Sureler

Göster

Bakara Sûresi 262. Ayet

اَلَّذٖينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَٓا اَنْفَقُوا مَناًّ وَلَٓا اَذًى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

262-Mallarını Allah yoluna sarf edip ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rableri katında mükafatları vardır, onlara korku yoktur. Üzülmeyeceklerdir de.

 

Önceki ayet, infakın sevabını, mükafatını çok güzel bir istiare ile beyan etmişti. Bu ayette, bu kıymetli amelin yerini bulmasını, boşa çıkmaması için nelere dikkat edilmesi gerektiğini beyan buyuruyor.

Yapılan iyilik başa kakılırsa, fakir rencide olur, gönlü kırılır, maddi ihtiyacını temin ederken maneviyatı zedelenmiş, aşağılık kompleksine sokulmuş olur. Bu durumda ya donuk sönük bir şahsiyet olur, ya da tahakküm altına girmemek için küstahlaşır, nankörleşir, kadir-kıymet bilmez bir hale gelir.

İnfak eden de, başa kakmakla hem haram işlemiş olur, hem de infakının sevabından, bereketinden mahrum olur.

Eziyet etmeye gelince, o da sözle, fiille, davranışla, göz ucuyla, bakışla, jest ve mimikle fakiri üzer, gücendirir, hayatından bezdirip isyana ve kötü alışkanlıklara iter. Horlama ve kınama neticesi infak eden, kendini bela ve sıkıntılara duçar eder.

İnsanın geçici ve emanet olarak verilen mal, mülk, makamı, daimi ebedi sanması aşırı hırs ile ölümü, hesabı unutması bu durumu ortaya çıkarır.

Bir başka sebep de sahip olduğu şeylerle kibirlenip şımarmasıdır. Fakiri, muhtacı aşağı görmesidir. Rızkın Allah (cc) tarafından ezeli bir taksimle verildiğini, kendine fazla verilen malın içinde fakirin hakkı olduğunu ‘verin ve eşit olun' (Nahl, 71) emrini unutması, görmezden gelmesi, en zayıf ihtimalle de bilmemesindendir.
 

'Onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar.'

Cömertlikle cesaret ikiz kardeştir birbirinden ayrılmaz. Biri olmazsa öbürünün olması mümkün değildir. Cömert insan nefsin ve şeytanın kendisini fakirlikle korkutmasına kulak asmaz. Hazinelerin sahibi olan Rabbine imanı ve güveni tamdır. O'nun hazinesi ne biter ne de tükenir. Rabbini tanıyan, inanan, seven kimse asla Allah (cc) için verdiği sadakanın, yaptığı hayrın boşa çıkmayacağına, verdiğinin yerinin hemen doldurulacağına, mükafatın dünya ve ahirette kat kat olacağına inanır ve verir.
 

Mallarını Allah yolunda infak ederler.

Allah'a itaat ve ibadet mahiyetinde olan, İslâm'a ve müslümanlara fayda sağlayan her harcama "Allah yolundadır". Bunların en faziletlisi de İslâm'a güç kazandırmak, onu koruyup geliştirmek, ülkeyi savunmak için cihada yapılan harcamalardır. Cihad için infak yapanların sevabı, bire yedi yüz veren buğday örneği ile açıklanmıştır. Genellikle iyiliklerin sevabı bire on olduğu halde "Allah yolunda infak yapma"nın sevabının bire yedi yüz oluşu hem önemli bir teşviktir, hem de bu ibadetin diğerlerinden daha zor olduğunu gösterir.

Ey kulum! Benim rızam için sana verdiğim şeylerden infak eyle, yolumda sarf et ki, Ben de sana ihsanımı arttırayım. Sen elini açık tutarsan, Ben rızkını genişletirim. Cimrilik yaparsan rızkını daraltırım. Gönderdiğim malları biriktirip hazine yaparsan Ben de sana göndermem. Hadis-i Kudsi

Allah’ın insanların ihtiyacı için yarattığı kulları vardır. İnsanların ihtiyacını onlar vasıtasıyla karşılar. Bunlar kıyamet gününün dehşetinden emindirler. Hadis-i Şerif

Kulun mizanına koyulacak ilk şey, ailesi için harcadıkları(nın sevabı)dır. Hadis-i Şerif
 

Dünyadaki en varlıklı 225 kişinin toplam servetinin, sadece % 4'ü ile bütün dünya nüfusunun, asgarî gıda, su ve sağlık ihtiyaçları karşılanabilir. Amerika ve Avrupa'da bir yılda sadece parfümler için harcanan toplam para ile, dünya nüfusunun gıda problemi önemli ölçüde çözülebilir. 2000 yılı itibariyle dünyada silahlanmaya harcanan paranın % 1'i bile, açlık meselesini ortadan kaldırabilir.
 

