260-İbrahim: ‘Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster?’ dediği vakit Allah (cc): ‘Yoksa inanmıyor musun?’ buyurdu. İbrahim: ‘Hayır inanıyorum da kalbimin yatışıp rahat bulması için soruyorum’ dedi. Allah (cc): ‘Öyle ise, dört kuş yakala, onları kendine alıştır, sonra kesip her dağın üzerine onların bir parçasını koy ve onları çağır, koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah (cc) güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir’ buyurdu.
Bu ayet de önceki iki ayet gibi diriliş delillerinden bir rahmet eseri. 'En büyük merhamet bir kimsenin kalbinden şüpheyi çıkarıp yakini koymak' olduğundan bu deliller safi rahmettir.
Ayet, Rabbü’l izzenin Haliliyle olan muhaveresini anlatarak, öldükten sonra dirilmenin keyfiyetini çok veciz bir şekilde beyan ediyor. Hz. İbrahim’e dört kuş alıp bunları kendine alıştırıp kesmesini, sonra parçalarını karıştırmasını ve her bir parçayı dağlara koymasını, sonra çağırmasını emir buyuruyor. ‘Ölüleri nasıl diriltirsin?’ sorusunu Rabbine soran Hz. İbrahim, bu görevi yerine getiriyor; kuşlar dirilip uçarak geliyorlar. Tabi Hz. İbrahim anlayacağını anlıyor.
Bu olaydan, bu güzel kıssadan bizim alacağımız çok dersler var. Fikir bahçemize serpilen bu kıssa, iman, irfan, fikir ve tefekkürümüz nisbetinde meyvelerini verir. Gayret bizden tevfik Allah’dan. Kur’an’ın bitimsiz meczi zülalinden fikir kovamızı doldurabilirsek, deryadan katre aparabilirsek ne mutlu bize.
Âyetten alacağımız dersleri şöyle sıralayabiliriz:
• Dört kuş al, önce kendine alıştır. Ünsiyet çok önemli; irtibat, muhabbet, ülfet hasıl oldu mu, kessen de gelirler. Tıpkı İbrahim’in kuşları gibi. Hz. İbrahim kuşları kendine alıştırmış olmasaydı, kuşlar dirilse de her biri bir tarafa uçacak, Hz. İbrahim bu dirilişi göremeyecekti.
• Kuşların çeşitli cinslerden oluşu. ‘Allah her çeşit hilkati bilir’ (Yasin, 79) ayetini teyid ediyor.
• 'Dört kuşu birbirine karıştırıp onlardan her bir parçayı dağlar üzerine koy' buyruğuyla, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar dağılmış, parçalanmış, birbirinden uzaklaştırılmış olsa da kıyamet günü insanların bütün parçalarını cem edip, haşr edeceğine delil veriliyor. Hz. Hamza Uhud’da şehit düştükten sonra, gözünü, kulağını, burnunu kesip müsle yapmışlardı ve öyle defnedilmişti. Yıllar sonra gelen bir sel, mübarek cesedi ortaya çıkarmıştı. Başka tarafa defneden kimseler, bütün azalarının tastamam olduğuna şahit olmuşlardı. Bu konuda başka bir misal vermek gerekirse; bir matbaaya ayrı ayrı dört kitap verilse, henüz kırım harmanı cildi yapılmamış olsa, o esnada bu dört ayrı kitap sayfaları birbirine karışsa, hele de sayfa numaraları da yoksa, biz bunları birbirinden asla ayırt edip dört kitap halinde sıralayamayız. Ama bu kitabın yazarında veya basım evinde kitaplar flaş bellekte kayıtlı ise çok kısa zamanda kitap sayfaları yerli yerinde dört ayrı kitap ortaya çıkar.
Bütün ilim, kudret elinde olan Hâlikımız da, bir parçası denizde, öbür parçası dağda olsa da, zerreleri küle dönüştürülmüş olsa da tüm ölüleri bir araya getirip diriltir.
İnsanın kuyruk sokumunda mercimek kadar acnuz'zeneb denen bir bölüm vardır ki bu bölüm insanın disketi mesabesindedir. Asla kaybolmayacağından her bir parçası bir yerde de olsa Allahu Teâlâ bir araya getirecek, yeniden diriltecektir.
Bugün google sayesinde internette istediği bilgiyi anında bulabilen insanın, kudret-i ilahiyi, Hallâk-ı âlemi çok daha iyi tanıması, imanını yakine ulaştırması gerekmez mi? Kurduğu sistemle koca bir şehrin elektrik, su ve doğalgazı ne kadar harcadığını, kimin ne kadar borcu olduğunu, kimin cezalı ödemesi gerektiğini bilip takip eden kimsenin seriu’l hisap olan Allah’ın ilim, kudret, halk gibi sıfatlarını daha iyi kavraması icap etmez mi?
Bugün dünya nakli delilleri gün gibi ortaya çıkaracak akli, ilmi delillerle dolu, mucizelerin çoğu fen olmuş, düşünen, düşünmeye karar veren her aklı selim Hz. İbrahim’in göklere nazar edip yıldızı, ayı, güneşi tefekkür edip Mevlasını bulduğu gibi, ilim, fen teknik bilgilerle bile Rabbisini bulur, tanır, inanır.
Bu ayet "Rabbi hakkında İbrahim ile çekişeni görmedin mi.." (Bakara, 258) âyetine atfedilmiştir.
