286- 'Allah (cc) kimseye gücünün üstünde bir teklifte bulunmaz; herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, yaptığı fenalık da kendi zararınadır.' Rabbimiz, unutursak veya yanılırsak bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme. Rabbimiz gücümüzün yetmeyeceği şeyleri de bize taşıtma! Bağışla bizi, kusurlarımızı yok say, acı bize! Sen bizim Mevlamızsın; kafirler güruhuna karşı bize yardım et!’
Allah'ın kullarına verdiği görev ve mesuliyet ancak güçleri yetecek boyuttadır. O; kullarının ilmini, kuvvetini, aklını, kapasitesini bilir. ‘Hiç yaratan bilmez mi?’ (Mülk, 14) Emir ve yasakları ona göre tanzim etmiştir. Yapamayacağı şeyi emretmez. O; kullarına, rauf, rahimdir. Üstelik O ‘Kullarına kolaylık diler zorluk dilemez’ (Bakara, 185) Zorla yaptırılan günahları yazmazken zorla da olsa yaptırılan sevapları lehine yazar. Kullarına dualar öğretir, yol yöntem gösterir.
Bu cümle, ' سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ' diyen müminlerin ilticasına karşı bir iltifattır. Allahu Teâlâ mükellefiyetlerini hafiflettiğini bildirerek onların heyecanlarını teskin etti. Bu ifade, kelamullahın sadece Hz. Peygamber ile değil, ona iman eden ümmeti ile bir mükaleme olduğunu göstermektedir. Bu üslub, Kuran okuyan müminin ara sıra kendini Cenab-ı Allah ile bizzat mükaleme halinde bulmasını sağlayan büyük bir nimettir.
Teklif; kişiye yükümlülük, mükellefiyet yüklemek, içinde külfet ve meşakkat bulunan bir işi ilzam etmek, yapmaya zorlamaktır.
Vüs'at, bolluk, gına, servet, güç, kuvet, takat, kudret demektir. İnsanın vüs'unda olan, ona sıkıntı ve darlık vermeyen, genişlik içinde yapılabilen işlerdir.
♦ “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" cümlesi, Allahu Teâlâ'nın yeni haber verdiği bir cümle olabilir.
♦ Hz. Peygamber ile mü'minlerden nakledilen bir söz olması da mümkündür.
Allah kimseye gücünün yetmediği bir mükellefiyet yüklemez.
Bunun sebebi Allah'ın kudretinin yetmediğinden değil, sırf fazl-ı inayetindendir.
Allah'ın sünneti, değişmez kanunudur: Bu ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak güçlerini ve imkanlarını sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde kolaylıkla yapabildikleri işlerle onları mükellef kılmıştır.
Allah'ın kullarına verdiği kudret, onlara yüklediği mükellefiyetlerden daha geniştir. Bir kulun, Allah'ın emrettiği vacipleri yerine getirdikten sonra, dinleneceği veya başka nafileler yapabileceği fazla zamanı hep olacaktır.
Allahu Teâlâ, kullarına hep güçlerince teklifler sunar. Zengin olmayandan zekat vermesini, hac yapmasını istemez. Su bulamayandan illa suyla abdest almasını istemez. Hasta olana oturduğu yerden, hatta kalkamayana yattığı yerden ima ile secde etme ruhsatı verir.
Müslüman, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Allah'ın emirlerini yerine getirirken, karşılaştığı imtihanları böyle değerlendirir. Allah'ın rahmetine güvendiği için, mükellefiyetlerden kaçmaz. İçinde en ufak bir sıkıntı duymaz.
Bu inanç, gönüllere huzur ve rahatlık verir. Müminin ihtiyaç duyduğu enerjiyi ve azmi harekete geçirir. Artık o, Allah'ın her emrinin kendi gücü dahilinde olduğunun farkında olarak amel eder. Eğer gücünün bittiğini hissederse bunun kendi zaafından kaynaklandığını bilir. Azmini biler, üzerinden zaafı atar, himmeti artar.
الْإِكْتِسَابُ kelimesi الْكَسْبُ ’den daha umumidir. "Kesb" kişinin hem kendisi hem de başkaları için bir şey kazanmasıdır.
"İktisâb" ise, insanın sadece kendisi için bir şey kazanmaya çalışmak, onu elde etmeye çaba harcamaktır, illa elde edilmesi şart değildir. Bu nedenle her kesb, iktisab değildir. Fakat her iktisab, kesbdir. İktisab şehvet ile, kesb hikmet ile alakalıdır.
