275- Faiz yiyenler kabirlerinden kalkamazlar. Ancak şeytanın kendisini çarptığı delirmiş kimse gibi kalkarlar. ‘Ticaret ne ise faiz de odur!’ dedikleri yüzünden böyle olacaktır. Oysa Allah ticareti helâl, faizi haram kılmıştır. Rabbinden kendisine öğüt erişip faizcilikten vazgeçen kimseye gelince bundan önce aldığı onundur. Kendisi hakkında kararı Allah verecektir. Faize tekrar dönenler ise, cehennem sakinleri olarak orada ebedi kalacaklardır.
Âyetlerin öncesiyle münasebeti
Yüce Allah bundan önceki âyetlerde temiz kazançlardan harcama yapılmasını emrederek Allah yolunda harcamaya teşvik etti. Bu âyetlerde ise onun tam zıddı olan, kirli kazanç faizi anlatmaktadır. Faiz; cimrilik, çirkeflik ve pislikten başka bir şey değildir. Sadaka ise, bir ihsan, lütuf ve temizliktir. Temiz kazanç ile kirli kazanç arasındaki fark açıkça ortaya çıksın diye, Allah yolunda harcama işinin hemen peşinden faizi anlattı. Nitekim "Eşya zıddıyla bilinir."
Riba, lugatta fazlalık manasındadır. "Riba yiyenler" sözünden murad, "riba (faiz) ile alış-veriş edenler" demektir.
Ribanın Çeşitleri
Riba, ribe'n-nesie ve ribe'l-fadl olmak üzere iki kısımdır.
Ribe'n-nesie (vade dolayısıyla faiz)
Bu; ya karzda, borçta olur veya satışta olur. Karzdaki şekli şudur: Muayyen miktardaki bir malı meselâ bir yıl veya bir ay gibi sınırlı bir zamana kadar karz olarak vermek, bununla birlikte sürenin uzaması durumunda ödem e esnasında fazlalığı şart koşmaktır.
Araplar arasında cahiliye dönemind e tanınan ve bilinen faiz şekli buydu. Onlar başka türlü faiz bilmiyorlardı. Belli bir malı her ay muayyen bir miktar almak üzere başkasına veriyorlardı. Borcun tahsil edilme vadesi geldiği zaman borçludan borcun tümünü isterlerdi. Eğer tümünü ödemesi mümkün olmazsa hem vadeyi, hem de alınacak hakkın miktarını arttırırlardı ve şöyle derlerdi:
Ya borcunun tamamını ödersin yahut faiz ödersin. Yani vadeyi uzatmakla birlikte ödemen gereken borcun da yüksel ir. O bakımdan borçlu kimse malın miktarını artırır ve alacaklı da ona süre tanırdı.
Bu; şu anda bankalarda kullanılan faiz şeklidir. Kur'an-ı Kerim'in ha ram olduğunu açık nasla belirttiği faiz budur.
Ribe'l-fadl, bir diğer tâbir ile, "ribe'n-nakd" (mal değişimi esnasındaki fazlalık)
Meselâ, bir çuval buğdayı, iki ay sonra ödenmek üzere birbuçuk çuval karşılığında satm ak. Yahut bir kile buğdayı üç ay sonra ödenmek üzere iki kile arpaya satmak gibi. Bu da açıkça görülen bu fazlalık sebebiyle haramdır. Kimi zaman fazlalık olmaksızın da böyle bir alışveriş yapılır, bu da aynı şekilde haramdır. Meselâ, peşin teslim edilecek bir rıtıl hurmayı, vadeli olarak sonradan teslim edilecek bir rıtıl hurma karşılığında satmak gibi. Böyle bir satışa ancak peşin olarak verilenin kıymeti, teslimi ertelenenden daha değ erli olduğu için baş vurulur. Çünkü muayyen olarak verilen bir şey, her zaman için zimmette alacak olandan daha iyidir. Muaccel (peşin) olan bir şeyin kıymeti vadelinin kıymetinden daha fazladır.
