimseler bu aracılığı yapabilir.
Allah’ın mahukatından herhangi biri ile Allah’dan daha çok birlikte olmaya, -hâşa- O’na bilgiçlik satmaya, önünü ardını hesap etmeden ilâhi huzurda kendine bir mertebe verip şefaate kalkışmak, şefaat eden ve gerek şefaat olunan için, imkansız bir şeydir. İsterse melek ve peygamber olsun, kimse Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan şefaate cesâret edemez. Ancak Allah dilerse, özel veya genel şefaate ilâhi irâde çıkar da kendilerine bildirilise şefaat eder.
Şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil, Allah’ın dilediklerine şefaat imkânı bulabilir. Kendisine izin verilecek her şefaatçi de, Allah katındaki derecesi kadar şefaat edecektir. Allah, kendisine itaat etmeyenlere şefaat hususunda müsaade etmez.
En genel şefaat sâhibi, Resûlûllah’dır . Şefaat-i uzmâ (en büyük şefaat makâmı) sâhibidir. Peygamberler kıyâmet gününde şefaat için Resûlûllah’ı tâyin edecek, insanlar Efendimiz’e baş vuracaktır. O da; Ben şefaat için tâyin edildim, buyuracak. Bu, Allah’ın (cc) kıyâmet gününde ona vaad ettiği Makâm-ı Mahmud’dur.
O gün, bütün melekler, Hz. Âdem’den başlayarak bütün insanlar, şefaat kapısının açılmasında ve Allah yanındaki makâmını izhar etmekte Resûlûllah’a muhtaç durumda bulunacaklar. İlâhi kudret karşısında herkes âdetâ dilsizleşecek, konuşamayacaklar.
Bunun üzerine Resûlûllah gelecek, secdeye kapanacak, daha önce bilmediği, ancak o vakitte Allah’ın, kendisine ilham edeceği hamdlerle O’na hamdedecek. Sonra Rabbinden, insanlara şefaat kapısını açması için ricâda bulunacak. Allah (cc) bu kapıyı açacak, şefaat konusunda, meleklere, resullere, enbiyâya ve müminlere izin verecek.
Böylece Resûlûllah , meleklerin ve resullerin şefaat edebilmeleri için Allah (cc) yanında aracı olacağından, kıyâmet gününde insanların seyyidi olacak. Efendimiz bunu ‘Ben kıyamet gününde insanların seyyidiyim’ diyerek bildirmiştir. O günde bütün mahlûkata üstünlüğü zâhir olmasına rağmen ‘Ben mahlûkatın efendisiyim’ dememiştir. Çünkü kıamet günü en büyük faydası bu şefaat hakkı ile insanlara olacaktır. O bütün peygamberlerin makâmlarını kendisinde cem etmiştir.
Bana Rabbimin yanından birisi geldi, ümmetimin yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında beni muhayyer kıldı, ben de şefaati tercih ettim. Hadis-i Şerif
Yani, kendilerinden önce dünya ile ilgili işleri bildiği gibi, kendilerinden sonra olacak ahiret işlerini de bilir.
Veya ‘Önlerinde olan- مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ’ ahirettir, çünkü oraya gideceklerdir. ‘Arkalarında olan- وَمَا خَلْفَهُمْ’ dünyadır, ölünce onu arkalarında bırakacaklardır.
Diğer manalar:
♦ ‘Önlerinde olan’ gökten yere kadar var olanlar,‘Arkalarında olan’ göklerde olanlardır.
♦ ‘Önlerinde olan’ ecellerinin bitmesinden sonra olanlar,‘Arkalarında olan’ yaratılmadan önceki hallerdir.
♦ 'Önlerinde olanlar' yaratılmadan önceki halleri,'Arkalarında olan' ölümünden sonraki halleridir.
♦ 'Önlerinde olan' zahir olandır.
♦ 'Arkalarında olan' gizli olanlardır.
♦ ‘Önlerinde ve arkalarında olanlar’ hayır ve şer olarak yapıp takdim ettikleri ve bundan sonra yapacakları, gelecekteki olaylar, yaptıkları hatalar, düşündükleri planları, arkada bıraktıkları sürçmeleridir.
مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ; makamlar, وَمَا خَلْفَهُمْ hallerdir. İcadlarından önce istidatlarının kimyasını da bilir. Bunun iktizası olan; amelin inşasından sonrasını da bilir.
ikadnıralakra ev ikednirelnÖ‘-مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ ُ’ tabirlerindeki zamirler, مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ sözündeki مَا’lara racidir. Ancak zamirler akıl sahibi varlıklar için kullanılan; هِمْ ve هُمْ olarak getirildi; çünkü göklerde ve yerlerde akıllı kimseler de vardır. Diğer varlıklara onları üstün saymak kabilinden tağlibdir.
Veya bu zamirler, ‘O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir?’ cümlesindeki مَن ذاَ ifâdesinin delâlet ettiği melekler ve peygamberlere racidir. Allah (cc), bütün mâlûmâtı, bilinmesi mümkün olan her şeyi bilir. O’na hiçbir şey saklı kalmaz. Halbuki şefaat eden kimseler, kendilerinin, bu yüce mertebeye müstehak oldukları taatlarının bulunduğunu; yine O’nun şefaat hususunda kendilerine izin verip vermeyeceğini ve kendilerinin bu hususta bir kızgınlığa ve bir men’e dûçar olup olmayacaklarını bilemezler. Bu da, hiç kimsenin Allah’ın izni olmadan şefaat etmeye cesâret edemeyeceğine delâlet eder. Allah'ın ilmi bütün kemal sıfatlarının aslıdır.
İsimlerinin mazharı olan malumatı kimse bilmezken, hangi şeyle zatını ihataya tama edilebilir? Heyhat! Zatı yok eden güneşte fehim yarasasının gözünü açması ne kadar uzak!