Hayrı işlemek "kesb" ile, şerri yapmak ise "iktisâb" ile ifâde edilir. "İktisâb", bir işte tasarrufta bulunma, çalışıp çabalamaktır, mübalağa için bu vezinde getirildi. Çünkü nefis şerre can atıp, onu kazanmak için gayret eder. Günah işleyen Allah'ın nehiy hicabını yırtmış olur. Bundan dolayı, nefis, şer konusunda "müktesib" (çalışıp çabalayan) olarak isimlendirilmiştir. Hayır konusunda ise isteksizdir, o yüzden çalışıp çabalamaya delalet etmeyen 'Kesb' ile vasfedilmiştir.
Bu cümle, mükellefleri, sorumlu oldukları vacipleri ihlal etmekten sakınmaya teşviktir. Çünkü Allah kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmamış, kolaylık göstermişse de, bu mükellefiyetlerin asıl faydası kişinin bizzat şahsına yarar sağlamasıdır. Yapılmaması da yine bizzat o insana zararlıdır. Bir fiilin faydasının yapana ait olması, o fiili yapmaya en büyük teşvik, zararının da kendine ait olması yapılmasına en büyük engeldir.
♦ Her nefsin istediği, yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük de kendi aleyhinedir. Allah'ın teklifleri de iki kısımdır. Birisi yapılmasını istediği emirler, diğeri yapılmasını yasakladığı nehiylerdir. Bunların yapılmasındaki ve terkindeki menfaat, Allah'a değil, kuladır. Allah'ın teklifleri, zorlamak için değil, kulu zararlardan korumak içindir. Bu hikmet nedeniyle, kullara verdiği kudretten fazlasını teklif etmez. Etseydi, onlara azab etmiş sayılırdı.
Bu teklifleri kabul etmemek, İlahi adaletin rahmeti gereği cezalandırılır. Bunu ifade için 'Aleyha mektesebet-Kazandığı günah kendi aleyhinedir' buyurdu. İlahi tekliflere canı gönülden ' سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ' demeyenler, Hakk'ın kanunları dairesinde kesbetmeyenler, sonunda azaba düçar olurlar.
♦ Her nefsin çalışıp kazandığı kendi menfaatine, körü körüne çalıştığı zararınadır. Teklif olmasa insan atıl kalır. Allah insanın gücüne göre mükellefiyetler yüklemese, hayra ulaşma yollarını tayin etmeseydi, insanlar boş durmak istemez, kendi kendilerine bir şeyler yapmaya çalışır, bu çalışmalar da boşa giderdi.
♦ Her nefsin hem kendi, hem de başkaları için kazandığı sırf kendi lehinedir. Bunun aksine şehvetine uyarak sırf 'Ben, ben' diye yalnızkendisi için kazandığı zararınadır. Çünkü insan kendi kendine yaşayamaz. İlahi teklifler bu menfaati sağlar.
♦ Her insanın kazandığı, kazandırdığı sırf kendi lehinedir. Ama başkasının kazancıyla yaşaması aleyhinedir. Veren el, alan elden hayırlıdır. İlahi teklifler, mükellefi 'alan el' olmaktan korur. Bu nedenle infak emredilmiş, gasb, riba haram kılınmıştır. İnsanın mesuliyeti ferdidir. Herkes sadece kazandığını elde eder.
İhlasla huzur-u ilahiye iltica edenler, yalnız hitab edilme şerefiyle kalmaz, o yüce huzurda konuşma ruhsatına sahip olup bizzat dilek dileyebilme şerefine de mazhar olurlar.
Bu ayette Allahu Teâlâ bir dua manzarasını gözler önüne seriyor. Sanki müminler saf saf dizilmiş, huşu içerisinde aynı duayı tekrarlıyorlar. Bu dua, müminlerin Rablerine karşı acizliklerini idrak edip, Allah'ın affına, merhametine iltica edişlerini, Allah'ın inayetine dayanıp O'ndan başka herşeyden feragat edişlerini anlatıyor.
Allahu Teâlâ, müminlerin cemi sıgasıyla toplu biçimde dua yaptıklarını nakletmiştir. Bundan maksat, duanın kabulünün topluca yapılınca daha mükemmel olacağını beyandır. Her insanın himmet ve gayretinin ayrı ayrı tesiri vardır.
Bu cümlenin nahiv açısından üç farklı açıklaması vardır:
• Bu cümlenin başında ' قُولُوا Şöyle deyiniz' anlamında bir emir mahzuftur.
