285- Peygamber Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Hepsi de Allah (cc)’a, meleklerine, kitaplarına, ve O’nun peygamberine, ‘Peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız’ diye inandılar ve ‘İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüş de sanadır ancak!’ dediler.
Resûlullah önceden kitap nedir, iman nedir bilmezdi. O da kendisine inen Kuran'a, diğer semavi kitaplara, Resullere iman etti. Bu ayet, Kuran'ın bizzat Allah (cc) tarafından indirildiğine Resulün de bir kul olup inandığını bildiren -haşa- Kuran'ın peygamber tarafından uydurulduğunu söyleyen imansız güruha bir cevap niteliğindedir.
Bu ayet Mirac'da Efendimize vasıtasız geldiğinden 'Peygamber Allah'a inanır' kısmı hazfedilmiştir. Yani Allah'a inanmak şöyle dursun, o Allah'ı bizzat görmüş, ve doksan bin kelam etmiş, imanın zirvesi olan iman-ı hakikiye ulaşmış. Kendisinde vahiy gelmesiyle ilmel yakin, Miracda cemalullahı görmesiyle aynel yakin, öğrendiklerinin, gördüklerinin hakikatına vasıl olmasıyla da hakkal yakin hasıl olmuştur.
O, makam-ı kab-ı kavseyn sahibi olarak, ezeli ve ebedi olan her şeyi görüp, ümmetine haber vermiştir. Kıyamete kadar olacak şeyler ve önceden gelip geçen her şey, O'na gösterilmiştir. Bu nedenle ayetler gibi O'nun mübarek hadis-i şerifleri, olmuş olacak bütün meseleleri kapsamaktadır.
O Rabbinin izni keremi ile, ulum-u evvelin ve ahirin sahibidir. Kıyamete kadar olacak şeyleri bildiğinden mübarek sözleri geçerli ve "solmaz, pörsümez, yeni"dir.
‘Bu zamanda, o zamanda’ diye hadisleri, ayetleri inkar etmeye çalışan mülhidler halt etmişlerdir. Nefis ve şeytanın avukatlığını yapmaktadırlar. Olmuş olacak her şey kader planında mevcuttur, hükümler ona göredir.
Âyetin önceki âyetlerle münasebeti:
· Önceki âyette Allah'ın mülk, ilim ve kudretinin kemâli zikredildi. Bu ayet de, mü'minlerin Allah'a son derece bağlı olduğunu, kulluğun kemâlinde olduklarını beyan etti. Rubûbiyyetin kemali müminlere tecellî edince, müminlerden de kulluğun kemali zuhur etti.
· Allahu Teâlâ, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara, 294) buyurarak, bizim ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etti. Sonra bizim için bir medh ve övgü olmak üzere; "O Peygamber de kendisine indirilene imân etti, mü'minler de" (Bakara, 285) buyurdu.
Cenâb-ı Hakk sanki, lütfu ve keremiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar Ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak, senin için bir medh ü sena olacak olanları zikrederim... Sen böylece Benim, mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi, aynı şekilde cömertlik ve merhamette, iyilikleri izhar ve hataları örtmede de kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!"
· Cenâb-ı Hak Bakara sûresine, gayba iman eden, namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerinden infâk eden muttakîleri medhederek başlamış; sûrenin sonunda da, başında medhü sena ettiği kimselerin, Muhammed'in ümmeti olduğunu beyân ederek, "Mü'minler de her biri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız", (hepsine inanırız derler)" (Bakara, 285) buyurmuştur. Böylece sûrenin başındaki, "ki onlar gayba imân ederler" (Bakara, 3) âyetinin manası beyan edilmiştir.
"Dinledik, itaat ettik" cümlesi "namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler" (Bakara, 3) âyetinden kastedilen manadır.
"Affını dileriz ya Rabbi. Varış ancak Sanadır" cümlesi, "Âhirete ise yakîni ve kati olarak inanırlar" (Bakara, 4) âyetinden murad edilen manadır.
"Ya Rabb, unutur yahut yanılırsak, bizi tutup sorguya çekme" (Bakara, 286) cümlesi ile kastedilen, "İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidâyet üzerindedirler. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridirler" (Bakara, 5) âyetinden kastedilendir.
Bu, bir kitabın iki kapağı gibi, surenin başıyla tam uyan bir sondur. Muraat-ı nazırdan teşabuhel etraftır.
"O peygamber imân etti.." yani, muazzam deliller ve apaçık mucizeler ile Kur'ân'ın ve onda bulunan bütün hükümlerin Allah katından indiğini, bunların ne şeytanların ilkâsı, ne de bir sihir, kehânet ve göz boyacılığı olmadığını bilip, tasdik etmiştir.