Burada مِنْ عِلْمِهٖ deki zamir, Allah'a raci olunca, masdar failine muzaftır. Allah'ı kimse ilmiyle ihata edemez, demektir.
Zamir bilinen, gelmiş geçmiş tüm mahlukata raci ise, maluma aittir, masdar mefulüne muzaftır. Bunun öncesinde zikredilen, 'Önlerinde-arkalarında olan' Allah'ın bildiklerinden hiçbir şey ihata edemezler, demektir.
Allah’dan (cc) başkaları, herşeyi bilemezler. Allah'ın izin vermediği hiçbir ilim, insan tarafından keşfedilemez. İnsanoğlu, fezâda yüzen bir zerre nisbetindeki yeryüzü âleminin nice esrarından habersizdir. Buna rağmen izn-i ilâhi ile kavrayabildiği bir takım bilgilere meftun olup, aldanır.
Kürsi, üzerinde oturulan, ahşaptan üst üste konularak yapılan şeydir. Parçaların üst üste gelip birbirine bindiği şeye “kürsî” denir. Bu kürsiden bir yere konulan, oturmak ve ikamet etmek için kullanılan kürsi anlaşılmamalıdır. Burada geçen kürsi kelimesi, Allahu Teala’nın büyüklüğünü tasvir etmek içindir, istiare-i temsiliyedir. Yoksa hakikatte ne kürsi ne de üzerine oturan yoktur.
Allahu Teala zatını ve sıfatlarını anlatırken halka, meliklerini görmeye alışık oldukları bir tasvirle hitap etti. Kabe’ye ‘Beytim’ dediği gibi. İnsanlar meliklerinin makamlarını ziyaret ettikleri gibi, Kabe’yi ziyaret ederler. Yine Hacer’ül Esved’in ‘Allah’ın yedi’ makamında olması da böyledir. İnsanlar meliklerinin elini öptükleri gibi Hacer’ül Esved’i öperler. Allahu Teala mekandan münezzehtir. Kürsi kelimesi Allah’ın varlığını ve birliğini pekiştirir.
Kur’an-ı Kerim’in tasvir üslubuna uygun olarak, soyut anlatımın hakim olduğu bir yerde somut bir ifade getirilmiştir. Çünkü somut tablo, kalbe sunulmak istenen gerçeğe güç, derinlik ve değişmezlik kazandırır. Kürsi (koltuk, taht) hükümdarlık, egemenlik anlamında kullanılır.
Kürsi Arş’ın önündedir. Yedi kat göğü kaplamıştır. Dünya seması yeryüzünü sarmış, yumurta kabuğunun beyazını ve sarısını sarması gibi yeryüzünü sarıp çevrelemiştir. İkinci kat sema dünya semasını sarmıştır. Arş’a kadar bu şekilde devam eder. Bir üst sema bir alttakini bütün boyutlarıyla ihata etmiştir. Arş da bunların tamamını ihata eder.
Yedi kat gök ve yedi kat yer, kürsüye nisbetle çöle atılmış bir halka gibidir. Arş’ın da Kürsi üzerine olan üstünlüğü o çölün o halkaya olan üstünlüğü kadardır. Hadis-i Şerif
Bu hadis-i şerif, Kürsî'nin, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” olduğunu bildiriyor. Yani kürsi, bütün semaları, arzı, bütün cismanî âlemleri, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almaktadır.
Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi değildir. Arş madde ötesidir ve mahiyeti meçhuldür. Bediüzzaman “Kalb de bir arştır” der. Kalp ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî değilse, Arşın Kürsiyi içine alması da maddî değil; “onu idare etme, tasarrufta bulunma” manasındadır.
Kürsi’yi dört melek taşır. Her bir meleğin dört yüzü vardır, ayakları yedi kat yerin en altındaki kayanın üzerindedir. Bu da beş yüz yıllık mesafe uzaklıktadır.
Meleklerin biri Hz. Âdem’in suretindedir. Bu melek Âdemoğulları için bir senelik yağmur ve rızık ister.
Bir diğeri öküz suretindedir. Hayvanlar ve sığırlar için bir senelik rızık ister. İsrailoğulları buzağıya taptıklarından bu yana bu meleğin suretinde bir noksanlık bulunmaktadır.
Meleklerin biri de, aslan suretindedir. Vahşi ve yırtıcı hayvanların bir senelik rızkını talep eder.
Meleklerin dördüncüsü de kuşların efendisi olan kartal suretindedir. O da kuşlar için bir yıllık rızık talep eder.
1- Kürsi'den maksat mülkünün evsafıdır. Bu durumda şu anlamlara gelir:
♦ Kürsî’den maksat Arş’tır. Arş ile Kürsî aynı şeydir. (Hasan-ı Basrî)
♦ Kürsî Arş’tan ayrıdır. Arşın altındaki örtü veya Arşın altında bir kürsüdür. Arş Kürsî’den daha büyüktür. Hadisler bunu gösterir. (İbn-i Kesir)
♦ Kürsi; sabit yıldızların bulunduğu yedinci feleği kuşatan sekizinci felektir. İncidendir, uzunluğu yedi bin senelik yol mesafesindedir.
♦ Kürsi yerin altındadır. (İmam Süddî)
2- Kürsi; Allahu Teala'nın bir sıfatıdır. Muhtemel anlamları;
♦ Kürsi Allah'ın idaresi, kudreti ve mülküdür. Kürsi O'nun hü-kümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Kürsi Türkçe’de koltuk olarak tercüme edilir. Koltuk otoriteyi temsil eder. Araplar herşeyin aslını, kürsî diye isimlendirirler. Bazen hükümdarın bizzat kendisine “kürsî” adı verilir. Oturduğu yerin adıyla adlandırılmış olur. Devlet başkanlığı kolt uğuna oturmak, ülke yönetimini ele almak demektir. Ancak ins anların koltuğu, otoritesi hiçbir zaman yönettiği ülkeden büyük değildir, koltuk atılabilir. Allah’ın kürsisi ise kainatı kuşatmıştır. Yaratılmışlar ona hiçbir zarar veremez. Hakimiyetine mani olamazlar.