Bu ayette önceki üslup takip edilmemiş, ‘O kimseyi görmedin mi?’ denmemiştir. Çünkü 257. ayette Hz. İbrahim’in adı zaten saraheten geçmişti. Bir de; Hz. İbrahim’in bu mucizenin aslında dahli yoktur. Üzeyr aleyhisselam’ın yüz sene sonra tekrar hayata döndürülmesi, Allah’ın sonsuz kudretinin misallerindendir. Bu üç ayetin de konusu, ahirete imanla alakalıdır.
‘اِذْ’ edatıyla ‘Hatırla’ emri verilirken, aslında hatırlanması istenen vakit değil, o vakitte olan olaylardır. Vakit hatırlatılması, hem o vaktin hem de o vakitte olan olayın değerini bildirir. Bir de, o vakit düşünülünce, vaktin içindeki hadiseler bütün tafsilatıyla zihinde canlanır. Olay hikaye edilirken, açıkça müşahede ediliyormuş gibi zihinde tam olarak yerini bulur.
‘رَبِّ - Rabbim’ merhamet dilenme ifadesidir. Duadan önce istimali, mübalağa ile icabet dilemek içindir. Duaya hemen karşılık verilmesi için acındırma ifade eder. Duadan önce söylenmesi meşrudur, icabete yaklaştırır.
· Hz. İbrahim denizin kıyısında bir leş görür. Deniz kabardığında leşi götürür ve onu denizdeki canlılar yer. Med olmadığında ise onu vahşi hayvanlar yer. Vahşi hayvanlar çekip gittiğinde de kuşlar gelerek, kalan kısmını yer ve uçar giderler. Bundan dolayı Hz. İbrahim, "Ya Rabbi, canlıların parçalarını, yırtıcı hayvanların, kuşların ve denizdeki canlıların karnından toplayarak tekrar nasıl bir araya getireceğini bana göster" dedi.
· Hz. İbrahim, "Benim Rabbim, hem diriltir, hem öldürür" (Ba-kara, 258) dediğinde Nemrûd da: "Ben de diriltir ve öldürürüm" diyerek, bir kişiyi salıverip, bir kişiyi de öldürdü. Hz. İbrahim, "Bu bir öldürme ve diriltme değildir" dedi; müteakiben de bu mesele hem Nemrûd, hem de O'na bağlı olanlar huzurunda ortaya çıksın, açıklık kazansın diye, "Rabbim nasıl dirilttiğini bana göster.." dedi.
Rivayete göre Nemrûd, "Rabbine söyle, diriltsin; aksi halde seni öldürürüm.." dedi. Hz. İbrahim de Allahu Teâlâ'dan bunu istedi.
لِيَطْمَئِنَّ قَلْبٖي sözünün manası da, "Öldürülmekten kurtarılmam için..." ya da " delilim ve burhanım kuvvetli olsun diye" şeklinde olur. "Şüphesiz benim bu delilden başka bir delile geçişim, o delilin zayıflığı sebebiyle değil, aksine dinleyen kimsenin cehaleti sebebiyledir."
· Hz. İbrahim bir gün Azrail'e (as) «Günahkâr insaın canını alır-ken büründüğün kılığı bana gösterebilir misin?» diye sorar.
Azrail (as) «Bunu görmeye dayanamazsın» diye cevap verir.
Hz. İbrahim, «Dayanırım, sen göster» diye ısrar edince Azrail (as) ona «başını çevir» der.
Bir müddet arkasını döndükten sonra tekrar yüzünü dönünce Hz. İbrahim, kapkara yüzlü, saçları diken diken, kötü kokulu, siyahlara bürünmüş, ağzından ve burun deliklerinden ateş ve duman çıkan bir adam ile karşılaşarak yere baygın düşer.
Ayılınca Azrail (as), ilk kılığına dönmüştür. Hz. İbrahim ona der ki. «Ey ölüm meleği, günahkâr insan ölüm anında senin bu kılığın ile yüzyüze gelmekten başka bir felâket ile karşılaşmasa da, bu ona yeterdi» der.
Hz İbrahim bu sefer «Bana mü'minlerin ruhlarını alırken büründüğün kılığın ile görünür müsün?» diye rica eder. Ölüm meleği «Peki. o zaman arkanı dön» der.
Hz. İbrahim de arkasını döner. Bir müddet sonra yüzünü dönünce insanların en güzellerinden, güzel yüzlü, hoş kokulu, beyaz bir elbise içinde bir genç ile karşılaşır. Gördükleri karşısında ölüm meleğine «Mü'min ölüm anında sadece senin yüzünle karşılaşsa, bu mükâfat ona yeterdi» der.
Melek gider. Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'e "Ben bir beşeri halîl edineceğim" diye vahyeder. Hz. İbrahim bunu gözünde büyüterek "Allah'ım, bunun alâmeti nedir?" der. Cenâb-ı Hak, "Bunun emaresi, o kimsenin duâ ederek, ölüleri diriltmesidir" buyurur.
Hz. İbrahim'in, peygamberliğin ifasında makamı yücelince, hatırına, "Belki de o dost ben olurum..." düşüncesi gelir. Allah'tan ölüleri diriltmesini ister. Allahu Teâlâ da, "İnanmadın mı yoksa?" deyince O, "inandım, fakat benim, senin dostun olduğuma kalbim tam bir itminan duysun diye" der.
• İbrahim (as) bunu, kavmi için istedi. Peygambere tâbi olanlar, onlardan bazen bâtıl, bazen de hak olan şeyler taleb etmişlerdir. Kavminin Hz. Musa'ya "Nasıl onların ilâhları var ise, sen de bize bir ilâh yap" (A'râf, 138) demeleri gibi.
İbrahim (as) da, bunu taleb etmişti. Maksadı da kavminin bunu müşahede edip, kalblerindeki inkârın yok olmasıdır.