Vahiy meleği Allah katından peygambere gelip de O'na, "Muhakkak ki, Allah seni, bütün varlıklara peygamber olarak yolladı" deyince, peygamberin, meleğin sadık olup olmadığını bilmesi, ancak, bu meleğin doğru söylediğini izhar edeceği bir mucize ile mümkün olabilir. Eğer böyle bir mucize olmazsa, peygamber, haber veren bu varlığın bir şeytan olduğunu düşünebilir.
Surenin başında Peygamberimiz'e muhatab sigasıyla hitab edilmişti. Burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şehadete uygun üslub, kendisi için şehadet edilenin muhatab alınmamasıdır.
Hz. Peygamber'in bilhassa Rabbinden indirilene imân ettiği ifâde edilmiştir. Çünkü Rabbinden kendisine indirilen, bazen vahyi metlüv olur, bazen de, peygamberden başkasının bilemeyeceği bir vahiy olur. O hususa sadece Hz. Peygamber imân etmiş olur, başkasının imân etmesi mümkün olmaz.
Bu ayet, Resulün azametine tazimdir. Resulullah'ın imanı müşahede ve iyana mebnidir. Müminlerin imanı burhan ve hüccetten neşet eder. İkisi arasında büyük fark vardır.
Peygamber insanlık için seçilmiş bir örnektir. Onun kişiliği, sıfatları ve pratik uygulamalar ı insan lara örnek olarak takdim edilmiştir. İşte burada da peygamberin Allah’tan kendisine gelenlerin tümüne iman ettiği bildirilerek O'na uymaları istendi. Resulullah; indirilene iman hükmünde asıl, müminler tabidir.
Peygamberin getirdiğine iman ettiği zaten bilinen bir husus olduğu halde özellikle altının çizilmesi; şu inceliği bildirir: Peygamberin dâveti kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyen, sırf başkalarına so rumluluk yükleyen bir çağr ı değildir.
Pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını sadece bir görev bilir. Kendisi çağırdığı dâvâya inanmamıştır. İnsanları düşünce ve sloganlarla harekete geçird ikleri halde, kendi çağırdığına inanmaz ve dâvâsını yaşamaz. Başkalarına yol gösterirken kendisi karanlıkta bocalar. Böylece insanları sömürmeyi hedeflemiştir. İnsanlar bu tür dâvetçilere hiçbir zam an inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama peygamberler böyle değildir. Peygamberler, kendi peygamberlik misyonuna, çağırdığı dâvâya herkesten önce inanır. Bu ayet bize de diyor ki: Dâvetçi başkalarını çağırmadan önce kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmelidir. Yoksa o mesaj muallakta kalır, dâvâsı icâbet görmez. Nitekim Zümer Sûresi'nde şöyle buyrulur:
"O ki gerçeği getirdi ve onu bizzat kendisi tasdik etti." (Zümer, 33)
Efendimiz'in isimlerinden biri de Resul'dür. Allahu Teâlâ'nın ona verdiği hususiyetlerden biri de bu isimdir. Kuran'da ona 'Ey Resul, Ey Nebi' diye hitab etmiş, diğer peygamberlere ise isimleriyle hitab etmiştir.
Resul, bazı özellikleriyle Nebi'den ayrılır. Resul kendisine vahyedileni tebliğ etmeye memurdur. Yeni bir şeriat getirir, önceki şeriatın hükümlerini kaldırır, hususi bir kitaba sahiptir. Nebi ise kendinden önce risalet verilen resulün şeriatını tekit için gönderilmiştir.
Kuran'da ve hadislerde 'Nebi, Resul' mutlak olarak zikredilince, Efendimiz kastedilir. O, evvelîn ve âhirînin her ferdine gönderilmiştir. Dâvet-i tâmme sahibidir. Risaleti umumadır. O, mutlak resuldür, habercidir ve bütün kapalı müşkilleri açıcıdır.
Onu kabul eden, 'Ya Resulallah' diyenler, onun ardından dünyayı idare etmiş kimselerdi. O kendini üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. Onun yetiştirdikleri arasında bir Ebu bekir, bir Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm) vardır ki, her biri cihanı yönetecek çapta insanlardır. Onların hiçbiri, önlerine gelen sıradan birine teslim olacak kişiler değildi. Bu da, O'nun kıymetinin delillerindendir.