♦ Kürsi, Allah’ın ilmidir. (İbn Abbas)
Bir şeyin sıfatı, mecazi olarak, o şeyin bulunduğu yerin ismiyle adlandırılır. İlim de, âlimin dayandığı şey olduğu için kürsi olarak adlandırılır. Âlimlere de “Yeryüzünü ayakta tutan sütunlar” denilir, Çünkü Kürsî kendisine dayanılan şeydir. Alimler de kendilerine dayanılan كَرَاسى Kürsiler'dir.
Allah’ın Kürsî’si, gökleri ve yeri kaplayınca, O’nun egemenliği, ilmi de gökleri ve yeryüzünü kaplamış demektir. Kürsi'si böyle büyük olursa, kendisinin büyüklüğünü düşünün, manasındadır. Somut ifade ile zihinde daha sağlam ve yerinden oynatılmaz bir tablo çizilir. Kur’an anlamları somutlaştıracak tablolar çizer, böylece insan zihni daha derin, kalıcı biçimde etkilenir.
Ariflere göre,
♦ Kürsi; fiilî sıfatların sırlarının tecellisidir.
♦ Melekût alemi, ceberut celalini ariflerin ruhlarının tavaf etti-ği yerdir. Onları muhafaza etmek Kürsi'ye zor gelmez. Çünkü onlar Kürsi'siz mevcud değillerdir.
♦ Veya arifin kalbidir. İlahi ilimlerin ve kurb-u ilahinin madeni olan, nihayetsiz ve haddi bulunmayan semavat ve arz o kalbi kuşatmıştır.
وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَا Onları korumak Allah’a ağır gelmez.
يَؤُ۫ودُ fiilinin masdarı ا و د’dir. Ağırlıktan doğan yorgunluk, eğrilik ve dinlemek demektir.
Bir zerreyi yaratmakla bütün kainatı yaratmak Allahu Teala katında birdir. Az bir şeyi yaratmak ona kolaylık olmadığı gibi çok şeyi yaratmak da ona zorluk vermez.
Burada sadece ‘Yerler ve gökler’e ait zamirin zikredilip içinde olanların zikredilmemesi, mahalli söyleyip hali murat etmek kabilindendir. Göklerin ve yerin korunması içindekilerin de korunması demektir.
Yine ‘Yerler ve gökler’in zikredilip, Kürsi'nin zikredilmemesi, yer ve göğün mahsusattan olmasındandır.
Eğer bu fiil, insana raci olursa, insani ruha semavat ve arzın esrarı ağır gelmez, demektir. Hz. Adem'e bütün isimler bu nedenle öğretilmiştir. İnsan en mükemmel varlıktır, Arş'a, Kürsi'ye varıncaya kadar mahlukatın izharı ona ağır gelmez. İnsan kalbî ve sırrî mertebe bakımından mahlukatın en yüce mertebesidir. Kudretin kemalini, hikmetini izhar istidadı taşır. Bu yüzden de senaya ve medhe en layık olandır.
Her yerde Allah’ın hakimiyetini görmek ne saadet... Çiçekler O’nun izniyle açar, böcekler O’nun emriyle dolaşır, kuşlar O’nun verdiği kanatlarla uçar. İnsan böyle bir mekanda All ah’ın verdiği ayaklarla yürür, O’nun verdiği gözlerle görür. İşte böyle bir inancı taşıyan insan, Allah’a asla karşı gelemez.
Yeryüzü ve Gökyüzünün Korunması
Allahu Teala dünyayı etrafındaki atmosferle, bu atmosferi de yine dünyaya koyduğu dengelerle muhafaza eder.
Dünya Güneşe ne kadar yakın olursa, moleküllerin ısınıp atmosferden uzaklaşması o kadar fazla olur. Dünya güneşten uzak olursa, bu defa moleküller yer çekimine uğrayarak emilecektir. Bu yüzden, Dünya’nın Güneşten aldığı ısı, atmosferde dengelenmelidir. Bu da, Dünya’nın kendi ekseni etrafında belli bir hız ve yörüngede dönüşüyle sağlanabilir. Dünya yavaş dönseydi Güneşe arkası dönük yüzde ani soğumalar olur ve atmosfer o bölgede arz tarafından emilirdi. Daha hızlı dönseydi, dengeli bir ısınma sağlanamazdı. Bunun için dönüş sürati belli bir hızda gerçekleştirilmektedir. Fakat dengeli ısınma için bu da kafi değildir. Dünya ekseninin eğikliği, bu dengede en önemli faktördür. Bu da, mevsimlerin teşekkülüne ve Dünya’nın dengeli bir şekilde ısınmasına vesile olmaktadır. Aksi takdirde ekvator bölgesi çok ısınacak ve kutuplar devamlı soğuyarak, Dünya’nın kutup bölgesinden atmosferi emmesine yol açacaktı.
Dünya’nın kazandığı ısıyı muhafaza etmesi gerekmektedir. Atmosferdeki Karbondioksit yorgan gibi ısıyı muhafaza ederek bu görevi yerine getirir. Tıpkı bir seranın camı gibi, havadaki Güneş ışınlarını içeri alır, fakat içerinin ısısını geri vermez. Bu örtü olmasa idi Dünya’nın ortalama sıcaklığı -18°C olacaktı. Bu örtü sayesinde ısı orlalama +15°C’de muhafaza edilmektedir.
الْعَلِيُّ ulu ve yüce, kadrü kıymet ve mertebesi büyük, kudret, saltanat, kahru galebe, iktidar, nüfuz, celal ve kibriya sahibi demektir.
O; kainatın kaydedemediği şanı yüceler yücesidir. Bu yücelik mekan büyüklüğü manasında değildir. Allahu Teala mekandan ve herhangi bir mekana yerleşmekten münezzehtir.