• Peygamber, melek gelip, Allah'ın onu bir peygamber olarak gönderdiğini haber verdiğinde, o peygamber kendisine gelenin şeytan değil de kerîm bir melek olduğunu bilebilmesi için, bir mucizeye muhtaçtır. Melek; Allah'ın kendisini peygamber olarak göndereceğini haber verince, Hz. İbrahim "Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demiş, Allah da "inanmadın mı yoksa?" deyince, "inandım, fakat gelen zâtın kovulmuş şeytan değil, kerim bir melek olduğuna, kalbim tam bir itminan duysun diye (istiyorum)" demiştir.
• Âyette geçen الْمَوْتٰى - ölüler, mükâşefe ve tecelli nurlarına karşı perdelenmiş kalblerdir. "Diriltmek" ise, bu ilahi tecelli ve nurların zuhurudur. Hz. İbrahim'in اَرِنٖي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰى demesi, o tecelli ve mükâşefeleri istemektir. Cenâb-ı Hak ona, "Yoksa iman etmedin mi?" deyince de, "Evet, ona, gaybî bir imanla iman ettim. Ne var ki o tecellinin meydana gelmesi sebebiyle kalbim mutmain olsun diye, onun meydana gelmesini istiyorum..." dedi. (İstiare-i vefakiyedir)
• İbrahim (as) kendisine indirilen sahifelerden, Hz. İsa'nın duası ile ölüleri dirilteceğini öğrenince, O da bunu istedi. Bunun üzerine kendisine, "İnanmadın mı yoksa?" denilince O "Evet, inandım; fakat benim mertebemin senin yanında, torunum İsa'nın mertebesinden daha az olmadığına kalbim mutmain olsun diye.." dedi.
• Allah, Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini emretti. O da bu emre uydu. Sonra da, "Bana, canlıyı cansız kılmamı emrettin, ben de yaptım. Ben de senden, cansız olanı canlı kılmanı istiyorum" demiştir. Cenâb-ı Hak, "Yoksa inanmadın mı?" deyince de, "Elbette inandım; ne var ki beni dostun edindiğine kalbim mutmain olsun istedim.." demiştir.
• Hz. İbrahim (as) kalbine nazar ettiğinde, oğlunu sevmesinden dolayı kalbini adeta ölü olarak gördü de, Allah'tan utanarak, "Ya Rabbi, ölüleri nasıl diriltirsin?" dedi. Yani, "Gafletinden dolayı kalb öldüğü zaman, o kalbin, Allah'ın zikriyle ihyâsı, diriltilmesi nasıl olur?" demektir.
• Bütün canlılar kıyamet gününde "haşr"ı müşahede ederler. İb-rahim (as), "Sen bana bunu bu dünyada göster.." deyince, Cenâb-ı Hak, "Yoksa iman etmedin mi?" dedi. O da, "Evet, iman ettim, ne var ki bana bu dünyada böyle bir şerefi tahsis edip, verdiğine dair kalbim mutmain olsun istedim" diye cevap verdi. Bu rica ilmel yakinden aynel yakine ermek içindir. İmanın ilmel yakin derecesine ulaşmış olan Hz. İbrahim, imanda hakikati bizzat görerek inanma derecesine ulaşmayı niyaz etmiştir.
• Hz. İbrahim'in maksadı, Allah'ın ölüleri diriltmesi değildir. Aksine arada hiçbir vasıta olmaksızın, ilahî kelâmı dinlemektir.
Hz. İbrahim’in “Ölüleri nasıl diriltirsin” diye sorması, Allah’ın kud reti hakkında şüphesinden değil, diriltme olayının nasıl cereyan ettiğini öğr enme merakındandır. “Nasıl” mânâsına gelen كَيْفَ’nin kullanılmış olması da bunu göstermektedir.
كَيْفَ, durumu sormak için kullanılan bir edattır. Peygamberimiz (sav)’in şu sözü de bu mânâyı pekiştirir. “Biz şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.” Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrahim’in şüphe etmemesi daha evladır. Bu soru, naz ve niyaz makamıdır.
İbrahim (as) herhangi bir insan değildi. Normal bir müslüman Allah’a karşı kulluk görevlerini yapabilmek için, ölmüşlerin dirilişini gözleriyle görmeye ihtiyaç duymayabil ir. Fakat bir peygamber insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat gözleriyle görm elidir ki görevini en güzel biçimde yapabilsin. İnsanl ara: “Sizi inanmaya çağırdığım şeyi gözlerimle gördüm. Siz bilmiyorsunuz, ama ben biliyorum!” diyebilm e si için Rabbimiz tarafından onl ara göklerin ve yerin işleyiş biçimleri, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi husus lar apaçık göster ilmiştir. Konumları ve üstlendikleri görevleri gereği Allah onlara bu yakîn bilgisini öğretmiştir.
Hz. İbrahim o devrin bütün müminlerinden daha sağlam bir imana ve daha kuvvetli bir yakine sahipti. Allahu Teâlâ bunu bildiği halde sorması, onun vereceği cevabın bütün müminlere ilahi bir lütuf olması içindir.
Soru, muhatabı uyanık tutar, kendine getirir, konsantre eder.
Hz. İbrahim’in kalbi mutmain olunca, atası olduğu müminlerin de kalbi mutmain olacaktı. Allah ölüleri nasıl dirilttiğini anlatınca, bunu okuyan mümin gözleriyle görmüş gibi olacak ve inanacaktı.