Ribe'n-nesî'nin haramlığı, Kur'an ile; ribe'l-fadl'ın haramlığı ise sünnet iledir.
Bilal (ra), Resulullah'a Burni cinsinden hurma getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?' buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Resulullah: `Ah! Tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu.
Altınla altın, gümüşle gümüş, buğdayla buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma, tuz ile tuz ribevi ürünlerdendir, misli misline ve elden ele (mübadele edilmesi caiz) dir. Her kim artırır yahut fazla almak isterse, muhakkak riba yapmış olur. Bunda alan ve veren müsavidir. Hadisi Şerif; Müslim
Kim "icbâ" yaparsa faizle alış-veriş yapmış olur. Hadis-i Şerif
İcbâ, ürün iyice kendini belli etmeden onu toptan satmaktır.
Riba (faiz) yiyen, yediren, şahidi olan, onu yazan ve onu helal sayan lanetlenmiştir. Hadisi Şerif
Bu hadisi şerif, ribânın haramlığının sadece onu yeme ile ilgili olmadığını göstermiştir.
- Kıyamet günündeki kalkıştır.
- Kabirden kalkıştır.
- Her iki manayı da almak doğrudur.
Bu ifade, cahiliye döneminin batıl inançlarına uygun olarak nazil olmuştur. O dönemde insanların cinler ve şeytanlar tarafından çarpılarak akıllarının karıştırıldığına, saralı hale getirildiğine inanılırdı.
Mess, delilik, habt da doğru dürüst ayakta duramam ak demektir. Bu âyetin, faiz yiyeni sar'aya tutulmuş kimse gibi canlı bir şekilde tasvir ettiği kadar, hiçbir manevi tehdit duygulara tesir edemez.
Yüce Allah faiz alanları, şeytan çarpmış saralı kişilere benzetti. Zira Allah (cc), onların yediği faizi karınlarında arttırdı ve onları ağırlaş tırdı, böylece düşüp kalkan deliler haline geldiler. Said b. Cübeyr: "Faiz yiy enlerin, kıyamet günündeki alâmeti budur" der.
Faiz; başkasının malını karşılıksız almaktır. Borç alan kimse büyük bir nefret ve kin duygusu içinde borcunu para sahibine öder. Faiz yemeyi alışkanlık ve geçim vasıtası haline getiren insanlarda, herhangi bir ahlaki vasıf veya fazilet duygusu aramak boşunadır. O; insanların en tembeli, en gaddarı, en ahlaksızıdır.
Fâiz yol uyla insanların mallarını yiyenler kıyamet günü sara'ya tutulmuş, şeytan ın messine maruz kalmış deli birinin doğru dürüst ayakta duramayışı biçiminde kalkacaklardır. Hareketleri itib ariyle daha çok dengesiz, düzensiz ve ağır olacaklardır. Buna seb ep ise faiz yoluyla yedikleri haram malın kendilerine vereceği ağırlıktır. Bu, ayağa kalkıp doğrulmak istedikleri her seferinde tökezleyip düşmek suretiyle diğer insanlardan ayrı bir özellikte olmalarına sebep olacaktır.
Bunun dünyadaki örneği, iflas eden bankaların önünde insanlıktan çıkmış vaziyette etraflar ına saldıracak kadar delirmiş insanlardır.
Deli biri nasıl ki dengeli davranış sergileyemiy orsa, ne yaptığını bilmez bir durumdaysa aynı şekilde fâizle ins anların kanlarını emebilmek için onlara borç veren kişi de bu gel ire ulaşabilmek için o kadar dengesizleşir ki şuurunu kayb eder. Para hırsıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu adam ın çevresine nasıl zarar verdiğini bir düşünün.
Faiz aşkı onun aklını başından o kadar almıştır ki haşir gününde şeytanın dokunup çarptığı gibi, yani duygularını kaybetmiş biçimde kalkacaktır.
Faiz alanı şeytanın çarpması, bu dünyada da delilik, psikolojik rahatsızlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Faiz alan insanlar, mutlaka ya kendilerinde, ya da ailelerinde bu sorunlarla karşılaşmaktadırlar.