Başa kakmayanlar...

Minnet; lugatta in'am etmek, nimet vermek demektir. Allahu Teâlâ, “nimet” verenler manasında “Mennan” diye vasfedilmiştir.

Bir diğer anlamı da hakkı eksiltmek, noksanlaştırmak demektir. Ömürleri eksilttiği ve mazeretleri sona erdirdiği için ölüme de “menün” denilmiştir. Hoş olmayan "minnet", başa kakma da bu babdandır. Çünkü bu tür başa kakma, nimeti eksiltir ve onun saflığını bulandırır. Araplar kendilerini, nimeti başa kakmama ile methederlerdi.

Bir üçüncü anlamı da az verip çok istemektir.

‘Menn’ Başa kakmak, baş kakıncı yapmak, iyilik yaptığı kişiye, yaptığı iyiliği sayıp dökmektir. ‘Ben sana şunu vermiştim, sana şunu yapmıştım’ gibi yaptığı iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu olduğ unu sürekli hissettirip durmasıdır.

Minnet; iki türlü olur:

1- Ağzıyla söylemeden, kalbiyle başa kakmak.

Bu, her ne kadar sadakayı iptal etmese de, Allah'ın kendine verdiği malı Allah'tan görmemektir, noksanlıktır. Başkasını ondan mahrum etme fikridir. Allah'ın onu vermeye muvaffak edip, bir başkasına nasip etmediğini düşünmemesindendir. Allah'ın ona her cihetten minneti vardır. Kalbi bir başkasına minnet etmeyi nasıl kabul eder?

2- Dil ile minnet etmek.

Verdiğini, miktarını dile getirir. Ayıplar, verdiği insanın üzerinde bir hakkı olduğunu sürekli ona hissettirir.

Abdullah b. Ziyad, babasının kendisine nasihat ederek, şöyle dediğini anlatır: Oğlum, bir kimseye birşey verdiysen, selamın bile ona ağır gelebilir. Ona selamını gizlice ver.

Hakikatte veren Allah'tır, kul vasıtadır. Kulun verdiğini başa kakması, uzaklaşmaya, kırıklığa ve başa kaktığı insanın zilletine sebeptir. Oysa kulluk ve zillet ancak Allah'a olur.

Minnet eden, nimeti kendinden görür, kendini verdiği kişiden büyük bilir. Böyle bir düşünce kulluğa yakışmaz.
 

Bir adam, kendine yeni bir hayat kurmaya niyetlenerek yola çıkar. Yolda bir tarla görür, tarlaya buğday ekilir ekilmez buğday başak vermektedir. Ama adamlar gelir ve hemen buğdayları alıp yakarlar. Adam bu duruma anlam veremez ve yoluna devam eder. Sonunda gitmek istediği şehre varır. Şehrin girişinde oldukça yaşlı, bilge bir adamla karşılaşır, selamlaşırlar. Yaşlı adam nereye gittiğini sorunca, adam da yolda gördüğü şey de dahil herşeyi anlatır. O tarlaya mana veremediğini söyler. Yaşlı adam şöyle der:

''O gördüğün şey iyilik yapmayı ve iyiliğin karşılığının, mükafatının büyüklüğünü, hızla sana döndüğünü gösterir. Hemen yakılması da, bu iyiliği her yerde anlatıp, başa kakarsan yanıp kül olmuş gibi değerinin sıfırlanacağına işarettir.''

Ve eziyet etmeyenler...

‘Eza’, rahatsızlık, üzüntü ve elem doğuran etken, maddi zararı dokunan şey’ diye tarif edilir. Bu zarar, dünyevi veya uhrevi olabilir. Bu kelime türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim’de yirmi dört yerde geçmektedir

Eziyet, minnetten başkadır. Minnet, insanın başkalarına yap-mış olduğu iyiliği açığa vurmasıdır. "Eziyyet" ise o kimsenin, vermiş olduğu şey sebebiyle onlardan şikayet etmesi, verdiği şeyden ya da yaptığı iyilikten ötürü ona karşı tah akküm etmesidir. Kendisini infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve onu sürekli alçaltmak demektir.