✽ ✽ ✽
Bağdat’lı Ebu Cafer Seyelani anlatır: Bu yola girdiğim ilk zamanlar Allah’ın sevgilisini rüyamda gördüm. Büyük bir mecliste oturmuşlar; etrafında silsile büyüklerinden birçok zat… Göğün kapısını açtılar. Bir melek aşağıya indi; elinde bir leğen ve bir ibrik… Leğeni şeyhlerin her birinin önünden geçirdi. Herkes elini yıkadı. Sıra bana gelince biri seslendi:
- Leğeni çekin, o bunlardan değildir. İbriği tutan;
- Ya demek o bunlardan değilmiş! dedi ve leğeni götürdüler.
Varlığın nuruna yalvardım:
‘Ey Allah’ın Resulü, ben onlardan değilim ama bilirsiniz ki onları sevenlerdenim!’
Emir buyurdular: 'Bunları sevenler de bunlardandır!'
Leğeni tekrar önüme getirdiler, ellerimi yıkadım. Kainatın Efendisi gülümsedi:
- Madem ki bizi seviyorsun, bizimle berabersin.
✽ ✽ ✽
a) Cümle, bu kelime ile tamamlanmaktadır. "Peygamber ve mü'minler, ona Rabb'inden indirilene imân ettiler" manasındadır.
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ ifâdesi ile yeni cümle başlamıştır. O da, "Peygamber ile müminlerin hepsi, Allah'a imân etti" anlamındadır.
b) وَالْمُؤْمِنُونَ ile yeni bir cümleye başlamıştır, كُلٌّ اٰمَنَ onun devamıdır. Buna göre mânâ, "Peygamber, Rabb'inden kendisine indirilen herşeye imân etti. Mü'minlerin hepsi de, muhakkak ki Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettiler" şeklinde olur.
Bedi'den teşri kuralı vardır. Durulan yere göre mana farklılaşmaktadır.
Allahu Teâlâ müslümanları iman şerefiyle şerefyâb edip, Resulullah ile birlikte zikrederek, onlara yüksek bir mevki vermiştir.
İman
İman hazinesi, insanın en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür, vesvese ve kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.
İmanın halaveti, tatlılığı ancak bu hadiste belirtilen özelliklerle elde edilebilir. "İnandım" deyip inandıklarına karşı güvensizlik anlamına gelecek davranışlarda bulunmak zevksizliğin asıl sebebidir. Ağzının tadı bozulmuş olan insana en usta aşçı bile tatlı bir yemek sunamaz. Zira bozukluk içtedir. İnanç esaslarına karşı rıza seviyesinde bir güven duygusuna sahip olmayan kişi de imanından, ibadetlerinden zevk alamaz. Bu zevksizliğin sebebini dışta arar ve hayali suçlular icad eder. Oysa asıl sebep içindeki rızasızlık, güvensizlik, bir başka deyimle "kalitesizlik"tir.
Üç haslet vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
Allah ve Resulünü, Allah ve Resülünden başka her şeyden fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek, asla istememek. Hadis-i Şerif
Sahabe efendilerimiz, Resulullah'a
- En üstün amel nedir? diye sordular. Efendimiz :
- Allah'a ve Resulüne inanmaktır, buyurdu.
Efendimiz yine sordu:
- İman nedir bilir misiniz?
- Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dediler.
Hz. Peygamber şu cevabı verdi:
- Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir.
Tac marifet tacıdır, sanma gayrı tac ola
Taklid ile tok olan hakikatte aç ola.... Sunullah Gaybi
Bu cümle üslubunun, öncesinden farklı oluşu, Peygamberin müşahedeye ve görgüye dayanan imanı ile müminlerin hüccet ve delile dayanan imanı arasındaki farkı tekidle bildirmek içindir. Peygamberin imanı ile müminlerin imanı her yönden birbirinden farklıdır. Hatta bunu ifade eden terkip biçimleri de birbirinden farklıdır.
Bu cümle; iman şartlarından, dört mertebeyi bildirir.
♦ Allahu Teâlâya imân etmek.
Alemin, herşeye kadir olan, her şeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan âzâde bir yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. Bu sebeple Allah'a imân edip, O'nu tanımak, imânın temelidir.
Allah’a iman; O'nun Rab, Melik ve İlah oluşuna iman demektir. Allah’a iman Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamak, Al lah’ın belirlediği hayat programına inanmaktır.
Esmai Hüsna’yı, peygamberlerin lisanı üzerine indirilen ilahi kitaplardaki Allah’ın isimlerini bilmek de imanın bir kısmıdır.
"En güzel isimler Allah'ındır" (Araf, 180), "Hangi ismiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur" (İsra, 110), "En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olan her şey O’nu tesbih eder.” (Haşr, 24)
♦ Meleklere iman etmek.