Loto, toto, at yarışları ve piyango benzeri şans oyunlarında kazanan talihlilerin intihara varacak kadar vahim halleri de bu konuda açık örnektir.
Bir de bu dünyada şeytan bazı insanları çarparak onları All ah yolundan uzaklaştırır.
"İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin ederim ki onl ar dan, ihlâslı (seçkin) kulların müstesna hepsini azdır a cağım." (Sâd, 82)
Fâiz yoluyla insanların mallarına göz dikenler, hem dünyada hem de âhirette şeytanların çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını, fikirlerini, zamanlarını sırf para kaz anmanın peşine takıp, maldan, paradan, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal harek et edemezler.
İn sanlar onları gördükleri zaman denges izliklerini, anormalliklerini hemen anlarlar. Dünyalık elde edeceğiz, daha çok para kazanacağız, lüks yaşayac ağız diye borsaların peşine, dükkanların, tezgahların peşine takılmış, bir oraya bir buraya koştururken durup düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek, çoluk çocuğunu müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamıştır.
Doğru yoldan sapmış olan insanlık, faizli sistemin zulmü altında şeytan çarpmışa dönmüştür. Bugün dünya, maddi olarak yükselmesine rağmen sıkıntı, ızdırap ve kork unun, sinir ve ruh hastalıklarının hakim olduğu bir dünyadır. Bu; onların dünyadaki halleridir, âhirette ise du rumları çok daha korkunç olacaktır.
Üç kişiye itibar edilmez:
1- Cenazede para için ağlayan kadına,
2- Şarkı-türkü söyleyenlere,
3- Faiz yiyenlere.
Kâfirin hayatı "Allah’la insanlık arasında hiçbir ilişki yoktur" il kesine dayanır. Fâiz düzeninde insan yeryüzünün efendisidir ve hiçbir sor umluluk altında değildir. Kâfir (kendince) Allah’ın hiçbir em riyle mükellef değildir. O her şeyde ve her konuda hürdür.
Malı konusunda da bedeni konusunda da Allah’a karşı, insanlara karşı hiçbir sorumluluğu yoktur. Karnını şişireb ilecek bir fırsat buldu mu isterse bundan dolayı milyonlarca insan rahatsız olsun fark etmez. Onun için bu konuda Allah ne demiş, nasıl demiş; hiçb ir önemi yoktur. Akıllarınca istidlal yaparlar ve böylece sonuca gitmeye çalışırlar.
Hz. Ali anlatır: “İnsanlar “inandık” demekle imtihan edilmeden bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar!” ayeti indiğinde anladım ki, Resulullah aramızdayken bize fitne inmez. “Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın bu ayetle sana haber verdiği fitne nedir?” dedim.
Şöyle buyurdu:
“Ey Ali! Bu kavim mallarıyla aldanacak, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak, rahmetini dileyecek, azabından emin olacaklar. Haramını yalancı şüpheler ve gaflete düşürücü isteklerle helal kılacaklar. Böylece içkiye nebiz (şıra), rüşvete hediye, faize alışveriş adını takarak helal sayacaklar.”
Bugün fâiz in haramlığını inkâr edenler aynı şeyi söylüyor: 'Farz edelim ki bir adamın yüz milyon lir ası var. Bu adam bu parayla ayak- kabı alarak sattığı zaman yirmi mily on lira kâr edecektir. Aynı adam bu yüz milyonu tic arette kullanmayıp, yüzde yirmi fâizle birine verip sonunda yine yirmi milyonunu alıyor. Bunun ötekisiyle farkı nedir? Borç ve ren, par asını borç vermeyip çalıştırsaydı zaten o kadar kazanacaktı, borç verdiği insandan bu kadar parayı almas ında ne mahzur var?' diyorlar. Bu sorulara şöyle cevap verilebilir:
1-) Mü'min oluşumuzun gereği peşinen kabul etm işiz ki; Allah bir şeye helâl diğerine haram demişse bu kon uda bir şey demeye gerek yoktur. "Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır." O halde bunun hiçbir izahı olmasa da müslüman bun a iman etmek zorundadır. İmanın gereği bu teslimiyettir. Buna itiraz edenler ancak inanmayan ve Allah’a teslim olmayanlardır.