الْعَظٖيمُ ‘Büyük ve azim’ ismi de böyledir. Azamet sahibi demektir. Azametinin sonu yoktur. Zatının künhü tasavvur edilemez. Allahu Teala’nın büyüklüğü, heybeti ve kahrı itibarı iledir, miktar ve hacim bakımından değildir.
Allahu Teala, celalinde âli, saltanatında azim'dir.
O, benzeri olmaktan, benzemekten, ortaklardan, misallerden, zıtlardan âli, yücedir. O'na izafetle her şey fakirdir. O uluhiyette tektir, Hayy, vâcibu'l vücûd, bir mahalle hulul etmekten münezzeh, tağyir ve füturdan beridir, kendisiyle varlıklar arasında münasebet yoktur. Nefislere, ruhlara arız olan şeyler O'nun celal sahasına arız olmaz. Mülk ve melekûtun sahibidir. Usul ve füruunun benzersiz yaratıcısıdır. Varlıkların gizlisi, aşikarı, küllü, cüzü buyruğu altındadır. Mülkü, kudreti geniştir. Herşeye malik ve kadirdir, hiçbir şey O'na güç ve ağır değildir.
Bu isme, bir sonraki ayetle ilgili anlam verirsek şöyle olur: O Aliyy'dir, kimseyi dine sokmaya zorlamaz.
Allahu Teala 'Aliyy'dir, mahlukatının fevkınde râfi, eşya ve endaddan müteal, kudretiyle halka galiptir.
el-Aliyy ismi ile Âlî ismi arasında iki ince fark vardır:
♦ Âlî; ulvilik mahallinde mevcut olandır. Aliyy ise ulviliğe müs-tehak olandır. Bu bakımdan Allahu Teala hem Âlî, hem Aliyy'dir.
♦ Âlî; ortağı olması tasavvur edilebilendir. Aliyy olanın ise ortağı olması düşünülemez. Bu bakımdan ise Cenâb-ı Hakk 'Aliyy' ile vasıflanır ancak 'Âlî' ile vasıflanmaz.
'Azîm' 'Muazzim' manasındadır. Öyle azamet sahibidir ki; herşey onun dünûnda, hiç bir şey O'ndan azim olamaz.
Kullarda ‘Azîm’ isminin tecellisi:
Kullardan azim olanlar, Peygamberler, evliya ve alimlerdir. Aklı başında bir insan bu zatların sıfatlarından birşey öğrendiği zaman içi onların heybetiyle dolar. Kalbi onlara meyleder, zamanla onları tanıdıkça kendilerine karşı şevk ve heybeti artar.
Hatta kalbinde onlardan başka boş yer kalmaz. Bundan dolayı Efendimiz ümmeti hakkında azimdir. Hatta O; her zaman, her çağda ve bütün peygamberlere nazaran Azim’dir.
Üstad da talebesi hakkında azimdir. Çünkü talebenin aklı, şeyhinin veya üstadının künhünü tam olarak kavrayamaz.
Ayete’l Kürsi’nin fazileti
Bu âyet, ilâhi saltanat ve hükümdarlığı son derece açık ve özel bir şekilde anlatmıştır. Allah’ın zâtını, sıfatını târif etmiş, ulûhiyetini, vahdaniyetini; göklerin, yeryüzünün, çevrelerinin yaratılması, ayakta durması, düzeni, miktarı ve genişliği, hayat, ilim, hâkimiyet gibi maddi ve mânevi kuvvetlerinin açık şâhitliği ile isbat ettiği için bütün âyetler arasında en yüksek şeref ve kıymete sâhiptir.
Âyete’l-Kürsî indiğinde, dünyadaki bütün putlar ve krallar yere düşmüş, başlarından taçları yuvarlanmıştır. Şeytanlar birbirleriyle çarpışarak kaçıp, İblisin yanında toplanmışlar ve ona bu karışıklığı haber vermişlerdir. O da, bunun sırrını öğrenmelerini kendilerine emredince, hemen Medine’ye varıp Âyete’l-Kürsî’nin indiğini öğrenmişlerdir.
Her şeyin bir zirvesi vardır. Kuran’ın zirvesi de Bakara suresidir. Bakara suresinde âyetlerin efendisi olan bir ayet bulunmaktadır ki o da Âyete’l Kürsidir. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi bütün farz namazlardan sonra okursa, muhakkak şeytanlar o evi terk ederler ve otuz gün müddetle o eve giremezler. Büyücü erkek ve kadınlar da kırk gün müddetle o eve giremezler. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi bütün farz namazlardan sonra okursa, diğer namaza kadar muhafaza olunur. Onun muhafazası gibi ne bir Nebi, ne bir sıddık, ne bir şehid muhafaza edemez. Hadis-i Şerif
Kim Âyete’l Kürsi’yi her farz namazdan sonra okursa, kalbi şâkirinden, dili zâkirinden, sevabı mûnisinden (ünsiyet-i ilahi sahibi), ameli de sıddîkinden yazılır.