• Bu cümle, 285. ayetteki 'İşittik, itaat ettik' cümlesinin devamıdır. 'Allah kimseyi gücünün yetmediği ile sorumlu tutmaz. Herkesin kazandığı lehine, günahı aleyhinedir' cümlesi araya girmiş itiraz cümlesidir.
• Arada itiraz cümlesi yoktur, bu ayet önceki ayetin devamı olarak mekulü'l kavldir.
“لَا تُؤَاخِذْنَا Bizi tutup azarlama” sözünün manası “Bizi cezalandırma” demektir. Burada müşareket mânası olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk bu lafzı "mufâale" kalıbında getirmiştir. Çünkü unuttuğu için pişman olup af dileyen, nefsine hakim olmuş ve yaptığı şeyden dolayı onu azarlamış, cezalandırmıştır. Böylece o, nefsine sıkıntı verme konusunda ona yardım eden bir kimse gibi olmuş olur.
Ya da bumüşareketin manası şöyledir: Allah, günahkâr kimseyi azâb ile muâhaze eder. Günahkâr kimse de birinin yakasına yapışan kimse gibi âdeta O'ndan ısrarla af ve ihsan diler, anlar ki O'ndan başka kendisini azabdan kurtaracak kimse yoktur. İşte bu sebepten dolayı kul, günahından ötürü Allah'tan korktuğunda yine O'na sarılır.. İki taraftan herbiri böylece diğerini yakaladığı için, bu lafızla beyan edilmiştir.
"Yükümlülüklerimizi yerine getirirken unutma veya hata sonucu doğan kusur ve ihmalden, bu unutkanlık ve yanılmamızdan ötürü bizi muaheze etme."
Çünkü Allah isterse unutma veya yanılmadan dolayı da sorumlu tutabilir. Zira günahlar zehir gibidir. Unutarak da olsa, hata ile de olsa mutlaka işleyene zararı vardır. Eskiden İsrailoğulları unutarak birgünah işledikleri zaman, onlara acilen bir azab geliyordu.
• Bundan murad, hatırlamanın zıddı olan unutmadır.
♦ Unutma bazen, sahibinin mazur görüleceği şeylerde, bazen de mazur görülemeyeceği şeyler hakkında olur. Bir kimse elbisesinde kan görse, onu temizlemeyi sonraya bıraksa ve unutsa, elbisesinde kan olduğu halde namaz kılsa, kusurlu sayılır. Çünkü onun, kanı hemen temizlemesi gerekirdi. Fakat o, elbisesindeki kanı hiç görmeksizin namaz kılsa, mazur sayılır.
Yine bir kimse, bir yerde bulunan av hayvanına öldürmek için bir şey atsa ve bu bir insana isabet etse, o avcı attığı şeyin o av hayvanına mı, yoksa başka birisine mi isabet edeceğini bilemeyeceği bir durumda olduğu halde, ihtiyatlı davranmazsa, suçlu görülür. Fakat hata edeceğine açık işaretler bulunmaz ve bu durumda okunu veya taşını atar da, bir insanı vurursa, o zaman bu kişi mazur sayılır. Yine bunun gibi, insan mütalaadan ve tekrar etmekten gafil olur da Kur'ân-ı Kerim'i unutursa, kınanır. Fakat devamlı Kur'ân okuduğu halde, Kur'ân'ı unutmuşsa, bu kimse mazur sayılır. Hz. Peygamber (sav), yerine getirmesi gereken bir şeyi hatırlamak istediği zaman, parmağına iplik bağlardı.
Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır. Hadis-i Şerif
Allah, kimseyi, elinde olmadan kalbine gelen çirkin şeylerden dolayı -onları yapmadığı veya konuşmadığı sürece- hesâba çekmeyecektir. Hadis-i Şerif
♦ Bu, farz takdirinde bir duadır. Çünkü bu duayı yapan mü'minler,Allah'tan nasıl korkulması gerekiyor ise öylece ittikâ etmektedirler. Onlardan yakışıksız birşey, ancak unutma ve hatadan dolayı sâdır olur. Bu duâ, muaheze olunacakları şeylerden tamamen uzak olduklarını göstermek içindir. Sanki şöyle denilmektedir: "Eğer unutma sebebi ile muaheze etme mümkün ise, Ey Rabb'imiz Sen, bizi ondan dolayı muaheze etme." (Mübalağa, tebliğ)
♦ Allahu Teala'nın kullardan sadır olacak unutmaları affedeceği bilindiği halde, neden 'unutma'nın affı istendi? Çünkü duadan maksad, Allah'a olan tazarrû ve yakarışı göstermektir, birşey elde etmek değildir. Bundan dolayı, duâ eden kimse çoğunlukla, Allah'ın yapacağını kesin olarak bildiği bir şekilde duâ eder. Bu âyette de, unutmanın affedileceği bilindiği halde, duada mağfiret taleb etmeye manî değildir. Bu lütfun devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem verdiklerini gösterir.