Melekler, Allah ile insanlar arasında bir vasıtadır. Bundan dolayı, meleklere imân âyette ikinci mertebede zikredilmiştir.
Gayba iman duygusu, insanı hayvanlara mahsus hissiyatın hudutlarından çıkarır. Ayrıca gayba iman, insanın fıtratında derc edilmiştir. İnsan, hisleri ile anlayamadığı fakat fıtraten kabul ettiği bir takım gaybi hususlara inanmaya meyillidir. Eğer bu fıtrî eğilim iman hakikatleri ile karşılanmazsa, insan bu açlığı hurafe ve efsane peşine düşerek giderir. Meleklere iman, aynı zamanda gayba imandır.
Meleklere iman, onların masum ve temiz olduklarını bilmektir. "Kendilerine her suretle kahir ve hâkim olan Rab'lerinden korkarak, kendilerine emredilen şeyleri yaparlar" (Nahl, 50) ve "Onlar ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da" (Enbiya, 19).
Onlar, ancak Allah'ın zikrinden tad alır ve ibâdete ünsiyet duyar, bununla sevinir. Nasıl bizim hayatımız, havayı teneffüsten ibaret ise, meleklerin hayatı da Allah’ın zikri, O'nun tâati ve marifeti iledir.
Meleklere iman, Allah’ın melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle di yalog halinde olduğuna iman demektir. Allah'ın her ân mel ekleri vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna, melekler tarafından sürekli amellerimizin tespit edild iğine iman demektir. Meleklere iman hesap ve kitaba inanmak, âhiret hesabına göre bir hayat yaşamak gerektiğine iman etmektir.
Meleklere iman, müminin ufkunu genişletir, insanı kainat sahasının darlığından kurtarıp çevresinde inanmış, Allah'a muti kullarıyla birlikte olduğunu hissettirir, ünsiyet kazandırır.
Melâike kelimesi “melek”in çoğuludur. Esası «melek»tir. 'Risale, mektub' mânâsına olan «el-ülüke» kökünden gelir. Melek kelimesi Kuran-ı Kerim’de seksen sekiz defa tekrarlanır.
Melekler Allah ile insanlar arasındaki vasıtalardır. Onlar Allah'ın elçileridirler. Melekler lâtif cisimlerdir. Değişik şekillere girebilirler. Allah'ın Peygamberleri melekleri o şekilde görmüşlerdir. Melekler üç büyük gruptur.
İlliyyün, mukarrebun: Bunlar daima Allahu Teala’yı tehlil, tenzih, ibadet ve taatle meşgullerdir. Hakk Teâlâ (cc)' nın ma'rifetinde gark olmuşlardır. Muhabbetullah ile istiğrak halindedirler.
Müdebbirat: Kainatın nizam ve intizamını temin ederler. İlâhî Kalem'in cereyan ettiği hükmü yerine getirirler. Bu meleklerin bir gurubu yerde, başka bir gurubu da gökte vazife görürler.
Mürselat: Peygamberlere vahy-i ilahiyi ulaştırmakla görevlidirler. Bunlar genellikle bütün insanların ruhi halleri ve tekamülleri ile meşguldür.
♦ İmanın üçüncü mertebesi; Kitaplara imân etmektir.
Kitap, meleğin Allah'tan alıp, insanlara ulaştırdığı vahiydir.
Bunu, ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin, derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifâde olunan vahiyden öncedir. Bu sebeple, âyette "kitaplar" sözü, meleklerden sonra zikredilmiştir.
Kitaplara iman, kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy mahsulü olduğunu, kehânet, sihir, şeytan ve kötü ruhların ilkâsı olmadığını bilmektir. Bu imanla kişi, meleğin indirdiği vahye hiçbir şeytanın bir şey katamayacağını bilir. Kur'ân'ın değiştirilmediğine ve tahrif edilmediğine inanır.
Kitaplara iman Allah’ın vahiy gönderdiğ ine iman demektir. Allah’ın kullarını kanuns uz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına, kulların kitaptan sorumlu olduğun a, içindekilere göre bir hayat yaşamaya ve onlardan hes aba çekileceğine inanmaktır.
♦ Dördüncü mertebe; Peygamberlere iman etmek.
Peygamberler, vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler, mertebe bakımından kitaplardan sonradır.
Peygamberlere iman, insanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu bilmesi, onları takip etm eye, hayatta en büyük örnek olduk- larına ve adım adım tak ip edilmesi gerektiğine inanmasıdır.
"Biz, O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız" ifadesinden maksat; Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini kabul edip, Hz. Muhammed'i yalanlayan yahudî ve hristiyanların hatasını ve tutarsızlığını ortaya koymaktır.