Allah (cc), İmran oğlu Mûsâ’ya şöyle vahyetti: ‘Her kim, her farz namazın sonunda bu sûreyi okursa, onun için şükredenlerin kalbini, zikredenlerin dilini, Peygamberlerin sevâbını ve sıddıkların amellerini halk ederim. Buna ancak bir Peygamber ya da bir sıddık, ya da kalbi iman için denenen bir kul, ya da Allah yolunda öldürülmesi dilenen kişi devam eder.’ Hadis-i Şerif
Kim her namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celâl ve ikram sahibi olan Allah olur. O; şehit düşünceye kadar peygamberlerle birl ikte omuz omuza savaşan kimse gibidir. Hadis-i Şerif
Bir mümin, beş vakit namazın arkasından Âyete’l- Kürsiyi okursa, Allah (cc) harp meydanında şehit olan nebilerinin canını aldığı gibi, bu müminin canını da kendi yed-i kudretiyle alacaktır. Hadis-i Şerif
Farz olan her bir namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okuyan kimsenin cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür. Bu ayeti okumaya devam eden kimse, muhakkak sıddıklar ve abidler zümresine dahil olur. Hadis-i Şerif
Kim, Mümin suresinin üçüncü âyetine kadar ve Âyete’l Kürsi’yi sabahla dığında okursa o kimse, o ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, bu ikisini akşamleyin okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar onlar sayes inde korunmuş olur. Hadis-i Şerif
Muhakkak ki Kur’an-ı Kerim ayetlerinin en büyüğü, Âyete’l Kürsi’dir. Kim Âyete’l Kürsi’yi okursa, Allahu Teala ona bir melek gönderir, ertesi günün o saatine kadar onun sevaplarını yazar ve günahlarını siler. Hadis-i Şerif
Muhakkak Âyete’l Kürsi'nin lisanı vardır. Bir mümin Âyete’l- Kürsi'yi okuduğunda, Arş-ı Âlânın altında secdeye kapanır. Allah’dan (cc), kendisini okuyanın affolunmasını ister. Hadis-i Şerif
Übey b. Kâ’b diyor ki:
“Resulullah bana şöyle dedi: “Ey Ebu'l Münzir, senin yanında bu lunan Allah’ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Resulullah tekrar “Ey Ebu'l Münzir, senin yanında bulunan, Allah'ın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben de dedim ki: “Âyete'l Kürsi'dir.” Bunun üzerine Res ulullah göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Ey Ebu'l Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun.”
Hz. Ali şöyle demiştir: “Ben Peygamberimizi minberin tahtaları üzerinde şöyle buyururken dinledim: “Her bir namazın akabinde Ayete’l Kürsi’yi okuyanın cennete girmesini engelleyen tek şey ölümdür. Yatağına yattığı vakit kim bu sureyi okursa Allah kendisine, komş usuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere emniyet ve güven bahşeder. Ya Ali! Âyete’l Kürsi’yi evladına, ailene ve komşularına öğret. Zira ondan daha büyük ayet inmedi.”
Ayete'l Kürsi'de olanı bir kimse bilse onu hiç bir halde terk etmezdi.
Ayete'l Kürsi bana arş altındaki hazinelerden verildi. Benden önce kimseye verilmemiştir. Hadis-i Şerif
Kim evini hayırla doldurmak istiyorsa Ayete'l Kürsi okusun. Kim abdest aldıktan sonra onu okursa Allah (cc) onu kırk derece yükseltir ve her harfinden bir melek yaratır. Bu melekler okuyan kişinin bağışlanması için kıyamete kadar dua ederler. Hadis-i Şerif
Yatağına geldiğin vakit Âyete’l- Kürsiyi oku, muhakkak ki Allah (cc) sana bir melek müekkel kılar, sabaha kadar seni şeytanın şerrinden muhâfaza eder. Hadis-i Şerif
Kim uyuyacağı zaman Âyete'l Kürsi'yi okursa Allah (cc) ona sabaha kadar rahmet kapılarını açar ve ona bedenindeki tüy sayısı kadar nurdan şehirler verir. Eğer o gece ölürse şehit olur. Hadis-i Şerif
Kim evinden çıkarken, yâhut düşmanlarından korktuğunda veyâhut yırtıcı hayvanlardan korktuğunda Âyete'l Kürsi okursa Allah (cc) ona yetmiş bin melek tayin eder. Bu melekler onu önünden, arkasından, sağından, solundan korurlar. Eve dönmeden ölürse Allah (cc) ona yetmiş şehit sevabı verir. Hadis-i Şerif
Kim evinden çıkarken Âyete'l Kürsi okursa Allah (cc) ona yetmiş bin melek gönderir. Bu melekler onun için istiğfar ve dua ederler. Eve dönüp içeri girdiğinde Ayete'l Kürsi okursa Allah (cc) onu fakirlikten kurtarır.
Eğer bir kimse, Âyete’l- Kürsiyi sabah ve akşam okumaya devam ederse, kıyâmet günü melekler:
– Yâ Rabbi, bu kulun ölmedi, biz bunu dünyada görmedik, diyeceklerdir.
Her kim, Âyete’l-Kürsî ve Bakara’nın sonunu sıkıntılı anda okursa, Allah (cc) ona yardım eder. Hadis-i Şerif
Kim Âyete'l Kürsi'yi okursa Allah (cc) ona ölüm sıkıntısını kolaylaştırır. Hadis-i Şerif
Bir kimse sabahleyin yatağından kalktığında, Âyete’l Kürsiyi birer defâ okursa, her okuyuşunda önüne, arkasına, sağına, soluna, altına, üstüne, içine, sekizinci ile de kendini halka içine alırsa, o gün ona hiçbir kimse zarar veremez. Evinin önünde kıyâmet kopsa haberi olmaz.
Resûlûllah , Hz. Fâtımâ’nın doğumu yaklaşınca, Âyete’lKürsî, Â’raf 54 ve Muâvezeteyni (Felak-Nas Surelerini) okumasını tavsiye etti.
Âyete’l Kürsi'de yedi kale kuvveti vardır. (Hadis-i Şerif ) Hulûsi kalple bir tâne Âyete’l- Kürsi okunursa, iç içe yedi tâne kale içine girmiş kadar mânevi kuvvet kazanılmış olur. Daha fazla okuyanın durumunu buna göre kıyas etmelidir.
Şerri giderip, matluba vâsıl olmaktan âciz kalırsanız, Âyete’l Kürsi'yi okumaya devam ediniz.
Âyete’l Kürsi namazdan evvel okunursa, huzurla kılınır. Şeytan vesvese veremez ve yaklaşamaz.
Bir kimse Âyete’l- Kürsi'yi harflerinin adedi kadar (170 defâ), ya da Mürsellerin adedi kadar (313 defâ) okursa, o kişiye göklerde ve yerde olan mahlûkâtın cümlesi itaat edip, herşeyden muhâfaza ederler. Düşmanları, ne eli ve ne de dilleri ile ona hiçbir zarar ve ziyan veremezler.