♦ Unutan kimsenin muaheze edilmesi, aklen imkânsız değildir. Çünkü insan unuttuğunda muaheze edileceğini bilirse, hesaba çekilme korkusundan dolayı hafızasını hep diri tutar, herhangi bir unutma sadır olmaz. Fakat hatırlamayı sürdürmek ve hafızayı diri tutmak nefse zor gelir. Bu hususta duâ edip Allah'tan mağfiret talebinde bulunmak güzel olur.
• "Nisyân" (unutma) kelimesi, terketme manasındadır.
"Fakat o unuttu, yani âmeli terketti. Biz onda bir azim bulamadık" (Tâhâ, 115) ve "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 67) yani "Onlar Allah için âmel etmeyi terkettiler, Allah da onları terketti" ayetlerinde de 'unutma' fiili terketme anlamında kullanılmıştır. Buna göre ayetin manası şöyledir: Rabbimiz terk ettiğimiz amellerden dolayı bizi muaheze etme!
Unutmayı engellemek için...
Hz. Ali (ra) Resûlûllah’a gelerek:
- Anam babam sana feda olsun! Şu Kur’an göğsümde durmayıp gidiyor. Kendimi onu ezberleyecek güçte göremiyorum, dedi.
Resûlûllah da :
- Ey Ebû’l Hüseyin! Bu meselede Allah’ın sana faydalı kılacağı, öğrettiğin takdirde öğrenen kimsenin de istifade edeceği, öğrendiklerini de göğsünde sabit kılacak kelimeleri öğreteyim mi?
Hz. Ali:
- Evet, ey Allah’ın Resûlü, öğret bana! dedi.
Bunun üzerine Resûlûllah şu tavsiyede bulundu:
- Cumâ gecesi olunca, gecenin son üçte birinde kalkabilirsen kalk. Çünkü o an meleklerin de hazır bulunduğu meşhud bir andır. O anda yapılan duâ müstecabtır. Kardeşim Yâkub da evlatlarına şöyle söyledi:
‘Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim. Hele Cumâ gecesi bir gelsin.’ Eğer o vakitte kalkamazsan, gecenin ortasında kalk. Bunda da muvaffak olamazsan, gecenin evvelinde kalk. Dört rekât namaz kıl.
- Birinci rekâtta, Fâtiha ile Yâsin sûresini,
- İkinci rekâtta Fâtiha ile Duhan sûresini,
- Üçüncü rekâtta Fâtiha ile Secde sûresini,
- Dördüncü rekâtta Fâtiha ile Mülk sûresini oku.
Teşehhüdü bitirdiğin zaman Allah’a hamdet, Allah’a senâyı da güzel yap, bana ve diğer Peygamberlere salât oku. Mümin erkek ve kadınlar ve senden önce gelip geçen mümin kardeşlerin için istiğfar et. Sonra bütün bu okuduğun duâların sonunda şu duâyı oku:
"Allah’ım, bana günahları, beni hayata bâki kıldığın müddetçe ebediyyen terk ettirerek merhamet eyle. Ey semâvat ve arzın yaratıcısı olan Celâl, İkram ve dil uzatılamayan izzetin sâhibi olan Allah’ım. Ey Allah! Ey Rahman! Celâl’in hakkı için, yüzün nûru hakkı için kitabını bana öğrettiğin gibi hıfzına da kalbimi icbar et. Seni benden râzı edecek şekilde okumamı nasip et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı, celâlin ve yüzün nûru hakkı için Kitabınla gözlerimi nurlandırmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı istiyorum. Çünkü, hakkı bulmakta bana ancak sen yardım edersin, onu bana ancak sen nasip edersin. Her şeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan Allah’tandır."
Ya Ali, bu söylediğimi üç veya yedi Cumâ yapacaksın. Allah’ın izniyle duâna icâbet edilecektir. Beni hak üzere gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun bu duâyı yapan hiçbir mümin icâbetten mahrum kalmadı.