Hz. İbrahim’in Rabbine soru yöneltmesi ve Allah’ın kendisine cevap vermesi, zaten yeterli bir iman delilidir. Fakat Hz. İbrahim, Allah’ın kudretini işlerken görmek, malumu müşahede etmek istedi. Bu hazzı tadarak iman doyumuna kavuşmak diledi. Çünkü görmek, aynel yakine vasıl eder, ilim aynel yakine ulaşmak için yeterli değildir. Aynel yakin olmadan sadece ilmel yakin kalp mutmainliğini sağlayamaz. Hz. İbrahim, bu mucize ile aynel yakin ve hakkal yakin mertebesine ulaşmıştı. Bu mertebeler arasında şu farklar vardır:
İlmel yakin: Haberlerden istifade edilen ilimdir.
Aynel yakin: Sözkonusu şeyi görmek ve gözünün önünde meydana gelmesi demektir.
Hakkal yakin: Yaşayarak bir şeyin hakikatini kavramaktır.
Bizler de şu anda cenneti, cehennemi ilme'l yakin ile biliyoruz. Sonra görülünce ayne'l yakin ile bilmiş olacağız. Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girince de hakka'l yakin olmuş olacak.
Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim'e sevgisi sebebiyle sözlü bir misal değil, canlı bir örnek gösteriyor. Hz.İbrahim'e kendi 'Mümit' sıfatıyla tecelli edip, kuşları elleriyle öldürtüyor. Sonra dirilmelerine onun çağırmasını sebep kılarak 'Muhyi' sıfatıyla tecelli ediyor.
‘Onları kendine alıştır- فَصُرْهُنَّ ’ Yâni onlara iyice alış, duyularını onlar üzerine teksif ederek iyice onları tanı. Şekillerini, renkler ini, özelliklerini iyice öğren ki bunları başkaları ile karışt ırma. Dirilip yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları mıydı? Bu konuda şüphen olmasın.
‘Onları kendine alıştır- فَصُرْهُنَّ ’ kelimesi, فَصُرَّهُنّ ، فَصَرَّهِنَّ gibi kıraatlerle de okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur:
‘O kuşları kendine alıştır, onları toparla, yanına al ve incele ki; özelliklerini tafsilatıyla öğrenesin ve bunlar dirildikten sonra hiçbir parçanın kendi yerinden başka yere konmadığını göresin.’
İbrahim (as) dört kuş aldı, bunları iyice tanıdı. Sonra onları kesip etlerini birbirine karıştırar ak her bir parçasını bir dağ başına koydu. Sonra onları tekrar çağırdı. Kuş parçalarının birleşip, canlanmış olarak, dâvetine icâbet ettiklerini Hz. İbrahim gözleriyle gördü.
Bu işe kuşların tahsis edilmesi, kuşların insana daha yakın olmaları, hayvan özelliklerini daha fazla taşımaları, etlerini parçalamanın daha kolay olmasındandır. Hz. İbrahim (as)'in himmet ve gayesi, melekût alemine ulaşıp oraya yükselmekti. Bunun için onun mucizesi de, himmet ve gayreti doğrultusunda, ona benzer bir biçimde olmuştur.
Dört kuş
Hz. İbrahim’in aldığı bu dört kuşun, tavus, horoz, karga ve güvercin olduğu rivayet edilmiştir.Bu dört kuş, canlı ve bitkilerin bedenlerinin kendisinden meydana geldiği dört esas rükne (su, hava, toprak, ateşe) işarettir. Bu işaret fena fillah, beka billah olan ölmeden önce ölmenin, cemalullaha perde olan benliğin yok edilmesinin yolunu gösterir.
Sen, bu dört kuşu birbirinden ayırdedemediğin sürece, ruhun rubûbiyyet göklerine ve kudsiyyet aleminin safalarına uçamaz, yükselemez. İman, fıtrat çeşmesine musluk takmaktır. İlim, bu çeşmeden su akıtmaktır. Amel, bu suyu içmektir. İrfan, bu suyu insanın ve varlığın yararına kullanmaktır. İnsan ise, iman, ilim, amel ve irfanı, içindeki dört kuşun yerine koyabilendir.
İçinde dört kuş öter durur. Dördü de ayrı ayrı senin içinin tercümanı olur. Sen hâlâ bu dört kuşu besler durursun. Bilmezsin ki bu dört kuş, senin cennetini cehenneme çevirmektedir.
İbrahim ol ve bu kuşları öldür. Her birinin leşini bir dağın tepesine bırak. Bırak ki, gönül yurdun yeşersin, vatan olsun.
Önce şöhret tavusunu yok et. Tavus, insandaki zinet, makam ve yükselme sevgisine işarettir. Bu şöhret tutkun, bu baş olma sevdan seni daha nerelere kadar götürecek? Tavus kuşu kanatlarına bakarak gururlanır ve kendisinin nelere layık olduğunu düşünür. Bu nedenle ona karşı çıkanları güzellik düşmanı ilan eder. Bilmez ki, onun bu süslü kanatları, kendisine kurulan bir tuzaktır. Tavus kuşu rengârenk kanatları için avlanmaz mı?
Ne ki sende öne çıkmıştır, tuzağın da oradadır. Bülbülü de kafese koyan sesi değil midir? Şöhretlere bir bak, ne ile şöhret olmuşlarsa, sıkıntıları ve ecelleri de onunla olmuyor mu?
Öyleyse sana verilen yeteneğe dikkat et, o senin hem cennetin, hem de cehennemin olabilir. Ceyran ateş de olur, ışık da.
İçindeki tavusu bir dağın tepesine bırakmadan vadilere inme; inersen halkı fesada verirsin. Baş olma hırsıyla Yezid, Kerbela'da Hüseyin'i şehit etmedi mi? Şöhret, kanlı bir Kerbela'dır.