Peygamberlerin vahiy aldıkları kaynak aynı kaynaktır. Bu nedenle müslümanın kalbinde peygamberler arasında bir tefrika yoktur. Bütün peygamberler gönderildikleri devirde, içinde bulunduklarıcemiyetin şartlarına uygun olarak İslam esası üzerine gönderilmişlerdir. En sonunda da peygamberlerin hatemi Muhammed Mustafa teşrif etmiştir.
Müslümanlar, bütün peygamberlerin taşıdığı risalet emanetinin hakkını teslim eder, yeryüzünde böylece Allah'ın dinini hakim kılarlar. Yeryüzünde Allah'ın sancağını taşıyacak olanlar Müslümanlardır.
"Ey Rabbimiz! Senin mesajın Peygamberlerin tarafından bize gelince biz onları işittik ve itaat ettik. Senden gelene iyice kulak ver dik, dikkatlice dinledik, anlamaya çalıştık ve itaat ettik. Kerhen değil tav'an, seve seve itaat ettik."
Allahu Teâlâ müminlerin sözünü hikaye vechiyle methetmektedir. İmanın en güzel tezahürü; Allah katından gelen herşeyi kayıtsız şartsız kabul etmek ve eksiksiz yerine getirmektir. İman, kalbe yerleşip, amellere hakim olan ruhtur.
"Dinledik" sözündeki 'dinleme', zahirî işitme değildir. Çünkü zahiren dinlemede övgüye lâyık bir durum yoktur. Bu ifâdeden murad, "Biz onu akıl kulaklarımızla dinledik, Onu anladık ve doğru olduğunu bildik; meleklerin ve peygamberlerin lisanı üzere gelmiş olan bütün mükellefiyetlerin hak olduğunu, kabul edilmesinin vâcib olduğunu bildik" mânâsıdır.
“İtaat ettik" cümlesi, inançlarının sahîh olduğuna, mükellefiyetlerden hiç birisini ihlâl etmediklerine delâlet eder.
“İşittik, itaat ettik”, “sözünü işittik, emrine itaat ettik” manasındadır. Fazla sözden sakınmak için, muhatapça anlaşıldığı için mefuller hazfedilmiştir.
✽ ✽ ✽
Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne birisi bir köle hediye eder; ‘Bu köleyi alın, zatınıza hizmetçi olsun!’ der.
Geylani Hazretleri köleyi alır, evine götürür. ‘Evladım, bak’ der, ‘Şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şu yemekler var.’ Sonra sorar: ‘Şimdi gördün bunları, nerde yatmak istersin?’ Köle cevaplar:
- Nereyi münasip görürseniz.
- Peki, hangi elbiseyi giymek istersin?
- Hangisini uygun görürseniz.
- Hangi yemeği seversin?
- Hangisini verirseniz.
Kölenin cevapları karşısında Geylani Hazretleri gözyaşı dökmeye başlar. Köle yaklaşır, ‘Efendim, özür dilerim, hata mı ettim acaba?’ der.
- Yok, evladım hata etmedin, isabet ettin. Keşke senin yaptığın bu itaat gibi ben de Rabbime böyle kullukta bulunsam da ‘Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan o evde yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen giyerim, hangi rızkı verirsen yerim. Başka talebim yok’ diyebilsem! Onun için ağlıyorum.
✽ ✽ ✽
Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda, her ne kadar bütün gayretlerini sarfettilerse de, kendilerinden bir kusurun sâdır olmasından korkmaktadırlar. Bunun için, "Ya Rabbena, mağfiretini isteriz" demişlerdir.
İşit mek indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir. Allah’ın kitabını önce işitmek, okumak, tanımak, sonra itaat etmek gerekir. Samimiyetle onları uygulamaya çalışmalı, sonrasında bunu yaparken işlenen kusurların affı dilenmelidir.
Peygamber “Benim kalbim de bulutlanır ve ben hergün ve gece Allah'a yetmiş defa istiğfar ederim” buyurmuştur.
Hz. Peygamber kulluk derecelerinde terakki ediyordu. Daha üstteki bir makama çıktığında, önceki makamı değersiz görüyor ve bundan dolayı Allah'tan mağfiret taleb ediyordu.
Bütün tâatlar, Allah'ın ilâhlık hakları karşısında, birer kusurdur. Allah'ın kibriya nurları karşılığında, mahlûkatın elde ettiği her bilgi eksiktir, kusurludur ve cehalettir. Cenâb-ı Hak: "(Onlar) Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (Zümer, 67) buyurmuştur.