İbn-i Abbas (ra) der ki: Allah’a yemin olsun, Ali beş veya yedi Cumâ geçti ki Resûlûllah’a aynı önceki mecliste tekrar gelerek:
- Ey Allah’ın Resûlü! dedi, geçmişte dört beş âyet ancak öğrenebiliyordum. Kendi kendime okuyunca onlar da aklımda durmayıp gidiyorlardı. Bugün ise, artık kırk kadar âyet öğrenebiliyorum ve onları kendi kendime okuyunca Kitabullah sanki gözümün önünde duruyor gibi oluyor. Eskiden hadisi dinliyordum da senin arkandan tekrar etmek istediğimde aklımdan çıkıp gidiyordu. Bugün hadis dinleyip sonra onu bir başkasına aktarmak istediğimde ondan tek bir harfi kaçırmadan anlatabiliyorum.
Resûlûllah bu söz üzerine Hz. Ali’ye:
- Ya Ali! Kâbe’nin rabbine yemin olsun sen müminsin, dedi. (Tirmizi)
"Bizi diğer milletlere yaptığın gibi, yerinden kımıldatmayan, zor tahammül edilir ağır boyunduruklar, şiddetli misaklar, şiddetli muamelat altında bulundurma, sonunda mükelleflerini meshederek maymuna, hınzıra çevirecek sıkıntılara koşma ki; bizim hayatımızda ve hükümlerimizde tazyikler, şiddetler olmasın." الْإِصْرُ ağırlık ve şiddet demektir. Ahidler ağır olduğu için الْإِصْرُ diye isimlendirilmiştir. Tevbesi, keffareti olmayan günaha, ağır, zor işlere إِصْرُ denir.
Temayül ve şefkat de الْإِصْرُ isimlendirilmiştir. Çünkü bir kimseye duyulan temayül ve şefkat, ona dokunan her kötülüğü, kişinin kalbine ağırlaştırır.
• Isr, tevbesi olmayan günah anlamındaysa mana şöyledir:
'Bizi bu gunahı işlemekten koru ya Rabbi!'
• Isr, 'asar' olarak okunur, çoğul olarak 'yükler' anlamındır.'Bizi bu günahları işlemekten koru ya Rabbi!' demektir.
Allahu Teâlâ, yahudilere elli vakit namazı farz kılmış, mallarının dörtte birini zekat olarak vermelerini ve elbiselerine pislik bulaştığında, o kısmı kesmelerini emretmiştir. Geceleyin bir günah işlediklerinde, sabaha kapılarında yazılı bulmuşlar, alınlarında o günaha dair bir izle uyanmışlardır. Bir şeyi unutup yapmadıklarında, daha dünyada iken hemen cezalandırılmışlardır. Bir hata işlediklerinde, daha önce kendilerine helâl olan yiyeceklerin bir kısmı onlara haram kılınmıştır.
Yine, Tâlût'un kavminden yolcu olanlara, nehirden su içmeleri haram kılınmış ve onların azabı, bu dünyada hemen cezalandırılmaları olmuştur. "Biz birtakım yüzleri silip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahut cumartesi ashabına ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lanetlemeden önce..." (Nisa, 47) ayetinde anlatılan kişiler onlardır. Hınzırlara ve maymunlara çevrilmişlerdir.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben, kolay ve müsamahakâr olan Haniflik (tevhid inancı) ile gönderildim”, "Ümmetimden "mesh" (maymuna çevrilme), "hasf” (yere batırılma) ve boğulma gibi ilahî cezalar kaldırılmıştır."
Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'ın tekliflerini hafifletmesini istemişlerdir. Çünkü ağır mükellefiyetlerde kusur işleme ihtimali fazladır. Kusur ise, cezayı gerektirir. Halbuki, onların ilâhî azaba dayanacak takatleri yoktur.
"Rabbimiz! Bize hiç takat getirilmez, teklif olursa yapılamayan, isyan ve ihtilale sevk eden belalar verip altında inletme! Çünkü Sen herşeye kadirsin, bunu rahmetinden dolayı teklif olarak yapmazsan da imtihan olarak veya asilere ceza için yapabilirsin. Bize ne teklifen, ne taziben kaldırılmaz yükler yükleme."
" تَحْمِلْ " ile " تُحَمِّلْنَا "nın farkı şudur: Güç olan birşeyin zor olsa da taşınması mümkündür. Takat getirilemeyen şeyi taşımak ise mümkün değildir. Takat getirilemeyen şey, sadece "yüklenilir" (tahmîl). Zor ve meşakkatli olan şey ise, hem taşınır (haml), hem de başkasına yüklenilir (tahmîl). Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk son âyet-i kerimede "tahmil" (yüklemek) kelimesini zikretmiştir.