Yıllarca aradım bir iz, bir nişan
Oyaladı beni şöhret ile şan
Şimdi bir müflisim hâlim perişan
Ağla gözüm ağla, günah diz boyu
Seni kurtaracak nedâmet suyu. M. Kaya
İkinci olarak içindeki kargaya söz geçir. Karga, uzun ömür ister. (Zaten uzun ömürlüdür.) Gece gündüz uçup, çok soğuk günlerde bile bir şeyler toplama arzusundadır.
Oysa uzun ömür istemek şeytanın arzusudur. O da Allah'tan uzun ömür istememiş miydi? Şeytan: “Ya Rabbi, bana kıyamet gününe kadar ömür ve mühlet ver.” dedi. Keşke “Rabbimiz, tevbe ettik” deseydi. Allah, şeytana uzun ömür vermekle onu ödüllendirmiş mi oldu?
Allah'tan başkasını istemek senin ebedi ölümündür. Allah'tan başkasını isteyenin ömrünün uzun olması demek, onun daha çok alçalması demektir. Karganın uzun ömürlülüğü ona daha çok pislik yedirmemiş midir?
İçindeki horoza gelince, o, amansız şehvet düşkünüdür. İşi gücü elalemin tavuklarının peşine düşmek, onları kovalamaktır. Tavuk gördü mü dayanamaz.
Şeytan, Allah'tan, insanları avlamak ve onları doğru yoldan saptırmak için tuzak istedi. Allah, şeytana altın, gümüş, inci, elmas; at sürüleri; meyveler, şaraplar; elbiseler… verdi; ama şeytan yine yüzünü ekşitti.
Sonra Allah, insanın aklını alan şarabı, şarkıyı (çalgı) şeytanın önüne koydu. Şeytan biraz gülümsedi, ama yine de tam memnun olmadı.
Sonunda Allah, şeytana kadın güzelliğini gösterince, şeytan oynamaya başladı. Aklı, fikri alan, insanı kararsız hale getiren mahmur gözleri görünce şeytan, “tamam” dedi ve yerinden sevinçle fırladı.
Ey şehvetini yurt edinen, içinde yüzlerce horoz besleyen, şeytanı sürekli zıplatıyorsun. İçindeki şehvet horozunu terbiye et de özgürlüğüne kavuş. Yoksa şehveti özgürlük mü bellemişsin?
Şehvetini kırıp; hırsını yenmeden, başkaları için süslenmeyi terketmeden, kalbinde Allah'ın celâlinin nurlarından feyezan eden bir rahatlık duyamazsın.
İçindeki kaz hırsın da seni aldatmasın; dünyanı zindan etmesin. Çünkü her hırs, sonunda hüsranla biter. Hele içindeki hırsla (kaz) horoz bir araya gelmişse, aklının nurunu kaybedersin.
İçindeki kazlara kümes bul ki, gece uykuların kaçmasın.
Dünya hırsının ne büyük bir kaz olduğunu bir bilsen! Sen göklü düşüncelere sahip olmadıkça içindeki kazlar hep kanat çırpıp uçmayı deneyecek ve seni sürekli rahatsız edecektir. Mevlâna
Hırs gelir, göz kararır, hırs gider, yüz kararır.
Hırs geldi, gitti kelle, hırs gitti, hani kelle?
Kazlara dair...
Kazlar en zeki kuşlardan biridir. İyi bir hafızları vardır, gördükleri insanları asla unutmazlar. Durumlara göre kolayca uyum sağlarlar ve olayları iyi fark ederler, hayvanları ve insanları iyi izlerler. Kazlar tüy yeme, gagalama göstermezler. Diğer canlılarla aralarında iyi bir uyum vardır. Güçlü bir sürü içgüdüsü vardır, bir sürüden diğerine veya bir yerden bir yere çok iyi uyun sağlar. Çok iyi bir hafızaya sahip olduklarından barındıkları yerlerden 5 km veya daha fazla uzaklaşsalar bile akşamleyin eve kolayca dönebilirler. Bu onların yiyecek aramak için gün boyu seyahatler yapmasını sağlar. Yaşamak için çevresel faktörleri pek umursamazlar, sıcak Afrika ülkelerinden soğuk İskandinav ülkelerine kadar geniş bir alanda yetiştirilebilir. Fakat palazlarının ilk hafta içinde soğuktan korunması oldukça büyük önem taşır.
Yaşamları boyunca tek eşli yaşarlar. Eşleri ölen kazlar, eş seçimi için uzun yıllar bekleyebilir. Eşlerin birbirine bağlılığı oldukça fazladır. Hastalandıklarında birbirlerine bakarlar. Bataklıkların sığ yerlerine ya da tümseklere yuva yaparlar. Çoğunlukla suda yaşarlar.
Kazların en ilgi çekici yanı bitki tarımında yabancı otla mücadelede kullanılabilmeleridir. Kazlar, genç yabani otları tanıyarak, esas bitkilere zarar vermeden yerler. Böylece kazlar tarım ilacı kullanmadan bitkilerin yabancı ot mücadelesinde tarlalarda kullanılabilirler.
Kazların tüyleri ıslanmaz. Çünkü tüylerinde ıslanmalarını engelleyen bir yağ tabakası vardır. İç tüyleri ise onların soğuktan korunmasını sağlar. Kaz tüyleri insanlar için de cezbedicidir. Onları soğuktan koruyan iç tüylerini kışlık kabanlarda, yumuşak olduğu için de yorgan ve yastıklarda kullanırlar. Bazı bölgelerde bekçi olarak bile kullanılmıştır. Çünkü herhangi bir tehlike sezdiklerinde kornaya benzer sesler çıkarır, bir çeşit alarm verirler. Alarm vermekle kalmaz saldırganı kovalarlar ve bu kez tehlikeden değil sevinçten bağırırlar. Ortalama ömürleri 25 yıldır.