Kul, kulluk mertebelerinin hangisinde olursa olsun, bu, Allah'ın kibriyasının celâl-i ile mukayese edildiğinde, istiğfar edilmesi gereken kusur olur. Allahu Teâlâ'nın “Bil ki, Allah 'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve günahın için istiğfar et” (Muhammed, 19) buyurmasındaki sır budur. Çünkü Hz. Muhammed'in kulluk makamları ne kadar yüce olsa da, her yükseldiği derece, Hz. Allah'a nisbetle noksandır. O da bundan dolayı Allahu Teâlâ'dan bağışlanmasını istiyordu. اِغْفِرْ غُفْرَانَكَ" ,غُفْرَانَكَ mağfiretini bize ver" demektir. Duâ cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela سَقْياً "sulamak" (yani bizi sula) ve رَعْياً "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdarında olduğu gibi.
غُفْرَانَكَ : "Senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" demektir. Bir sıfatta kâmil olan zattan, kâmil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur.
"Allah'ın yüz parça rahmeti vardır. Onlardan birini meleklere, cinlere, insanlara ve bütün hayvanlara paylaştırmıştır ki onlar bu rahmet ile birbirlerine merhamet ederler. Doksandokuz parça rahmetini ise, kıyamet gününe saklamıştır.” Hadisi Şerif غُفْرَانَكَ "Mağfiretini dileriz" duasında istenen mağfiret, Allah'ın kıyametteki büyük bağışlaması da olabilir. Sanki kul şöyle demektedir: "Günahlarım çok da olsa, mağfiretin benim günahlarımdan daha büyüktür. Senin celâl ve ulûhiyet sıfatlarından herbiri, ayrı bir yerde tecelli eder. Meselâ; kainattaki hayran bırakan tertip ve düzen olmasaydı, ilminin eserleri görünmezdi. Bunun gibi, kullarının günahı ve kusuru, aczi ve ihtiyacı olmasaydı, senin mağfiretinin eserleri de görülmezdi. Gufranın eseri de, ancak benim ve benim gibi suçluların üzerinde kendini gösterecektir, işte ben bu mağfiretini istiyorum."
Ey Rabbim! Ben seni henüz tevhidin ile anmadığım sırada beni terbiye edip büyüttün. O halde ömrümü senin tevhidin yolunda tükettiğim bu esnada, beni terbiye edip büyütmeni kereminden isterim.
Ben, henüz yok iken beni yaratıp terbiye ettin. Eğer sen, beni o zaman eğitip büyütmeseydin, zarara uğramaz, günaha düşmezdim. Çünkü o zaman, bir hiç olarak, yok olarak kalırdım. Fakat şu anda Sen beni terbiye etmezsen, çok daha büyük zarara uğrayacağım.
Beni ihmal etmemeni taleb ediyorum.
Beni, mazide terbiye edip büyüttün. İyi bir işi tamamlamak, başlatmaktan daha hayırlıdır. Mazide beni terbiye edişini, istikbalde terbiye etmen hususunda, yanında şefaatçi kıl, fazlın ve rahmetinle, bu terbiyeyi tamamla.
'Sonunda varılacak merci sensin, senden geldiğimiz gibi yine dönüp Sana geleceğiz. Sen de dilediğine mağfiret, dilediğine azab edeceksin. İşte biz şimdi Sana iltica ediyoruz, ve mağfiretini istiyoruz.'
Bu cümle, onların, mebde'i (başlangıcı) kabul edip ikrar ettikleri gibi, meâdi (âhireti) de ikrar ettiklerini açıklamaktadır. Mebde'ye iman, meâda imânın temelidir.
Kul, Allah'ın varılacak yegâne zât olduğunu, O'nun hükmünden başka hükme başvurulamayacağını ve izni olmaksızın, hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini bildiği zaman, tam ihlâsa erer, günahlardan kaçınması da mükemmel olur.
Duanız olmasa...
Hz. Peygamber "Duâ ibâdetin özüdür" buyurmuştur. Çünkü duâ eden kimse, kendisinin fakirlik, ihtiyaç, zillet ve yoksulluk makamında olduğunu; Allah'ın da celâl sıfatlarını, keremini, izzetini, azametini müşahede eder. Bütün tâat ve ibâdetlerden maksat ise budur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk, büyük ilimler ihtiva eden bu yüce sûreyi, duâ ve yakarışla bitirmiştir.
Duanın en güzel şekli, tevazu ve acziyet içinde yapılmasıdır. En güzel dua vakti, kişinin uykusunu terk ettiği ve Allah (cc)’a korku ve ümitle yalvardığı gece vaktidir.