Ya da eza, tiksindirmektir. İyiliğe balgam atmak demektir.

‘Ben sana iyilik yaptım da, sen bana bir teşekkür bile etmedin. Nicedir hep bana geliyorsun, eziyet ediyorsun. Utanmıyor musun? Allah beni senden kurtarsın. Sen hep, yeme içme zamanı bana geliyorsun.. Git, gözüme gözükme’ gibi sözlerle eziyet etmektir.

Bu şart, kendisine infâk eden kimse için de muhtemeldir. Kişi kendisi için harcamada bulunup, cihada giderek, mesela "Eğer ben savaşa katılmasaydım, bu iş böyle tamamlanmazdı" veya bir başkasına, "Sen güçsüz ve işe yaramaz birisin. Senin savaşta bir faydan olmaz" demek suretiyle, bunu mü'minlerin başına kakmamalıdır.

Başa kakmak ve eziyet etmek kafirlerin sıfatıdır. Müminlerin bundan sakınması gerekir. Tarih, bu gibi hakiki müminlerin örnek davranışlarıyla doludur.
 

Başa kakmak

Başa kakma, sadakayı verene de alana da eziyete dönüştürür. Verenin nefsine; kibir, kardeşini yanında küçük ve kırgın görmeyi arzulama, ikiyüzlülük, gösteriş ve Allah’tan uzaklaşma ile doldurma bakımından eziyettir. Alana da; yenilgi ve kırgınlık, kin ve intikamla tepki gösterme duygusunu geliştirdiği için eziyet olmaktadır.

Başa kakma; seviyesiz ve aşağılık bir olgudur. İnsan, yalancı bir üstünlüğü, infakta bulunduğu kimseyi küçük düşürmeyi, yahut insanların dikkatini çekmeyi arzulamadıkça başa kakamaz.

Başa kakmak yaptığı önemsiz iyiliği pahalıya satmaktır. Bir insana yapılan iyiliğin hatırlatılması onu suçlamakla aynı şeydir.

Verenin karşılığını alma işlemi, Allah ile arasındadır. Sadakayı alanla bir muamelesi yoktur. Verdiğini başa kakınca, Allah ile olan muamelesi iptal olur. Allah'ın rububiyet ve uluhiyetine ait bir şeyde O'nunla çekişenin ameli iptal edilir.

Ayrıca; infak edene Allah karşılığını kat kat verecektir, sevabını da alır. Üzerinde ne hak kalır ki başa kaksın!? Öyle insanl ar vardır ki böyle eziyetlere maruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi, şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı tercih ederler.

İslâm, infakla yalnızca kötülüğe set çekmeyi, karın doyurmayı ve ihtiyaçları gidermeyi dilememiştir. Verenin nefsi için bir süs, bir arınma ve temizleme meydana getirmeyi, fakire karşı insanlık duygularını harekete geçirmeyi, Allah’ın verdiği nimetten, kibirlenmeden, israfa kaçmadan ve başa kakmadan infak etmek suretiyle bu nimeti hatırlatmayı diler. Alan için de bir hoşnutluk ve fazilet, kardeşi ile arasına bağlılık katmayı dilemektedir. Ancak başa kakma, bunların tümünü giderir, infakı zehir ve ateşe dönüştürür. İnfakı boşa çıkarması, toplumu parçalaması, kin ve küskünlüğü yayması açısından başlıbaşına eziyettir. Fakir alıcıdır, başkasının sadakasına karşı hep kalbi kırıktır. Sadaka veren, başa kakma ve gönül incitme ile sadakaları kendine izafe ederse fakirin kalbinin kırıklığı artar.

Günümüzde psikologlar, iyiliğe karşı insan ruhundaki tabii tepkinin zamanla düşmanlığa dönüştüğünü ileri sürmektedir. Çünkü alan kişi verenle karşılaştıkça eziklik ve zayıflığa kapılmakta, veren de sürekli yaptığı iyiliğini düşünülmesini istemektedir. Bu düşünce, sahibinin ızdırabını arttırır, sonuçta düşmanlığa dönüşür.
 

Köylünün biri bir gün paraya sıkışmış. Köylüsü Boz Hasan’dan 20 lira bir borç almış.