Kul daima iki makamdan birindedir:
a) Şeriatın zahirini yerine getirmesidir. Bu makamda, Cenâb-ı Hakk'ın, güç gelen mükellefiyetler yüklememesi taleb edilir.
b) Mükâşefeye yönelmek; marifetullâh ile, Allah'a hizmet, taât ve nimetlere şükürle meşgul olmasıdır. Bu makamda insan şöyle der: "Ya Rabbi, benden, Senin celâline lâyık bir hamd ve övgü; nimet ve lütuflarına lâyık bir şükür; kudsiyyet ve azametine lâyık bir marifet isteme!.. Çünkü, benim zikrim, fikrim ve şükrüm buna uygun değildir. Buna gücüm de yetmez."
Şeriat "hakikât'ten önce olduğu için, "Üstümüze ağır bir yük yükleme" sözü, "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" ifâdesinden önce zikredilmiştir.
'Takat getiremeyeceğimiz şey' aşk olarak da tefsir edilmiştir. Aşk, sahibini maşuka karşı küçük düşürür. Bu durumda insanların en zelili olur. Onun rızasını kendi zilletine tercih eder. Ona karşı daima mahcuptur.
Allah kuluna güç yetiremeyeceği şeyleri yüklemez. Ancak bunu kabul etmeyen, hakka tabi olmayan, bu defa kafirce, zalimce hareket edip, kendi kendine insanlara ağır mükellefiyetler yükleyecek. Kendisi de pek çok haksız teklifle karşılaşacak. Dolayısıyla bu da Allah'ın kullarına bir tahmil'i olmuş olacak. Bu nedenle 'Bize ağır yük yükleme' demek, şu manadadır:
"Sen zaten merhametlisin yüklemezsin. Bizi bize bırakıp da birbirimizin yüküyle imtihan etme. Kalpler senin elindedir, bizi İslam'ın kolay hükümlerinden, doğru yolundan ayırma. Biz senin rahmetinden ayrı kalmaya güç yetiremeyiz. Bizi böyle dayanılmaz dertlere maruz bırakma."
'Cezalandırmayarak suçumuzun eserini sil. Fiillerimizi affet. Sekerâtı mevtte bizi bağışla. Şahitlerin huzurunda bizi rezil, rüsva etme!'
Duanın başında رَبَّنَا “Rabbimiz” lafzı zikredilmedi. Çünkü nida etmeye ancak, uzaklık söz konusu olduğu zaman ihtiyaç duyulur. Yakın olan mesafede, nidaya ihtiyaç duyulmaz. Kul yalvarıp yakarmaya devam ettiğinde Allah'a kurbiyyete nail olacağını bildirmek için, رَبَّنَا nidası bu duada hazf edilmiştir.
'Kötülüklerimizi örtüp, güzellikleri izhar et. Sözlerimizi affet.
Kabir zulmetini gider.'
Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırma ve rezil-rüsvay etmekten koruyarak, suçunu örtmektir.
Kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, hoş olur."
Müminin esas düşüncesi, bütün takatı ile çalışmaktır. Bununla beraber yine de acizliğini ve taksiratını kabul eder. Ve Allah'tan ümit kesmez. Daima O'nun af ve mağfiretine nail olmayı bekler.
'Ziyadenin icap ettiği şekilde ihsan eyle. İsraflarımızdan dolayı merhamet eyle. İflasımıza rağmen, mizanımızı ağır eyle. Mesihten (suretlerin değişmesinden) hasiften (yere batırılmaktan), garktan (boğulma azabından) bizi muhafaza eyle. Diriliş gününün dehşetinden bizi kurtar.'
Zikredilen bu af talebi, öncesindeki 'mağfiret' ile aynı gibi gözükse de, aslında burada tekrar yoktur, Af, günah-ı kebaire, mağfiret küçük günahlara racidir.
Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir.
Af ve mağfiret talebi, merhamet talebinden önce zikredildi. Çünkü tahliye (temizlik), tehliyeden (süslemeden) önce gelir.
Af, mağfiret, merhamet...
Bir kul günah işler ve: ‘Allah'ım! Benim günahımı bağışla!’ der. Allahu Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi, kendisini hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ buyurur. Kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Allah'ım! Beni bağışla!’ der. Allahu Teâlâ’da: ‘Kulum günah işledi, hem affedecek hem de sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi.’ der. Kul tekrar dönüp günah işler ve: ‘Rabbim! Günahımı bağışla!’ der. Allahu Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi, affedecek ya da sorumlu tutacak bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Haydi, istediğini yap! Ben seni bağışladım.’ buyurur." Hadis-i Şerif, Buhari
Ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:
- Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.