✦ Duâ müminin silahı, dinin direği, yerin ve göğün nurudur. Hadis-i Şerif
✦ Allah (cc)’tan yüksek dereceleri isteyin, çünkü siz kerim olandan istiyorsunuz. Hadis-i Şerif
✦ Senden başkası için sıhhat ve selamet iste ki, sen de ondan nasibini alasın. Hadis-i Şerif
✦ Kulun kalbine dua etme arzusu geldiğinde Rabbine dua etsin. Hadis-i Şerif
✦ Çünkü Allah (cc) onu kabul edecektir. Hadis-i Şerif
✧ Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir îmânın neticesidir. Said Nursi
✧ Dua yapmaktan mahrum olmam, benim için duama icabet edilmemesinden çok daha zordur. Ebû Hazım Mekki
✧ Duada mübalağa etmek rızanın şartı değildir. Davud Kassar
✧ Allah (cc) bize yardım etmek isterse bize yalvarma ve münacatta bulunma meyli verir. Mevlana
✧ Allah (cc), kalbi temiz olmayan kimsenin duasını kabul etmez.
✧ Duadan hazzın, dileğinin yerine gelmesi olmasın. Sadece sevdiğine yalvarmaktan haz almalısın. Dua bir ricadır, bir şeyler dikte etmek değildir.
✧ Dua, seni gulyabani nefsin elinden kurtarır. Mevlana
"Amene'r rasûlü" diye başlayan bu son iki âyet Allah Resûlü’ne Cibril vasıtasıyla nazil olmamış, Efendimiz Miraç gecesi vasıtasız olarak bu âyetleri Rabbinden almıştır. Bakara sûresi Medeni bir sûredir. Mirâc ise Mekke’de vaki olmuştu. Dolayısıyla bu iki âyet önceden nazil olduğu halde, Medine’de nazil olan sûrenin bu son bölümüne yerleştirilmiştir.
"Rasûlullah’ın yanında Cebrâil’in olduğu bir sırada gökten bir ses işitildi. Cebrâil başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve; "Şu anda gökte açılan bu kapı şu ana kadar hiç açılmamıştır" dedi. O kapıdan iki melek indi ve Hz. Peygamber'in yan ına gelerek şöyle dediler:
"Ey Muhammed! Senden önce hiç bir peygambere verilmeyen, sadece sana verilmiş olan iki nûr dolayısıyla Sana müjdeler olsun! Bu iki nûrun birisi Fâtiha sûresi, diğeri de Bakara Sûresi'nin son iki âyetidir. Bunlarda okuyup da sana karşılığı verilmeyecek hiçbir harf yoktur."
"Bakara sûresinin son iki âyetini bir gecede okuyan kişiye bu iki âyet yeterli gelir. Veya kötülüklere karşı onu korumaya yeterlidir." Hadis-i Şerif
"Âyet el Kürsîyi ve Bakara sûresinin sonlar ını okumadan yatan kişinin İslâm’ı gereği gibi kavradığı gör ü şünde değilim. Çünkü bunlar öyle bir hazinedirler ki sizin peyg ambe rinize arşın altından verilmiştir." Hz. Ali
Kulluğundan, rızândan hâriç
Umur verme bana!
Uğur değilse düşür sâfiline kevkebimi
Ve nur verme bana!
Yolumda haz duyacaksam elin bükâsından
Sürûr verme, İlâhi, sürûr verme bana!
Ufuk ufuk açılan lâyezâl fecrini ver,
Fücûr verme bana! Ârif Nihat Asya
✽ "اٰمَنَ الرَّسُولُ Peygamber iman etti" cümlesinde müsnedin ileyhin ال ile marife gelmesi, ahd-i harici içindir.
✽ Aynı zamanda Efendimiz'e bu ismin verilmesi tağliptir, bütün resullerin özelliklerini en mükemmel şekilde kendinde cem ettiğini bildiren bir isimdir.
✽ "بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ - Kendisine indirilen" ifadesi sıfatlı kinayedir, Efendimiz'e nazil olan ayet-i kerimeler, hadis-i kudsiler, sadık rüyalar hepsi buna dahildir.
✽ "مِنْ رَبِّهٖ" izafetinde 'Rabb' isminin Efendimiz'e ait zamire muzaf olması, Efendimiz için büyük bir teşrif, aynı zamanda Kuran'ın kendisine vahyedilmesinin onun için ilahi bir terbiye ve kemale erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. Cümle Efendimize lazım-ı faide-i haberdir.