Kalp ağrısında, nefes tutulmasında, ciğer ve karın ağrılarında Âyete’l Kürsi'yi temiz bir tabağa üç defâ yazar, temiz su ile yazıyı imha eder de içeceği vakit (hangi dert için içiyorsa): ‘...ağrısından emin olmam için şifâ niyeti ile içiyorum’ derse, Allah onu şifâya kavuşturur.
Hacamat sırasında Âyete’l Kürsi okumak, iki hacamat yerine kâimdir. Hadis-i Şerif
Üç yüz bin Âyete’l Kürsi okuyan, ebedî hasta olmaz.
Yedi kere safran ile sağ ele yazılması, hâfızayı kuvvetlendirip, unutmayı ortadan kaldırır. Hadis-i Şerif
Aklın ve fehmin ziyâdeleşmesi için Âyete’l Kürsi suya 50 defâ okunarak içilirse, Allah (cc) aklı ve fehmi ziyâdeleştirir.
Her kim, Âyete’l Kürsi'yi gece ve gündüz içerisinde bin defâ okur ve buna kırk gün devam ederse (ara vermeden), Allah’a yemin ederim, Kur’an'a yemin ederim, kerim olan Resûlüne yemin ederim ki; o kimsenin rûhâniyeti inkişaf edip kalp gözü açılır, melekler o kimseyi ziyâret etmeye gelirler, o kimsenin her murâdı hâsıl olur.
Bir kimse, Âyete’l Kürsi'yi yazıp üzerinde taşırsa, Allah’ın izni ile her türlü âfat ve musibetlerden emin olur. Gece gezen şeytan ve cinnilerin şerrinden muhâfaza olunur.
Bir kimse, her gün Âyete’l- Kürsiyi 100 defâ okursa, kendisinde rûhâni haller zuhur eder.
Âyete’l- Kürsi, imanın bekçisidir. (H. Nurbâki)
Âyete’l Kürsi’de Allahu Teala’nın ismi on yedi kez zikredilmiştir.
1- Allah اَللّٰهُ
2- O هُوَ
5- ‘لَا تَأْخُذُهُ fiilindeki’ O'nu tutmaz ‘هُ O’ zamiri
6- ‘لَهُ O’nundur’ kelimesindeki ‘هُ O’ zamiri
7- ‘عِنْدَهُ Onun katında’ kelimesindeki ‘ه O’ zamiri
8- ‘بِاِذْنِهٖ O’nun izni ile’ kelimesindeki ‘هِ O’ zamiri
9- ‘يَعْلَمُ Bilir’ fiilinin altındaki müstetir ‘هُوَ O’ zamiri
10- ‘عِلْمِهِ O’nun ilmi’ izafetindeki ‘هِ O’ zamiri
11- ‘شَاءَ Diledi’ fiilinin altındaki müstetir ‘هُوَ O’ zamiri
12- ‘كُرْسِيُّهُ O’nun Kürsisi’ izafetindeki ‘هُ O’ zamiri
13- ‘وَلَا يَؤُ۫دُهُ O’na ağırlık vermez’ fiilindeki ‘هُ O’ zamiri
14- ‘حِفْظُهُمَا İkisini muhafaza etmek’ izafetindeki masdarın faili olan mahzuf ‘هُوَ O’ zamiri
15- ‘وَهُوَ Ve O’
16- الْعَلِيُّ el Aliyy
17- الْعَظٖيمُ el Azîm
Sahabeden Übeyy b. Kab Hazretlerinin hurmalarını kuruttuğu bir harmanlığı vardı. Onları bekliyordu. Hurmaların giderek azaldığını fark etti. Bir gece hurmaların bekçiliğini yaparken genç görünümlü bir varlık gördü. Devamını şöyle anlatır:
O bana selam verdi, selamını aldım.
- Sen kimsin? İnsan mısın yoksa cin misin? 'Cinim' dedi.
- Elini bana uzat, dedim. Elini uzattı. Eli köpek ayağı gibiydi. Kılları köpek kılına benziyordu. Kendisine sordum:
- Bu yaptığın işe seni iten sebep nedir?
- Senin sadakayı seven bir kişi olduğun haberi bana ulaştı. Senin yiyeceklerinden bir nasip almak istedim.
- Bizi sizin zarar ve şerrinizden ne korur?
- Bakara Suresi’nde olan Ayete’l Kürsi. Kim bu ayeti akşam okursa, sabaha kadar, sabah okursa akşama kadar bizim zararımızdan korunmuş olur.
Übey b. Kab sabah olunca bu hadiseyi Efendimiz’e anlattı. Efendimiz,
- Habis olan şeytan doğru söylemiştir, dedi.
✽ ✽ ✽İmam-ı Gazali, İmam-ı Kuteybe'den, o da Beni Kaab'dan birinin yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:
Hurma satmak için Basra'da bir mahalleye gittim. Kiralık bir ev buldum. İçerisinde örümcekler yuva yapmıştı, bakımsız bir evdi. Ev sahibi beni uyararak 'Bu evde ifrit denilen kafir bir cin var. Her gireni helak eder, öldürür' dedi. 'Allah (cc) beni ondan muhafaza eder' dedim ve evi kiraladım.
Geceleyin bir baktım; simsiyah ateş gibi bir mahluk üzerime doğru geliyor. Ben de Ayet'el Kürsi'yi okumaya başladım. Ben okudukça, o da benimle birlikte kelime kelime okuyordu. Ben (Vela yeudühü hıfzuhüma vehüvel aliyyül azim) dedim, benimle birlikte okuyamadı. Bu kelimeleri tekrarlamaya devam ettim, fakat o benimle birlikte tekrarlayamadı, sonunda yok oldu. Ben de bir köşede uyudum.