Efendimiz sordu:
- Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü? Hiç şüpheniz olmasın Allah'ın kullarına acıması, bu annenin acımasından fazladır.
Merhametli kişilere Allah merhamet eder. Yerdekilere merhamet ediniz ki gökte olan da size rahmet etsin. Hadis-i Şerif
Muaz b. Cebel (ra) anlatır: Allah Resulü bir sohbeti sırasında şöyle buyurdu:
- Eğer isterseniz, Kıyamet Günü'nde Allah'ın mü'minlere soracağı ilk soruyu ve mü'minlerin vereceği ilk cevabı size açıklarım.
- Evet, isteriz ya Resulallah! dedik. Şöyle buyurdu:
- Allah mü'minlere soracak: Bana kavuşmayı sevdiniz, istediniz mi? Onlar da "Evet istedik Ey Rabbimiz!" diyecekler.
- Bana kavuşmayı niçin sevdiniz?
- Affını, bağışlamanı ümid ettik.
- Siz bağışlamamı ümid ettiniz, öyleyse artık sizi bağışlamam gerekli oldu.
✽ ✽ ✽
Birisi bir hayvanın ayağına batmış olan dikeni çıkarmıştı. Vefatından sonra Allah dostlarından bir zat, o kimseyi rüyada gördü. Baktı ki cennet bahçelerinde geziniyor ve şöyle diyordu:
‘O hayvanın ayağından çıkardığım bir diken yüzünden, benim için ne güller bitti.’
✽ ✽ ✽
'Sen bizim seyyidimizsin, işlerimizi idare edensin, sahibimiz, malikimizsin. Biz senin kulcağızınız.'
'Mevla' kelimesi sözlükte; veli, azat eden, azat edilen, idareci, amcaoğlu, evlilikten dolayı olan akrabalar, komşu, halife demektir.
Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir.
Allahu Teâlâ'dan istenen mükafatlar iki kısımdır. İlki; cismânî mükâfaat; cennet nimetleri, lezzetleri ve oradaki güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî mükaafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının tecellisi ve Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesidir. Bu da, kişinin Allah'ın dışında herşeyden sıyrılarak, tamamiyle O'nun celâl nuruna, istiğrakıyla mümkün olur.
Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın وَارْحَمْناَ "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfatı; اَنْتَ مَوْلٰينَا demesi de ruhanî mükâfatı ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın اَنْتَ مَوْلٰينَا "Sen Mevlâmızsın " buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır.
Biz bu cihandan geçelim, ol dost iline uçalım
Arzu hevadan geçelim, gel dosta gidelim gönül
'Bize yardım et, işlerimizi idare et.'
Bu duadan maksad, mâsivâya (Allah'tan başkasına) çağıran cismanî güçleri ruhanî-melekî kuvvetlerle kahretmede Allah'tan yardım istemektir. Mevla'nın hakkı kuluna yardım etmektir.
Yine bu dua, müminlerin nihai taleplerinin i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelamını yüceltmek) olduğunu gösterir.
Allah’ın yardımına erişmenin müsbet ve menfî iki şartı vardır:
1- Müsbet şartı: Allah’a inanmak, emirlerini yerine getirmektir.
2- Menfî şartı: Her türlü zulümden, haksızlıktan çekinmektir. Çünkü Allah (cc), zâlimleri doğru yola çıkarmaz. İnsanı Allah’ın yardımından mahrum eden en kuvvetli sebep, zulümdür.
Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahu Teâlâ "Peygamber imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Sen O'ndan iste, O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (as), Hz. Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretti.
Hz. Peygamber de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak Sanadır" deyince, Allahu Teâlâ, "Sizi bağışladım!" dedi. Hz. Peygamber, "Bizi muâhaze etme! "deyince, Allah (cc), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurdu. Hz. Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davranmayacağım" buyurdu. Hz. Peygamber , "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurdu. Hz. Muhammed: "Bizi affet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahu Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurdu.
Hz. Muhammed bu şekilde duâ ederken, melekler de "Amîn" diyorlardı.
✽ ✽ ✽
Babası; Ebu İshak Şehriyar Kazenuri (ks)’ye:
‘Sen fakir bir kişisin, gelen her misafiri ağırlama gücüne sahip değilsin, sonra bu işte acziyet göstermiş olmayasın’ demiş, ama şeyh hiçbir şey söylememişti. Derken Ramazan ayında misafir bir cemaat geldi, evinde de hiçbir şey yoktu, akşam yaklaşmıştı, aniden bir kişi içeri girdi, bir yük ekmek, muz ve incir getirdi ve:
‘Bunu dervişlere ve misafirlere harca’ dedi. Şeyhin babası bunu görünce bir daha onu kınamadı, gönlü rahatladı ve dedi ki:
‘Gücün yettiğince halka hizmet et, çünkü Hakk Teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır.’