✽ وَالْمُؤْمِنُونَ 'Müminler de' atıf; vasıl tezayuf bildirir. Yani Resulullah'ın imanı nasılsa, müminler de aynı şekilde kabul etmiş, ikrar etmişlerdir. Yoksa tam bir iman sözkonusu olamaz.
✽ آمَنَ ile الْمُؤْمِنُونَ kelimesi arasında reddül aciz alessadri, iştikak cinası vardır.
✽ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِهٖ وَكُتُبِهٖ وَرُسُلِهٖ cümlesi, ibhamdan sonra izah ile itnabtır. آمَنَ fiili bütün müminlere raci olduğu halde müfred geldi. Çünkü burada maksat cemi manasına itibar edilmeksizin müminlerin her ferdinin iman etmiş olmasıdır.
✽ "لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ" cümlesinde, muktezay-ı zahirin hilafına; zamir yerine açık isim gelmiştir. Gayrılardan ayırmak ve zihne yerleştirmek içindir.
✽ Ayrıca مِنْهُمْ şeklinde zamirle gelmeyip مِنْ رُسُلِهٖ şeklinde isim gelmesi, yanlış anlamayı önlemek için gelen, tekmil ve ihtiras itnabıdır. Çünkü 'Onlar' denince daha önce zikredilen melekler de anlaşılabilirdi. Bir de 'ayrım yapılmaması'nın sebebinin, onların risaleti olduğuna tekrar dikkat çekmek içindir.
✽ Bu ifade, zımnen aralarında bazı derece farklılıkları olduğuna kinayedir. Yani; 'Bazıları bazılarından derece bakımından farklı olsalar da; asli risalette hepsi eşittir, o hususta aralarında ayrım yapmayız.' الرَّسُولُ ile رُسُلِهٖ arasında iştikak cinası ve reddülaciz alessadri vardır.
✽ "وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا " fiilleri cemidir, atfedildiği آمَنَ fiili ise müfreddir. Burada mana ciheti gözetildiği için fiiller cemi gelmiştir. Çünkü آمَنَ fiilinin de, وَقَالُوا fiilinin de faili كُلٌّ 'Hepsi' kelimesidir. Birincide كُلٌّ 'nün lafzı itibara alınıp müsnedi müfred, burada ise كُلٌّ 'nün manası itibara alınıp müsned cemi getirilmiştir. ( كُلٌّ müfred munsarıf bir lafız olsa da manasında cemilik vardır.)
✽ سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 'işittik ve itaat ettik' arasında muraat-ı nazır vardır, atıf vasıldan tezayuf ifade eder. Aralarında cami akli vardır; işitmek ve itaat birbirine bağlıdır. Dinlemek anlamaya, özümsemeye ve itaate götürür. İtaat etmek dinlemekle bağlantılıdır.
İşittik ve itaat ettik, cümlesi 'Affını isteriz' cümlesinden önce zikredildi. Çünkü vesileyi, talep edilenden önce zikretmek, duanın icabetine daha uygundur.
✽ Burada işitmek rıza ve kabulden kinayedir. Mazi olarak gelmesi, bunun kökleştiğine delalet içindir.
✽ "غُفْرَانَكَ رَبَّنَا - Affını isteriz Rabbimiz" cümlesinde رَبَّنَا hitabıyla rububiyet ünvanının zikredilmesi ve müminlere ait zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmada mübalağa ifade etmek içindir.
✽ غُفْرَانَ masdarı ile لَا نُفَرِّقُ arasında cinas-ı müzari vardır. Farklı olan tek harf غile ق 'tır. Mahreçleri birbirine yakındır.
✽ "وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ - Dönüş sanadır" tezyil ve öncesini takrirdir.
1-الْمَصٖيرُ’nun hakikat olması muhtemeldir. Bununla öldükten sonra diriliş itiraf edilmiştir.
2-الْمَصٖيرُ’nun iman ve emre imtisalden mecaz olması da muhtemeldir. Sanki onlar İslam öncesinde kaçan kölelerdi, sonra Allah (cc)’a döndüler. ‘Allah'a kaçın’ (Zariyat, 50) ayetinde olduğu gibi.
✽ Allah (cc)’a dönüş, O’nun emir ve yasaklarına dönüş anlamında istiareyi temsiliyedir.
✽ Mecrurun takdimi, ‘Dönüş ancak Sana’dır, başkasına değil’ manasında hasır ifadesi içindir. Bu, lazımı faide-i haber maksadıyla kasr-ı hakikidir.
✽ Müminlerin dua cümlelerinde 'İşittik, itaat ettik, dönüş Sanadır' demeleri Allahu Teâlâ bildiği için, lazım-ı faide-i haberdir.