Kaz ve hırs
Kazın temel özelliği haris olmasıdır. Bu kuş azmanının boğazı bir an bile boş durmaz; kuru yaş ne bulursa yer, yiyemediğini de toprağa gömüp saklar. İnciden nohuta kadar boğazdan geçen ne varsa kursağını onlarla doldurur. Mevlânâ'ya göre bu yeme hırsının sebebi; kazın sahibine güvenmemesidir, onun kendisini doyurmayacağını vehmeder. Herkesi kendisi gibi tamahkar sandığından eline geçeni saklar. İşte kaz tabiatlı kişi de aynen böyledir. Rızıktan yana endişelidir, huzursuzdur. Bu yüzden kimseye bir şey veremez; kendi yediğini içtiğini ve sakladığını kâr bilir. Oysa mümin, kainatı yaratan Zat'ın bütün mahlukatın rızkına kefil olduğunu bilir ve bu güvenle sakindir, telaşsızdır. Gözü gönlü toktur.
Hırs, yetinme duygusunun azalması ve beklenti düzeyinin yükselmesidir. Dünya sevgisinin ve yalanın başıdır.
Hırs insana zarar verir, hata yapmasına neden olur. İnsan geçici şeylere hırlı olursa onun uğrunda maneviyatını, ahlakını, dinini, imanını, insanlığını, sadakatini kaybeder.
Hırsın en kötü yanı, insanı tamamen ele geçirebilmesidir. Ona kulak verip, peşinden giden, çoğu zaman kendisini çıkışı olmayan yollarda bulur.
Hırs insana yavaş yavaş etki eder. Önce enerji ve hareket kazandırır. Daha sonra etkisi altına alıp dizginleri ele geçirir. Hırs, insana ne olursa olsun başarmak zorunda olduğunu telkin eder. Başarıyı elde etmek için herşeyi yapmayı göze aldırır. Bazen yapılmayacak şeyleri yaptırır, başarı yolunda bunun normal olduğunu söyler.
Yapılan araştırmalara göre, kariyerleri için hırs yapan insanlar normal insanlara göre daha az yaşıyor.
Araştırma kapsamında 7 yıl boyunca 717 yetenekli genç, yetişkinliğine kadar takip edildi.
Katılımcılardan hırslı olanlar Harvard, Yale, Oxford, Stanford gibi iyi üniversiteleri kazandı. Fakat bu insanların okulda veya işlerinde başarı için çalışırken sağlıklarını ihmal ettikleri, bu yüzden de yaşıtlarına göre daha erken öldükleri açıklandı.
Bunun sebebi ise, lüks peşinde koşma, hızlı yaşantı, rekabetçilik, pahalı arabalar peşinde hırsla koşarken yaşanan stres. Stres beyindeki kimyasal dengeyi bozuyor. Mide, bağırsak, kalp gibi organları zayıflatıyor, omuz, bel, sırt ağrıları artıyor, tansiyon, kolesterol ve kan şekeri yükseliyor
Çalışmayı yürüten Profesörler, ailelerin çocuklarının hırsı üzerindeki etkisine dikkat çekerek “Ebeveynler her zaman çocuklarının daha iyi işlerde çalışmasını ister. Fakat çocuklarının mutluluğu her şeyden önemlidir. Sadece kariyer için, sağlılık ve mutluluk feda edilmemeli” dediler.
Hırsın tedavisi
Hırsın kötülüklerini, dini ve dünyevi yıkımlarını hatırlamalıdır. Dünyalığın helalinden hesap vereceğini, haramından ceza göreceğini, şüphelisinden dolayı azarlanacağını düşünmelidir.
İnsanoğlunun elinde bulunan şeylerin muayyen bir zaman için kendisine emânet edilmiş olduğunu, sonra emânet eden Zât-ı Bâri’nin bunları geri alacağını hissedip, kabul etmesi, sâdece bu hakikatlerin zihinlerde yer etmiş olması, beşeri hırs ve tamahın hiddetini dindirmeye, aşırı mal düşkünlüğünü yok etmeye kâfi bir teminattır.
Horoz ve şehvet
Horoz; şehvetin ve çok eşliliğin sembolüdür. Çünkü tek başına bir sürü tavuğa kocalık eder. Çoğu zaman diklenir, böbürlenir ve üstünlük taslar. «Horozlanmak» deyimi bu karakterde olanlar için kullanılır.
«Kart horoz» veya; «Horoz ölür, gözü çöplükte kalır» gibi deyimler; yaşlandığı hâlde, gözü hâlâ hovardalıkta olanlar için söylenir.
Şehvet; arzu, istek, temayül, aşırı sevgi, nefsin değer verdiği isteklerdir. Şehvet, insan nefsinin arzuladığı her şeyi içine almasına rağmen, daha çok cinsel arzu anlamında kullanılmaktadır.
İnsanlara şehvet verilmesi, Allah’ın helal nimetlerine karşı iştah duymaları ve neslin devamı içindir. Şayet Allah bu hissin içine lezzet koymasaydı insanlar doğum, çocuk yetiştirme gibi zahmetli şeylere katlanamaz ve insan nesli devam edemezdi. Neslin devamı için olan vazifeye karşılık dünyada insana bu ücret verilse de asıl ücret ahirette ihsan edilecektir.
Günaha ısrarın sebebi gaflet ve şehvettir. Gafletin zıddı ilim olduğu gibi, şehvetin zıddı da şehveti arttıran sebepleri yok etmeye sabırdır.
Karga ve tûl-i emel
Karga; «Tûl-i emel»in, sonu gelmez isteklerin ve boş hayallerin sembolüdür.