✽ ✽ ✽✽ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ ifadelerindeki لَهَا ve عَلَيْهَا harfleri arasında tıbak sanatı vardır. Ayrıca 'kesb' ve 'iktisab' fiilleri arasında da tibak vardır. Çünkü kesb hayırda, iktisab şerde kullanılır.
✽ Bu ifade ikili bir mukabele cümlesidir. Mukabele sanatı, iki veya daha fazla kelimenin sırasıyla zikredilip, sonrasında mukabillerinin zikredilmesidir. Mukabele en az iki kelimeden başlayıp, altılıya kadar çıkabilir. Biz bu mukabele sanatını iliklerle düğmelerin karşılaşmasına benzetebiliriz.
✽ Bu ayette de لَهَا ile عَلَيْهَا karşılaşmış, مَا كَسَبَتْ ile de مَا اكْتَسَبَتْ kelimesi karşılaşarak ikili mukabele olmuştur.
✽ Kesb ve iktisab arasında muraat-ı nazır da vardır. İkisi de insanın çalışıp kazanmasını ifade eder.
✽ كَسَبَتْ ile اكْتَسَبَتْ arasında reddül aciz alessadri ve iştikak cinası vardır. Ayrıca cinas-ı nakıstır, başta bir harf ziyade olmuştur.
✽ "اِنْ نَسٖينَا اَوْ اَخْطَأْنَا - Unutur veya hata edersek" cümlesinde şartın mazi gelmesi, kesin olacağına işaret içindir.
✽ نَسٖينَا ile اَخْطَأْنَا arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ " رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِنَا " Bu cümle, önce geçen dua cümlesi üzerine atıftır. Arada 'Rabbena' nidasının tekrarı, yakarışı daha fazla tebarüz ettirmek içindir. İtnabtan, mübalağa nüktesi için iygal ve terdittir.
✽ إِصْر Kaldırması zor mükellefiyetler, anlamında istiaredir. 'Mükellef kılma' yerine de لَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا 'Üzerimize yükleme' kelimesi kullanılmış, istiare-i temsiliye olmuştur. Sanki kul bir köle, Allahu Teâlâ kölenin efendisi, Allah'ın kuluna emrettikleri, efendisinin, taşıması için kölenin sırtına yük yüklemesine benzetilmiştir. Kul ile kölenin camisi; mecbur olması, taşımamaya hakkının olmaması, emredilen neyse yapmak zorunda olmasıdır. Yük ile mükellefiyetlerin camisi; zorlaması, nefsin ağırına gitmesidir.
✽ لَا تَحْمِلْ ile حَمَلْتَ arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Bizden öncekiler' sıfatlı kinayedir. İsrailoğulları ve diğer kavimler kastedilmiştir.
✽ 'Bizden öncekilere yüklediğin' ayrıca sıfatlı kinayedir. Onlara verilen mükellefiyetler kastedilmiştir.
✽ " رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهٖ " cümlesi, önceki duanın tekrarıdır. Ancak burada 'Isr' mübalağalı olarak 'Güç yetmeyen' şeklinde tasvir edilmiştir. İstiare-i muraşşaha ve teşbih-i tenasidir.
✽ لَا تُحَمِّلْ ile لَا تَحْمِلْ arasında cinas-ı muharref vardır. Yazılışları aynı, harekeleri farklıdır.
✽ لَا تُؤَاخِذْنَا ile لَا تُحَمِّلْنَا arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ وُسْعَهَا ile طَاقَةَ َ kelimesi arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Bizi affet, bizi bağışla, bize yardım et' fiilleri arasında muraat-ı nazır ve vasıldan tezayuf vardır. İtnabtan tefridir.
✽ اَنْتَ مَوْلٰينَا lazım-ı faide-i haberdir.
✽ Lazım; Sen bizim Mevlamızsın, melzum; biz senin dostunuz. Dost dosta yardım eder, yardımını istiyoruz.
✽ Cümlenin başında atıf harfi gelmedi, kemal-i ittisal ile fasıl oldu.
✽ " فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ " cümlesinde الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ kelimelerinin ال ile gelmesi ahd-i harici, cins ve istiğrak ifade eder. Her kafire karşı, her zaman bize yardım et.