Artık her sabah erkenden Boz Hasan kapıyı çalıyor, “Sakın aklına o mesele gelmesin!” diyerek kahvaltıya oturuyormuş. Bir gün, beş gün, on gün… Boz Hasan kahvaltıyı her sabah bunlarda yapar olmuş. Adam bıkmış artık. Parayı denkleştirmiş ve ertesi sabahı beklemiş.

Boz Hasan, her zamanki gibi “Sakın aklına o mesele gelmesin! Elin ne zaman bollaşırsa o zaman verirsin” deyip sofraya kurulacakken, “O mesele aklıma geliyor Hasan” demiş, “Hatta hiç aklımdan çıkmıyor! Al şu paranı, kahvaltını da evinde yap!”

Boz Hasan, kahvede olayı anlatırken, “Şu insanoğlu ne kadar nankör. Bu zamanda kimseye iyilik etmeyeceksin arkadaş!” deyip duruyormuş.
 

“O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları varken yoks ula yetime ve esire yedirirler. Ve ‘Biz size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli asık suratlı bir günün azabınd an korkarız’ derler.” (İnsan, 8-10)

Hakiki müminler yemek yedirdiklerine "E ben size yediriyorum, siz de karşımda şöyle davransaydınız, elimi bir öpseydiniz, ben gelince ayağa bari kalksaydınız" demez ve böyle düşünmezler.

Osmanlı zenginleri, borçlarını ödeyemeyenlere yardımcı olur, kendi isimlerinin bilinmesini istemezlerdi. Veresiye borçlarını veremeyenleri tespit edip, borçlarını öderlerdi. Eğer borcunu ödeyemeyen bulamazlarsa, veresiye defterini açıp rastgele bazılarının borçlarını öderlerdi. Bu olay, zimem defteri diye şöhret bulmuştur.

Osmanlı’nın sadaka taşları da meşhurdur. Fakirler ihtiyacı kadar oradan para alırlardı. Böylece fakir zengine minnettar kalmazdı.

Allahu Teâlâ kullarına minnet edip başa kakmayı nehyetmesiyle beraber, kendisi kullarına minnette bulunmuştur: ‘İslam’a girmelerini senin başına kakıyorlar. De ki: İslam’a girmenizi başıma kakmayın, bilakis sizi imana hidayet ettiğinden dolayı Allah sizin başınıza kakar; eğer sadıksanız!’ (Hucurat, 17)

Çünkü Allahu Teâlâ tam bir mülk ve kudret sahibidir. Kul ise her yönden nakıstır. Noksan olan birinin ise, hiçbir kimseye karşı başa kakması veya nefsini övmesi caiz değildir.

Meselâ 'Namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete koyacak, bizi koymayacak da cennetine kimi koyacak?' düşüncesi, kendi amelini başa kakmak ve idlaldir (ameliyle nazlanmadır). Sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattı diye iki çay içirmesini, iki hadis anlattı diye aferin demelerini beklememelidir. 'Ben onlara İslâm’ı tebliğ ettim' diye hemen insanların hayatlarının değişmesini beklemek de aynı şekilde bir başa kakmadır.

Bir taatı muhafaza etmek onu işlemekten daha şiddetlidir. Yapılmış ibadetler cam gibidir, anında kırılmak isterler. Asla zorlanmayı kabul etmezler. Hayırlar da böyledir. Sevabları her an gitmeye hazırdır.

Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allah’a şükret. Zira Hak Teala seni lütuf ve ihsanıyla boş bırakmadı. Padişaha hizmet eden ona minnet yükleyemez. Seni istihdam ettiği için sen ona minnettar ol. Şeyh Sadi

Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azab vardır.

Râvî der ki; Resûlullah (sav) bu cümleyi üç kere tekrarladı.

Ebû Zer (ra):

- Bu kimseler tam bir mahrumiyete ve hüsrana uğramışlar. Bunlar kimlerdir, Ey Allah'ın Resûlü? diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav):

- Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır, cevabını verdi. (Müslim)

İyilik eziyetsiz, riyasız, minnetsiz olursa kabule şayan olur. Başa kakanın sadakasını Allah (cc) kabul etmez.

Yapılan iyiliğin hatırlatılması oldukça yüksek bir faizdir.

Şu beş şeyde kimde bulunursa o kimse güzel ve temizdir: Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik. Hz. Lokman

Başa kakılan bir iyilik daima hakaret yerini tutar.