Sabahleyin cinin olduğu yerde, yanmış parça ve küller gördüm. O vakit kulağıma gaibden bir ses şöyle dedi: 'Sen büyük bir kafir cini yaktın.' Ne ile yaktığımı sorduğumda (Vela yeudühu hıfzuhüma ve hüvel aliyyül azim) cümlesini tekrar tekrar okuyarak, dendi.
Ayet'el Kürsi'de Allahu Teala'nın hakikatini kulların takdirinden tenzih ve tazim vardır. Bu ayet, O'nun şanının azametine, sultanlığının azizliğine irşat eder.
Zatının kemalini zatı ile, sıfatının kemalini cemaliyle haber verip 'la ilahe illa hu' buyurmuştur. Onun zıddı, ortağı yoktur.
Sonra ezeli lahuti sıfatı beyan edip 'Hayy' buyurdu. Hayy ancak O’dur, hayat ancak O’nun hayatıdır. Diriliş ancak O’nun diriltmesiyledir. Hayat ancak O’nun hayatı ve ihyası iledir.
Sonra zatına yakın bir diğer zati sıfatı zikretti: 'Kayyum!' O; zatıyla kaimdir. Mahlukunu idare eder. Hiçbir şey kendi nefsi ile kaim değil, O’nun kaim kılmasıyla kaimdir.
'Hayyul kayyum' ism-i âzamdır. Zira 'Hayy' ismi bütün isimlere müştemildir. Zira hayat; kadir, alim, semi, basar, mütekellim, murid, baki olmayı gerektirir. 'Kayyum' ismi bütün mahlukatın kendisine muhtaç olmasını gerektirir.
Allah kuluna bu iki sıfatla tecelli eder. Kulda 'hayy' sıfatı galip olunca Allah’ın bütün isim ve sıfatları tecelli eder.
'Kayyum' sıfatı tecelli edince de; bütün mahlukat gözünde fâni olur. Bütün mahlukatın kıyamının, ancak Hakk'ın kayyumiyeti ile olduğunu müşahede eder. Varlıklarda görülen, ancak 'hayyul kayyum'dur. Kayyum; mahlukatın kıyamının sebebidir. İkilik gidip, vahdet kalır ve en büyük esma tecellisi budur. Şuhut zamanında vahdetin azâmetine şahit olup, insani beyan dili ile değil, ferdaniyetin lisanıyla Hakk'ı zikreder.
Bu isimler; kendisiyle dua edildiğinde icabet edilen isimlerdir. Ancak bu isimleri zikrederek dua eden gaybet halinde ise, bu isimler ismi azam olmaz. Azâmetin şuhudu halinde dua eden için, hangi isimle duâ ederse etsin; bütün isimler onun için ism-i âzam olur.
Allah (cc) kemal sıfatları bildirip, noksan sıfatlardan kendini tenzih ettikten sonra ‘O'nu uyku tutmaz’ buyurdu. Zira uyku ölümün kardeşidir. Mevt hayatın zıddıdır, O Hayyı hakikidir. Hayatın zıddı O’na muhalif olmaz. Bu ayet Allah (cc)’ın kemal sıfatları ile mevsuf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bildirir.
‘Göklerdekiler ve yerdekiler O'nundur’ Mülk ve melekûtta tektir. Halketme ve ibâdet edilmekte tektir. O’nun mülkünde, melikliğinde O’na muarız kimse yoktur.
Bunu pekiştirmek üzere "O'nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir?" buyurdu. Bu istisna Nebi'ye racidir. Ona şefaat makamı olan Makam-ı Mahmud vaad edilmiştir. Bu şefaat için ona izin verilmiş, vaad edilmiştir, o buna müsaiddir. Kelamın siyakı da buna delâlet eder. ‘Önlerinde ne var, arkalarında ne varsa bilir."
Yani Muhammed Allah mahlukatı yaratmadan önce, evliyanın durumunu biliyordu. Şöyle demiştir: ‘Allah (cc)’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.’
Aynı hadis başka bir rivayette 'ruhumdur, akıldır, kalemdir, cevherdir' diye geçmektedir.
‘Allah (cc) ruhları cesetlerden iki bin yıl evvel yaratmıştır.’ Benzeri hadisler çoktur.
‘Arkalarında olan’ da kıyâmet ahvalidir. Kulların o gündeki korkuları, Rabbin onlara gadabı, herkesin nebilerden şefaat taleb etmesi, halkın birbirine yardım edemeyip 'nefsi nefsi' demeleri, ızdırapla Nebi'ye dönmeleri, şefaatin sırf ona tahsisi; Nebi’nin bildiği şeylerdendir.
‘O'nun ilminden hiçbir şeyi kuşatamazlar’ Muhammed Allah'ın bildirmesi ile bütün olanları, bütün halleri, muamelelerinin seyrini ve kıssaları bilir. İnsanlar ahiret işlerini, cennet ve cehennemliklerin hallerinden hiçbir malumatı bilmezler.
‘Ancak dilediği müstesna’ Kendilerine haber verildiği kadarını bilirler. Ezeli ilme, sonradan olan hades ilim sebkat edemezler.
‘O'nun kürsisi gökleri ve yeri kaplamıştır.' Bu, cemalin gizli meknunatını, yine bir başka meknunat ile haber vermektir. Semavatı ve arzı ihata etmek kemalin seyridir. Bu ihatanın azameti, arza nispetle sahradaki yüzük gibidir.
Âyete’l-kürsî’de birçok edebî sanat vardır:
• Hüsnü’1-iftitâh (güzel başlangıç): Çünkü bu âyet Allah Teâlâ’nın en yüce ismiyle başladı.
• Kelâm müsteneftir. Selbi ve subûti ilâhi ahkâmı cem için sevk olunmuştur.
• İsim cümlesi sübut ve devam ifade eder. Faide-i haberdir.
• Allah’ın adı isim ve zamir olarak on yedi yerde geçer.