Hz. Nuh'un gemisinden gönderilip, kendisinden haber getirmesi istenmiş, insan cesetlerini yemeden, hemen dönmesi tenbih edilmişti. Ama o emri dinlemedi, Hz. Nuh'un 'Yüzün kara olsun! İnsanlar arasında sevimsiz ol!' bedduasını aldı.
Karga uzun ömürlü bir kuştur. Yüz elli sene yaşadığı söylenir. Rengi kara, sesi çirkin, leş ve pislik yiyen, eti yenmeyen, çok sevilmeyen bir kuştur.
Kargadan daha az ömre sahip olan insan, sanki bin yıl yaşayacakmış gibi emellere kapılır, hayaller kurar. Hangi yaşta olursa olsun ölmek istemez. Bugün yapması gereken işleri yarınlara erteler. Ne kadar yaşayacağını, gelecek günlerin neler getireceğini bilmediği hâlde, yarınlara bel bağlar. Oysa yarınlar; ihtiyarlık, hastalık ve acz günleridir.
İhmal ve tembellikle boşa harcanmış ve kötü yaşanmış bir ömrün faturasını, ihtiyarlık en ağır şekilde öder.
“Besle kargayı, oysun gözünü” derler. Aynen öyledir. Yıllarca ten kafesinde beslediğin «Tûl-i emel» kargası, gün gelir, aklın gözünü oyar, çıkarır, rûhu da kötürüm eder. Zira rûhun ayağı akıldır.
Tama, dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya yol açan bir kalp hastalığıdır. Tama'nın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları yapmak da tamadır.
Tama'nın tedavîsi; ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyada değil, ahirette bulunduğunu düşünmek, tama' hastalığının insanı cimriliğe, cimriliğin de kişiyi maddeye ve kula kul olmaya götüreceğini hesaplamaktır.
Aç gözlüdür nefis ne verirsen yer
Yedikçe semirir, daha var mı der
Dilersen önüne dünyaları ser
Günaha doyurup çatlatamazsın
Ne yaman sinsidir aldatamazsın. M. Kaya
Tavus ve şöhret sevgisi
Tâvus kuşu; «Hubb-i câh» da denilen makam ve mevki tutkusunun; şöhrete, süse ve geçici güzelliklere düşkünlüğün sembolüdür.
Tâvus, sülüngiller familyasından; tiz sesli, güzel tüylü, hindi büyüklüğünde bir kuştur. Özellikle erkeği; kuyruğunu bir yelpaze gibi açınca, gökkuşağını andıran bir renk armonisi meydana gelir.
Kuşlar arasında süslü tüyleri ile ayrı bir yeri olan tavus, ihtişamlı duruşu ile; «Var mı benim gibisi?» demek ister. Bundan dolayı; güzellik, servet, şöhret, mevki ve makam yüzünden şımaran ve üstünlük taslayan, hâsılı ne oldum delisi olan herkese örnek teşkil eder. Oysa onun teni de, ünü de, süsü de gelip geçicidir.
Şeytanın istilasına uğrayan bir kalpte, yedi başlı korkunç bir ejderha gibi yedi kötü huy vardır: Kibir, haset, öfke, riya, ucb, hubb-ı câh (makam sevgisi), hubb-ı dünya (mal ve dünyalık sevgisi). Hubb-ı câh, bu yedi hastalığın en masum görüneni, en sinsi ve hızlı büyüyeni, en tehlikelisidir.
İnsanlar nazarında itibar kazanmak, dünyevi menfaat elde etmek için bir mevkiye, makama gelmeyi istemek, bunun için her yolu mübah görmek şöhret sevgisidir.
• Âyetteki "Her bir dağın üzerine" sözünün zahirine göre, bahse-dilen her bir dağ, dünyanın bütün dağlarıdır. Sanki şöyle denilmiştir: "O kuşların parçalarını, dağıtabildiğin kadar, her bir dağın tepesine dağıt."
• Bahsedilen dört kuşa ve dört ana yöne (doğu, batı, kuzey ve güneye) göre, bunun dört dağ olması mümkündür.
• Hz. İbrahim (as)'in görebildiği ve kuşları çağırabileceği dağ-lardan bahsedilmektedir. Çağırma ise ancak görme ile tamam olur. Hz.İbrahim'in görebildiği dağlar da yedi tanedir.
Hz. İbrahim, parçaladığı kuşlara seslenmiş,
- Haydi Allah’ın izniyle gelin! demişti. Bunun üzerine o kuşların parçaları uçuşmaya başladı, önce parçalar birleşerek bedenleri meydana getirdi, sonra her beden kendi başıyla birleşti, her kuş eski halini buldu.
Bu kıssa Hz. İbrahim’in faziletine, duadaki tevazusunun bereketine ve dilek edebinin güzelliğine delildir. Allahu Teâlâ Hz. İbrahim’e dilediği şeyi anında, olabildiğince en kolay yoldan gösterdi, Üzeyr aleyhisselam’a ise yüz sene ölü bıraktıktan sonra dilediğini gösterdi.
Üzeyr aleyhisselam’ın kıssasında, dua eden duanın edep ve şartlarına riayet ettiği zaman, duasının meşakkat çekmeden süratle hemen kabul edileceğine, duanın edep ve şartlarına riayeti terk ettiği zaman ise meşakkate uğrayıp, zahmet çekeceğine, duasının hemen kabul edilmeyip, icabetin gecikeceğine tenbih vardır.