Kamil bir zata sorarlar: “Efendi, bu kadar hayır hasenat yaparken hiç gurura kapılmaz, kendinizi yardım ettiklerinizden üstün görmez misiniz?”; “O nasıl söz” der “hiç aşçının elindeki kepçe, ben insanları doyuruyorum diye gurura kapılır mı? Ben bir kepçeyim, Hakk ihsanını kullarına benimle dağıtıyor!”
 

Ülkenin ünlü kurra hafızlarından birini, zengin bir zat hacca gönderir. Döndükten sonra da meclislerde rastladıkça, “Benim hafızım, oku bakayım şunu” der. Rahmetli hafız bir gün dayanamaz artık ve sahip olduğu tek evi satar, adamın yanına gider. O yine bildik sözünü tekrarlayınca, hafız nedenini sorar. Adam, 'Seni hacca ben gönderdim ya' der.

Hafız; adamın yaptığı harcamanın bedelini çıkarıp verir ve şöyle der:“Al kardeşim, ben artık senin hafızın değilim!”
 

Eza

Müslüman odur ki, dilinden ve elinden müslümanlar selâmette bulunur. Hadis-i Şerif

Abdullah İbn-i Ömer (ra) anlatıyor: ‘(Bir gün) Resûlullah (sav) minbere çıkıp yüksek sesle şöyle nidâ etti: “Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.”

Haya imandandır. İman (sâhipleri de) cennettedir. Kötü söz ise eziyettir. Eziyet ise ateştedir. Hadis-i Şerif

Kendisinden beklenmeyeni arkadaşlarından bekleyen, onlara zulmetmiş olur. Kendisinden istenebilenleri arkadaşlarından isteyen, onlara eziyet etmiş olur. Arkadaşlarına hiçbir teklifte bulunmayan, onlara fazilet göstermiş olur.

Ahmak insanın üç belirtisi vardır:

1- Allah'ın kesin emirlerine karşı tembeldir,
2- Söylediği sözlerin çoğu lüzumsuzdur,
3- Allah'ın yarattıklarına çok eziyet eder.

Güzel ahlak, güler yüzlü olmak, eziyet etmemektir. Hadis-i Şerif

Mümine zarar veren ve onu aldatan melundur. Hadis-i Şerif

Helal yiyen sünnete uygun yaşar. İnsanlara eziyet etmeyen cennete girer. Hadis-i Şerif

Kimseye eziyet etme, bu müminin yapacağı iş değildir.

Yardım etmezsen bari eziyet etme, sevindirmesen de üzme, övmesen de yerme.

Dünyada tedbirli olmak kadar akıllılık, eziyetten çekinmek kadar edep, güzel huylu olmak kadar asalet, memnun olmak kadar zenginlik yoktur. Beydeba

İmanın gitmesine sebep olan büyük günahların birincisi iman nimetine şükretmemek, ikincisi imanın gideceğinden korkmamak, üçüncüsü müminleri incitmek ve onlara eziyet etmektir. Hakimi Tirmizi
 

     Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli
     Bir halas imkanı var: Ahlakımız yükselmeli. M. Akif

İşte onlara Rableri katında ecirleri vardır.

‘Rableri katında’ izafeti, infak edenler için çok açık bir tekit ve şereflendirmedir.
 

وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ Ve onlara korku yoktur.

Yalnız Allah'tan korktukları için, korku verecek hiçbir şey onları korkutmaz. İnfak edip başa kakmadıkları için; verdikleri insanların düşmanlık beslemesinden, eline fırsat geçince intikam almasından korkmazlar. Bu iyiliği ihlasla yapmanın huzuruyla ahirette kötü hesapla karşılaşma korkusunu duymazlar.

Allah'ın mukarreb kulları; O'nun celal ve heybetini tazim ve kulluk hukukunu yerine getirmek için harcadıkları çabayı yeterli görmezler. Onlar sadece bunun için korku duyarlar. Allahu Teâlâ onlardan tüm bu endişeleri giderecek, onlardan razı olacaktır.

İmansız insanın her günü korkuyla doludur. Onun için en büyük korku yokluğa mahkum eden ölümdür. 'Onlara korku yoktur' cümlesi delalet-i tazammuniyesi ile; ihlasla infak eden bu cömert müminlerin imanda kökleşeceklerini, cesaretle infak edecek bir kalp itminanı kazanacaklarını bildirir.
 

وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ Mahzun da olmazlar.

İnfak ettikleri için pişman olup mahzun olmazlar. Ahirette de onları üzmeyen, bilakis sevindiren bir neticeye vasıl olacaklardır.