• ‘ااَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ’ de, beyan-ı tağyir sanatı (değiştirerek açıklama) vardır. Tahsis, istisnâ, şart, sıfat, gâye (altı yön) ve bedele beyan-ı tağyir denir. Cümle başında bulunan olumlu bir hükmü, ona bitişik diğer bir sözle tağyir ederek, mütekellim murâd-ı asliyesini izhar eder. Bunda, iki cümlenin bir arada olması gerekir.
• ' ااَللّٰهُ ' ve ' اِلٰهَ ' lafızları arasında, cinası muharref vardır, harfler aynı harekeler farklıdır.
• Kasır cümlesi olarak tekit bildirir. Mefhum-u istisnadır. Yani sadece Allah ilahtır, başka bir ilah söz konusu değildir.
• اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ 'Hayyû'l Kayyûm' kelimeleri, 'Allah' müsnedin ileyhinin müsnedleridir. Aralarında sıkı ilişki olduğu için, kemâl-i ittisal ile fasıl olmuştur. Yani atıf harfi ile bağlantı yapılmasına gerek kalmayacak kadar yakınlık vardır.
Bu iki vasfın birbiri ile ilgisini düşünürsek; diri olanın, ayakta olacağına işarettir. İdâre edenin ayık, uyanık olması gerekir. İdâreyi elden bırakmak, ölü bir hayattır.
Hayat için 14 sıfat gereklidir. Bu sıfatlar ne kadar kuvvetli ise, idâre o kadar kuvvetli olur. Hayat kuvveti, idâreyi sağlar. İdârenin fesat olmaması için, idârecinin emsâli arasında özel ve tek olması gerekir.
Bu iki kelimenin mahzuf mübtedânın haberi olması câizdir. Burada müsnedin ileyhin hazfı, tâzim ve muhatapça malum olduğu içindir.
• 'Kayyûm' kelimesi istiâredir. Müstearun leh, Allah'ın mahlukatın herşeyini idare etmesi, müstearun minh; bir valinin, yöneticinin idareci olduğu mevkide, başkanlık yaptığı insanların tüm işlerini düzenlemesidir. Camisi ise, karışıklığa meydan vermemek, haksızlık yapmamak, kimseyi ihmal etmemek, işleri geciktirmemek, gevşetmemektir.
Mefhum-u lakabıyla şunu bildirir: Ancak O (cc) gerçek anlamda diridir, diriliği o verir. Ondan başka kimse tek bir tüye dahi can veremez. Ve ancak O Kayyûm'dur. O'ndan başkası mahlukatın düzenini, geçimini idame ettiremez.
• Sıfatların tekrarı ile, tefri itnâbı vardır.
• Fasl sanatı vardır. Çünkü cümleler atıf harfiyle birbirine bağlanmamıştır.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ cümlesinde نَوْمٌ 'in tehiri fasılalara riayet içindir. Cümlede atıf harfi gelmemesi, tekit veya istinaf olmasındandır.
وَلَا نَوْمٌ ’deو atıf harfiyle yetinilmeyip لَا nın getirilmesi ziyâde tekit içindir. Eğer ‘لَا ’ hazf edilmiş olsa, uyku ve uyuklamanın ayrı ayrı nefyedildiği anlaşılırdı. Yani uyuklama yok ve uyku da yok, demek ikisini birden nefyetmez. Biri olmasa da belki diğeri olabilir, şeklinde vehmedilirdi. ‘لَا ’ eklenerek, her halü karda ikisinin de asla olmayacağı ifade edilmiş oldu. ‘ وَلَا نَوْمٌ ’, ikisini aynı anda nefiydir.
نَوْمٌ ve سِنَةٌ kelimelerinin nekre gelmesi; neviyet ve taklil içindir. Allah’ı uyku ve uyuklama çeşitlerinin hiçbir nev’i tutmaz. En ufak, bir saniyelik bir dalgınlık dahi tutmaz.
O'nu uyku tutmaz, dal bid delalesi ile Allahu Teala'nın her türlü aczden münezzeh olduğunu bildirir.
'O'nu uyku tutmaz' isnad-ı mecaziden masdara isnaddır. Aslında Allah asla uyumaz.
• ' لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ Yerde ve göktekiler O'nundur' cümlesinde, ‘Semâvât’ ile ‘ard’ arasında, iyhâm-ı tezat sanatı vardır. Yer ile gök birbirinin zıddı değildir, ancak biri çok alçak, diğeri de çok yüksek olduklarından tezata benzemiştir.
• مَنْ ذَا الَّذٖي يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ O'nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir, istifham-ı inkaridir. Lafzen soru edatı ise de, anlam bakımından nefiy (olumsuzluk) belirtir. Bunun içindir ki, bundan sonra ‘illâ’ sözcüğü gelmiştir. Yâni, Allah (cc) izin vermedikçe, O’nun katında hiçbir kimse şefaat edemez.
‘مَنْ ’ ism-i mevsulü, melekler, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlere racidir. Sıfatlı kinayedir.
• يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ cümlesi istinaf veya haber, ya da يَشْفَعُ 'nun zamirinden haldir. مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ 'Önlerinde-arkalarında' kelimelerinde tıbâk sanatı vardır.
• O'nun Kürsi'si, derken istiare-i tasrihiyedir. Azametin sıhhatini tasvir eder. Müstearun leh; azamet, kudret ve melik olmasıdır. Camisi; hakimiyet, idare, güç, iktidar, etkinlik, saygınlık, kıymet, yücelik, ulaşılmazlık, kemaldir. Hissi olan 'Kürsi' söylenerek, Yüce Rabbimizin uluhiyet, mülkiyet makamı kast edilmiştir, aklidir. Tecessüm sanatı var. Pây-i taht, saray, pâdişahı zihinlerde tasavvur ettirerek Rabbi tanıtır. يَعْلَمُ ile يَشْفَعُ arasında muvazene vardır.