Hz. İbrahim, ölülerin diriltilmesini görmek isteyince ‘Ya Rabbi’ diyerek sena ile duaya başladı. Sonra ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istedi. Allahu Teâlâ da hiç geciktirmeden hemen duasını kabul etti. Ölüleri diriltme işini kendi üzerinde değil de, başka şeylerde, kuşların üzerinde ona gösterdi.
Üzeyr aleyhisselam ise ‘Bu ölümünden sonra Allah bunu nerden diriltecek?’ dedi. Onun bu şekilde sorması üzerine Allahu Teâlâ şehrin imarını ölümü üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bizzat onun kendi nefsinde gösterdi.
Te'vilâtı'n Necmiyye'den
Bu ayetteki işari mana, kalbin cehaletten dirilişini temsil eder.
Halil aleyhisselam ilmi yakin ve müşahede için bu soruyu sormuştu. Kalp, arş mesabesindedir. Kuşlar cisim kafesindeki dört gayb kuşudur: Akıl, kalp, nefis ve ruhtur. Akıl kuşunu melekût kapısında muhabbet bıçağı ile kes. Kalp kuşunu ceberut kapısında şevk bıçağı ile kes. Nefis kuşunu ferdaniyet meydanında aşk bıçağı ile kes. Ruh kuşunu Rabbani sırlar sahrasında acz bıçağı ile kes.
Sonra aklı azamet dağına koy. Üzerine sultani nur biriksin. Onunla mevsuf olsun ki fenadan sonra beni idrak edebilsin.
Kalbi kibriya dağına koy, kudsümün semasında muhabbet nurunu sarf ile tefekkürün ba'sında mevsuf olsun.
Nefsi izzet dağına koy ki ona azamet nurunu giydireyim. Rububiyetimin üzerine ceryanı zamanında mutmain olsun, ubudiyette benimle nizalaşmasın. Benden rububiyet vasfını talep etmesin.
Ruhu cemali ezeli dağı üzerine koy ki, ona nuru'lnur, izzü'l iz, kudsu'l kuds nurlarını artırayım. Sekr halinde mutmain ve bast halinde olsun. Aşk sahasında tecelliyatta, derinlikte, genişlikte mutmain olsun.
Sonra aşk sırrının sesiyle onlara nida et. Ehadiyet cemaliyle sırf ubudiyete koşup gelsinler. Bil ki Allah azizdir, seni bu manaları bilmen, kadim sıfatlarına muttali olman sebebiyle aziz eder. Batınının sırlarına garip tecellilerle zuhurda hakîmdir.
Nefsin dört sıfatı vardır: Rububiyet, behimiyet, sebuiyet, şeytaniyet. Bütün kötülüklerin ana kaynağı bu dört vasıftır.
Biz de bunları terbiye etmekle emrolunduk. 'Kalplerinde hastalık vardır' ayetinde işaret edilen hastalık bunlardır.
✽ 'اِذْ' edatlarının altında her zaman 'اُذْكُرْ' fiili gizlidir. Burada da Hz. İbrahim'in kıssasına başlarken gelen 'اِذْ' edatı, bu büyük peygamberi hatırlayıp, onun kıssasından gereken dersi almamızı bildirir.
✽ "رَبِّ -Rabbim" diye başlayan cümle aslında nida cümlesidir. Çoğu zaman nida edatı hazfedilir. Nidanın ifade ettiği uzaklık manasını giderip, Cenab-ı Hakk'a yakın olmayı ifade eder. Bu ayette nidadan gaye temennidir.
✽ Ayet-i kerimede tibak sanatı vardır. Tibak lugatta uyum, münasebet, benzerlik demektir. Istılahta iki zıd şeyin bir arada zikredilmesidir. Tibak dört kısımdır:
• İki kelimenin ikisinin de isim olması
• İki kelimenin ikisinin de fiil olması
• İki kelimenin harf olmasıdır.
• İki kelimenin birinin isim, birinin fiil olmasıdır.
✽ Bu ayette تُحْـيِ fiili ve الْمَوْتٰى ismi arasında bu tibak vardır. Olumsuzluk edatı bulunmadığından tibak-ı icabtır.
✽ Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'in bu soruyu neden sorduğunu, inanıp-inanmadığını biliyordu. 'İnanmadın mı?' istifhamı tecahül-ü ariftir.
✽ جَبَل ve جَعَلَ kelimeleri arasında tek harf farklıdır, cinas-ı nakıstır. Mahreç yakınlığı olmadığı için cinas-ı müzariye lahıktır.
✽ لِيَطْمَئِنَّ fiili rubai mezidden lazımın mübalağası için gelen 'ikşearra' babındandır. Tazammuniyesi ile, Hz. İbrahim'in bu olayla kalbinin çok çok yatışacağını bildiğini gösterir.
✽ 'Kalbim mutmain olsun diye' cümlesi alete isnaddır. Kalp, iman etme aracıdır.
✽ طَمْأَنَ fiili lugatta, bir şeyi kararlaştırıp oturaklı kılmak, teskin etmek, muzdarip ve rahatsızken sakinlemek, rahat olmak demektir. Kalbin imanla huzura ermesi, sarsıntının sona erip sabitleşmesine benzetildi. İstiare-i tebaiyedir. Camisi; güven ve muhafazadır.
✽ 'Onları kendine alıştır, sonra her bir dağın üzerine onlardan bir parça koy' cümlesinde icazı hazıf vardır. 'Onları kesip, parçala' cümlesi mahzuftur.
✽ 'Sana koşarak gelir' cümlesinde سَعْياً kelimesi, 'Uçarak' manasında istiare-i tebaiyedir. Camisi hızdır.
✽ 'Bil ki Allah aziz ve hakimdir' cümlesi tecriddir, itnabtan tezyildir, mesel tarikına cari değildir.