'Hüzün' kelimesinin lugat manası; istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder, üzüntüdür.

İnsanın maddî veya mânevî kayıp ve eksiklerinden duyduğu üzüntü için kullanılır. Zıddı, sürûr ve ferahtır.

Hüzün; kederden hâsıl olan iç sıkıntısıdır, irâdî değildir. Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in ölümleri Hz. Peygamber’i derinden üzdüğü için bu ölümlerin vuku bulduğu yıla İslâm tarihinde "senetü’l-hüzn - hüzün yılı" denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de 42 yerde hüzün ve türevleri geçmektedir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Hz. Hasan’ın canı bir yemek çekti, fakat canının çektiği yemek evlerinde yoktu. Bir gömleğini çarşıya götürüp altı dirheme sattı.

Yolda bir dilenci karşısına çıktı. ‘Allah rızası için’ diyerek el uzattı. Hz. Hasan sahip olduğu altı dirhemi dilenciye verdi.

Yoluna devam etti. Dişi deve satan bir adamla karşılaştı. Hz. Hasan borç karşılığı deveyi satın aldı.

Biraz ilerleyince bu defa başka biriyle karşılaştı. Adam deveyi beğendi, satın almak istedi. Hz. Hasan peşin paraya iyi bir kârla deveyi ona sattı. Sonra borç karşılığı deveyi aldığı adamı parasını vermek için aradı ama bulamadı.

Efendimiz’e (sav) gelip olayı anlattı. Efendimiz şöyle buyurdu:

- Senden birşeyler isteyen dilenci, cennet meleği Rıdvan idi. Sana deveyi satan, Mikail aleyhisselam idi. Senden deveyi satın alan ise Cebrail aleyhisselam idi.

Bu hadise üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Bir başka rivayete göre, bu ayet-i kerime Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf hazretleri hakkında nazil olmuştur.

Hz. Osman Tebük Seferi sırasında ‘ceyşü’l usra - Güçlük Ordusu’ olarak adlandırılan İslam Ordusu’na yükleriyle beraber bin deve ve bin dinar tasadduk etti. Bunun üzerine Efendimiz (sav) ellerini kaldırıp şöyle dua etti:

- Allahım! Ben ondan razıyım, Sen de ondan razı ol!

Abdurrahman b. Avf ise, malının yarısı olan dört bin dinar tasadduk etti. Efendimiz’e (sav) gelip;

- Benim sekiz bin dinarlık servetim var. Bunun dört bin dinarını kendim ve ailem için ayırıp bıraktım. Dört bin dinarını da Allahu Teâlâ Hazretlerine ödünç veriyorum, dedi.

Efendimiz (sav) ona da şöyle dua etti:

- Allahu Teâlâ senin yanında alıkoyduğunu da, Allah için verdiğini de senin hakkında mübarek ve bereketli kılsın!

İşte Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın halleri buydu. Onlar mallarını seve seve tasadduk ettiler. Başa kakma ve gönül incitme gibi hiçbir şey onların akıllarına bile gelmedi.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Allah (cc) yolunda infak Allah’tan gayrıyı talepte değil, sırf Allah’ı talepte yapılan infaktır. Dünya ve ahiret nimetlerini talep etmemektir. Nitekim İnsan suresi dokuzuncu ayette ‘Biz sizi Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık beklemiyoruz’ buyrulmuştur.

Menn; malın kendinin olduğunu sanıp infak etmek demektir. Bilmez ki mal Allah’ındır, kendisi Allah’ın kuludur, infak da Allah’ın tevfiki iledir. Dolayısıyla başa kakmak Allah (cc) üzerine olur. ‘İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki; ‘Müslüman olmanızı başıma kakmayın, eğer doğru kimseler iseniz, size iman yolunu gösterdiği için Allah (cc)’a karşı siz, borçlu durumdasınız’ (Hucurat, 17)

Kulun infakta ve diğer amellerde minnet etmesi mükafata tamaı veya azaptan korktuğu içindir. Sanki şöyle diyor: ‘Ben bu ameli senin için yaptım. Senin üzerine de karşılık vermek vaciptir. Hakkımı eda et.’

Bu; hakikat-i halde gafildir. Oysa iyilik ve kötülük adına yaptıkları kendinedir. ‘Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük etmiş olursunuz.’ (İsra, 7)

Amel yapması kendi kudretiyle, meşietiyle değildir. Çünkü Saffat, 96’da ‘Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır.’ Yine Tekvir, 29’da ‘Siz dileyemezsiniz, ancak Allah (cc) diler’ buyrulmuştur.