2-) İslâm’ın caiz gördüğü alışv eriş ancak ihtiyaçtan dolayı yapılır ve bir mala karşılık ald at madan mal verme esasına dayanır. Alanın da satanın da karş ılıklı rızasıyla, hiçbir baskı olmaksızın kabulü şartına dayanır. Alıcı ihtiyaç duyduğu şeyi satın alır, satıcı da bu malı alıcıya getir irken harcadığı iş gücü ve masraflar için kâr alır.
Halbuki fâizde, fâizle borç alan kişi, borcu verene oranla daha za yıf ve muhtaç olduğu için kendisine borç verenle eşit şartl arda bir anlaşma yapamaz. Fâiz, ihtiyaçlı kimselerin sıkıntılı anlar ında, rızaları olmadan onl arı sömürmektir. Başka şartlarda o paranın kendisine verilmesini canı gönülden isteyen, ama imkânı olmadığı için bu şekilde almaya mecbur kalan kişi 'belki kazanırım' ümidiyle aldığı para ile eğer kazanırsa kaz ancını o fâizciye verir, kazanamazsa da mahvolup gider. Kat kat katlanacak fâiz borçları yüzünden borç veren fâizci bazen borçlun un tüm kârını alabilir, kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu kişi alacaklıya karşı borcunu ödeyememiş durumda olabilir.
3-) Ticarette de, fâizde de malın dönüşümü söz konusudur. Ama faizde risksiz, zahmetsiz ve sabit bir gelir varken, ticarette hem sermaye, hem de iş gücü yâni emek devreye girer.
Ticaretle uğraşan kişi tüm zamanını, gücünü, aklını, fikrini ve sermayesini kullanmakta ve başar ılı olabilmek, kaybetmemek için elinden gelen çabayı gösterm ektedir. Buna rağmen yine de sabit bir kazanç elde edeceği kesin değildir, kazanabilir de kaybedebilir de. Her ân sermayesini bile kayb etme riski vardır. Ama tam tersine fâizli bir yere sabit bir kârla parasını yatıran fâizci, hiçbir zarar iht imaline girmeksizin sabit kârı garantilemiştir. Nasıl olur da fâizle alışveriş aynı şey olabilir?
Bütün ülke insanları böyle bir riskle karşı karşıya iken, herkesin fedâkârlık yapmak zorunda kaldığı bir ort amda, tüyü bitmemiş yetimleri bile fâiz borçlarıyla savaş galiplerine borçlandırmaya kimin hakkı vardır?
4-) Kimileri de fâizi kira karşılığında verilen ev veya dükkan gibi mülkler karşılığında alınan kazanca benzetir. 'Dükkanını, evini ki raya vermiş biri, kiracısından nasıl para alıyorsa biz de paralarımızı borç verdiğimiz kimselerden, paralar ımızı kullanmalarının karşılığı olarak fâiz almamızda bir mahzur yoktur' der .
Halbuki bu ikisi birbirlerinden çok farklıdır. Kir aya verilen ev sahibinin mülkündedir. O ev kiraya verilince sahibin in mülkünden çıkmaz, sadece ondan yararlanma hakkı kiracının eline geçer. Kiracının elinde olmayan sebeplerle o eve bir zarar gelmişse bunu kiracı değil ev sahibi üstlenir. Meselâ bir zelz ele sonucu ev yıkılsa veya başka bir sebeple ev yanıp kül olsa bund an kiracı sorumlu değildir. Halbuki fâizli borçta; para sahibinin mülkünden çıkmış borç alanın mülküne intikal etmiştir. Elinde olmayan sebeplerle o paraya bir telef gelse alacaklı bundan kendisini sor umlu tutmaz. Çünkü o sadece her hâlükârda kazanacaktır. Halbuki onu çalıştıran borçlu kişi hem kazanabilir hem de kaybedebilir.