Hakikatte kulun Rabbinden bir hakkı yoktur. Ancak o sevap hırsıyla, azap korkusuyla talep eder. Eziyet; Allah'tan, Allah'tan gayrıyı talep etmektir.

Ahmet b. Hudriye rüyasında Rabbini gördü. Ona şöyle diyordu: ‘Ya Ahmet, bütün insanlar Benden talep ederken, Ebû Yezid sadece Beni talep ediyor.’

‘Onların mükafatları Allah (cc) katındadır, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.’

Allah’tan gayrıyı talep etmeden infak edenlerin mükafatı 'indiyyet makamı'na ulaşmalarıdır. Kamer, 55’te ‘Muktedir Melik katında’ buyrulmuştur. Yani onları cennet veya cehenneme tenzil etmez, ancak Allah (cc) kendi indinde konuklandırır.

 

Belagat

✽ 'فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ Allah yolunda' izafeti, sebep-müsebbep alakasıyla mecazı mürseldir. Allah'a giden sebepler için harcamaya işarettir. Özellikle 'فِي içinde' harf-i ceri seçilmiş, üstünde olsa sağa-sola kaçabilir. İçinde olunca ifrat tefritten uzak itidalde infak etmeye işarettir.

✽ 'Sonra infaklarının ardına menn ve eza takmayanlar' infak edenin vermeyi hazmedemediğine, infakını takiben hemen eziyete başladığına tariz.

✽ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ cümlesinde "ثُمَّ " zaman uzaklığı edatı, mertebe uzaklığını ifade etmek için istiare edilmiştir. Asıl manası fiilin vukuunun zamanındaki terahidir. İstiare manası ise fiilin vücudunun devamı ve beka zamanındaki terahidir.

✽ لَا يُتْبِعُونَ fiilinde istiare-i tebaiye ve tecessüm vardır. Sanki yapılan infak, düşman tarafından kapıp kaçırılmış, o da hiç vakit kaybetmeden eziyet veren sözleri, minneti o infakın peşine takmış ki verdiği şeyin elinden tamamen çıktığını hissetmesin.

✽ "مَناًّ وَلَٓا اَذًى" Hususiden sonra umumiyi zikirle itnabdır. Çünkü eziyet minneti de içine alır.

✽ " لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ " cümlesinin başına, sebep ifade eden ف gelmesi gerekirken gelmedi. Bu mükafatın minnetsiz ve ezasız infaka verilmesi, 'Sebep budur' denmesine ihtiyaç duyulmayacak kadar açık olmasındandır.

✽ Ayrıca mübteda mevsuf veya mevsul (ismi mevsulün sılası) olduğunda, habere ‘ف’ harfi dahil olarak, şart ve ceza manasını düşündürür. Burada kasır ifade etmemesi için haber ‘ف’ den ayrıldı. Makam şart ve ceza makamı değildir. Makam, bu mükafata müstehak olanı beyan etme makamıdır.

✽ Yani ecrin hakiki sebebi infak değildir; hakikatte ecri verenin Allah olduğuna işaret için ف gelmedi. (Yani illa da infak edip ecir alınacak diye bir mecburiyet yoktur, Allah'ın lütfuyla ecir alınabilir.)

✽ 'Mükafatları Allah katındadır' cümlesi, iyilik yapılan kimseden karşılık göremeseler dahi mükafatları her zaman ind-i ilahide kayıtlı olduğuna, bu ihlaslı insanların nankörlüğe aldırmadığına kinayedir.

✽ خَوْفٌ ve يَحْزَنُونَ fiilleri arasında muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf vardır. Aralarında و atıf harfiyle vasıl; tezayuf olmuştur. Korkmak ve hüzün birbiriyle bağlantılıdır. Korkulan şey başa gelince ardından hüzün takip eder.

✽ Dal bil işaresi ile; bu ihlaslı insanların vermekten korkmadığını bildirir. Çünkü onlar mert ve cömerttirler. Kendi ellerinde olana değil, Allah'ın elinde olana güvenirler. Bu yüzden onların 'biter' korkusu yoktur. Fakir düştükleri zaman da Allah'ın kendilerine verdiği diğer zenginlikleri düşünerek mahzun olmazlar.