Yâni fâizli borçlarda borçlu; hem aldığı ana parayı üretmeli, hem de fâizi karşılayacak parayı da kazanmalıdır.
Allah, sahih, hakiki bir mübadele olan alışverişle, yalancı, vehmi mübadele olan faizin arasını ayırmıştır. Bu ikisinin arasındaki zıdlığı kaldırmaya çalışmak, ikisinin helal ve haramlığını karıştırmak, nur ile zulmeti birbirine denk saymak kadar bir cinnettir.
Alış-verişte garantili kazanç bulunmadığı için, ticarette cemiyetin faydası vardır. Faiz ise cemiyetin zararına, beşeri hayatın ifsadına sebep olur.
Peygamberimiz de İslam Devletinde faizin tamamen kalkması için devamlı çalışmıştır. Mekke’de Muğireoğulları faizcilik yaparlardı. Halktan birçok alacakları ve faizden kazanılmış malları vardı. Peygamberimiz bunların hepsini iptal etti ve Mekke’deki valisine bu adamlar faizcilikten vazgeçmezlerse onlarla vuruşmasını emretti.
Veda Haccı'nda şöyle buyurdu:
“İslamiyet’ten önceki devrin faizi üzerlerinizden kaldırılarak iptal olunmuştur. Ancak ana paralarınızı alırsınız. Ne zulüm etmiş olursunuz ne de zulüme uğrarsınız. İlk iptal edip kaldırmaya başladığım faiz, amcam Abbas İbnul-Muttalip’in faizidir.”
Böylece Arapların en büyük ve ileri gelen faizcilerinden biri olan amcası Abbas’ın faizini iptal etmiştir. Yine bir hadislerinde faizi yiyeni de yedireni de, şahitlik edip yazışmalarını yapanı da lanetlemiş ve “Eşittirler” demiştir.
İmanla faiz birbirinin zıddıdır. Hiç bir zaman birleşmezler.
Duanın kabul olmasını istersen haram işlemekten, faiz ve haram yemekten sakın.
✽ ✽ ✽
Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a bir miktar borç vermişti. Hz. Ubey, borcunu ödemekten ayrı olarak, bir hurmalığını da hediye etmek istedi. Fakat Hz. Ömer bunu faiz sayarak kabul etmedi. Hz. Ubey, hediye ettiği bu hurmalığın borçla alakası olmadığını ve sadece Allah rızası için vermek istediğini bildirince, bu sefer Hz. Ömer kabul etti.
✽ ✽ ✽
Allahu Teala faize haram hükmünü yerleştirir yerleştirmez nizamını tatbik ediyor. Kim Rabbinden gelen öğüdü dinler ve faizden vazgeçerse daha önce aldığı faizler kendisinden tekrar alınmaz.
• 'İşi Allah’a kalmıştır.' Kıyamet günü onun hakkında Allah hü-küm verecektir. Allah dilerse onu bağışlar dilerse bağışlamaz, onu ancak Allah bilir.
• 'Ayetin nüzulünden evvel aldığı fâizleri ondan almaya kalkma-yın' anlamınadır. Daha önceki aldığı fâi zler ondan istenmemelidir.
• Bu kişi kend isini affettirebilmek için bolca infakta bulunmalı ve Rabbini kendis inden razı etmelidir, elindeki önceden kalma fâiz biri kimleri konusunda işi Allah’a kalmıştır.
Bu ifade, bu hükümden önce alınan fâizlerin helâl olduğu anlamına gelmez. Zira âyet-i kerîmede onların Allah’a havale edil eceği vurgulanıyor. Öyleyse bu âyet gelmeden önce, ya da kendisine fâizin ha ram edildiği hükmü ulaşmadan önce alınmış fâiz malları varsa, kişi bu fâiz paralarını kendisine harcam amalı, haklarını gasbettiği insanları bular ak mümkünse bu haklarını onlara geri vermelidir.
Eğer bu mümk ün olmuyorsa bu pisliği malının içinden çıkarıp orduya silah olarak kullanılması için vermelidir. Bu haram serveti her şeye rağmen kullanmaya devam edenler, geçmişte yapt ıkları bu amelleri sebebiyle cezalandırılacaklardır.
Bu tehdit, isyan eden her kulun dikkate alması gereken çok büyük bir vaiddir.
✽ ✽ ✽
Habib Ebû Muhammed gizlice insanlara faiz veren bir tüccardı. Bir gün yolda giderken sokakta oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar birbirlerine: 'Faiz yiyen adam geliyor' dediler. Bunun üzerine Habib boynunu büktü ve;
-Ya Rabbi sırrımı çocuklara bile aşikar ettin, dedi. Dönüp evine geldi ve bütün servetini topladı. Sonra şöyle dedi:
-Ya Rabbi bu mallar karşısında nefsime esir oldum. Bu malları vererek azat olmak istiyorum.
Sabah olunca bütün malını sadaka olarak dağıttı. Yine bir gün o çocukların yanından geçerken, çocuklar onu görünce birbirlerine; -Sessiz olun Allah (cc)’ın abid kulu Habib geliyor, dediler.
Habib bunu duyunca ağladı ve:
-Ya Rabbi! Sen bir defasında yerdin, bu sefer de övdün. Bunların hepsi Sen’in katındandır, dedi.
✽ ✽ ✽
Ahirette azaba uğrama tehdidi, faizden kaçınma duygusunu kalplerde kökleştirir.
İsrâ gecesi karınları evler gibi olan ve karınların ın etrafında yılanların dolaştığı bir topluluğa uğradım. "Bunlar kimlerdir ey Cibril?" diye sordum. O da: "Bunlar fâiz yiyenlerdir" cevabını verdi. Hadis-i Şerif
Faiz yetmiş üç bölümdür. En basiti kişinin anası ile nikahlanması gibidir. Faizin faizi ise müslüman kişinin ırzıdır. Hadis-i Şerif
Bir kimsenin faizden bir dirhem kazanması Allah katında 36 zina günahı işlemesinden daha büyüktür. Faizin en beteri, Müslüman kardeşinin namusuna göz dikmektir. Hadis-i Şerif
Faiz yemek dünyaya hırslı olmaktır. Faiz yiyenin hali, yiyip doymayan sonra da kalkmaya gücü yetmeyen köpek gibidir. Haksız olarak hırsla toplar, başkasının hakkını alır, insanlara zarar verir. Bir de faizle alış verişi bir tutar.
Üç karanlık günahın içinde kalır; hırs, isyan ve dünya karanlığı. Hakiki mümin olmanın şartı Allah (cc)’tan korkup fazlalıkları, ihtiyacı olmayanları terk edip din mertebelerinde terakki ile meşgul olmaktır. Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Kendini ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmemesi kişinin İslamiyet’inin güzelliğindendir.’
✽ 'Faiz yiyenler' اَلَّذٖينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا cümlesinde müsnedin ileyhin ism-i mevsul gelişi, ayrıntılı haber vermek ve müsnedin zem üzere mebni olduğunu bildirmek içindir.
✽ أكل, hakikatte yemeğin yutulmasıdır. Sonra bir şeyden faydalanma ve hırsla almaya ıtlak olmuştur. Aslı, istiarei temsiliye olup hakikati örfiye dönüşmüştür. Camisi; faydalanmak, istifade etmektir.
✽ Ribanın kendisi yenilmez, ancak onunla yiyecek şeyler satın alınmak sureti ile yenilmiş olur. Bundan murad, ribâ (faiz) ile alış-veriş yapmaktır. Maksadın büyüğü "yeme" ile alakalı olduğu için "yiyenler" tabiriyle anlatılmıştır, tağlibtir.
✽ 'Şeytanın çarptığı gibi kalkarlar' teşbihinde; müşebbeh; faiz yiyenlerin mahşerdeki dirilişi, müşebbeh-i bih; şeytan çarpması ile sarsılmış bir insanın doğrulmasıdır. Vech-i şebe denge kuramamak, bir türlü doğrulup yoluna gidememek, sabit duramadığı için kendine yararlı bir iş yapamamaktır.
Aslında şeytan insanı fiziksel olarak çarpmaz, ancak o devrin inancına göre şeytanın çarptığı kişi sara gibi hastalanır. Bu nedenle gayrıdan hikaye yoluyla müşakale olmuştur. (Hıristiyanların kutsal boya inancına atfen gelen 'Allah'ın boyası' ayetinde olduğu gibi.)
✽ 'Bu; onların "alışveriş de faiz gibidir" demelerindendir' cümlesinde uzaklık ifade eden ذَلِكَ ism-i işareti, zımnen bu sözün son derece çirkin olduğunu bildirir.
✽ 'Alışveriş de faiz gibidir' cümlesinde, teşbihin en yüksek mertebelerinden olan 'teşbih-i maklûb' vardır. Müşebbeh, müşebbehi bih yerine konulmuştur. Eğer teşbih-i maklûb olmasaydı; "Faiz alışveriş gibidir" denilirdi. Fakat onlar, faizin helâl olduğuna o kadar inandılar ki, bu inançları onları, faizi, kendisine kıyas yapılan bir asıl saymaya sevketti ve neticede alışverişi ona benzettiler.
✽ "Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı" cümlesinde müsnedin ileyhin özel isim gelişi; tazim, gayrılardan ayırıp zihne yerleştirmek içindir.
✽ "Ve faizi haram kıldı" buyruğunda "الرِّبٰوا" kelimesinin başındaki "ال" cins içindir. Yani Allah riba türünü haram kılmıştır. Yoksa bu "ال" cahiliye dönemi faizi veya nesîe (vadeli) faizini ihtiva eden ve yalnızca o dönem için bilinen (ma'hud) faizi ifade etmemektedir. Nas, mutlak ifadesiyle bütün riba türlerini haram kılmaktadır. Tıpkı "Allah alışverişi helâl kılmıştır" buyruğundaki bütün alışveriş türlerini mubah kıldığı gibi.
✽ "Allah alışverişi helâl kıldı" ile "Faizi haram kıldı" cümleleri arasında ikili mukabele vardır.
✽ 'Kime Rabbinden bir öğüt gelirse' cümlesinde isnad-ı mecazi vardır. Öğüt gelmez, peygamber kendine gelen öğüdü ümmetine tebliğ eder. Mefule isnaddır.
✽ مَوْعِظَةٌ öğüt, kelimesi, emir-nehiy, hüküm anlamında istiare-i asliyedir. Camisi; kişinin hayrına vesile olması, uyarması, bilmediği bir konuyu hatırlatmasıdır.
✽ Burada 'Öğüt' kelimesinden kastedilen, faizin haram olduğunu bildiren ayet olduğu için, sıfatlı kinayedir.
✽ Lazım; vazgeçerse, melzum; faiz almayı bırakıp, tevbe ederse.
✽ 'Onun işi Allah'a kalmıştır' cümlesi tevcihtir. Eğer tevbe ederse, affeder, eğer aldığına pişman olmayıp 'Oh iyi ki almışım' derse bu günahın cezasını öder.
✽ Lazım; işi Allah'a aittir, melzum; siz artık hesap sormayın geçmişi karıştırmayın. Allah'a havale edin.
✽ 'Kime Rabbinden bir öğüt gelir vazgeçerse işi Allah'a aittir' cümlesi ile;
'Kim de dönerse cehenneliktir, orada ebedi kalacaktır' cümlesi arasında ikili mukabele sanatı vardır.
✽ 'İşte onlar cehennem ashabıdır' cümlesinde müsnedin uzaklık ifade eden فَاُولٰٓئِكَ ism-i işareti ile gelmesi, faiz yiyenlerin şer ve fesatta çok ileride, hayırdan çok uzaklarda olduklarını bildirmek içindir.
✽ 'Orada ebedi kalacaklardır' cümlesi, mübalağa nüktesi için gelmiş, itnabtan iygaldir.