Sureler

Göster

Âl-i İmrân Sûresi 7. Ayet

هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌؕ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْوٖيلِهٖۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۘ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

7- Sana kitabı indiren O’dur. Kimi ayetler muhkemdir; bunlar kitabın temelini oluştururlar; diğerleri de müteşabih olanlardır. Kalplerinde eğrilik olanlar; saptırmak ve arzularına göre yorumlamak gayesiyle anlamları müteşabih olanlara uyarlar, oysa onların gerçek anlamını sadece Allah (cc) bilir. Ve ilimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler ve bunları ancak gerçeği kavrama özelliği olanlar düşünür ve anlarlar.

 

Yüce Rabbimizin indirdiği Kur’an-ı Kerim’de muhkem-müteşabih diye iki nevi ayet vardır. Muhkem, anayasa, kitabın anası, itikat-ibadet-muamelat yani mükellefiyetlerimizi gerektiren hükümleri bildiren ayetler.

Müteşabihat: Hikmet-i ilahi gereği manası açık olmayan, Allah (cc) ve Resulü arasında şifre olan gizemli ayetlerdir. Biz bunları anlamakla mesul değiliz. Belki bunların anlamlarını zaman tefsir edecektir.

Bize düşen, muhkem ayetleri öğrenip amel etmek ve amelimizde sadık, halis olmaya çalışmak, kulluğumuzu bilip ona göre davranmaktır. Ne yazık ki asıl vazifeyi bırakıp başka şeylerle meşgul olmayı, üstümüze vazife olmayan şeyleri merak ediyor, merak duyduğumuzu da ziyan ediyoruz. Ayetlere yorum yapabilmek için 'Rasih' denilen köklü derin ilim sahibi, on iki ilmi elif cüzü gibi bilen mütehassıs alim olmak gerekir ki, onlar da bu konuda çok hassastırlar.

Ehli ilim olmadığı halde bir iki meale bakıp ayetleri anlar anlamaz aklına, fikrine, keyfine göre yorum yapanlara Cenâb-ı Hakk ‘eğri kalpli fitneci’ damgasını vuruyor. Bu tipler, helali haram, haramı helal gösterip hem kendi sapar, hem de başkalarını saptırır. Gün gelip tevbe edecek olsalar, kendi sapmaları affa uğrasa bile gayrılarını saptırmaları affa uğrayacak bir suç değil, ağır bir mesuliyet ve vebaldir.
 

Muhkem

Muhkem; ihtimallerden muhafaza edilmiş, manası açık, zahir olan ayetlerdir. Neshe, gizli müteşabihe haml edilmez. Farzları, vaad ve vaidleri bildiren, sabitleşmiş hükümlerdir. Muhkem olanlar te'vili bilinebilen, manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır.

"Muhkem" kelimesi إحكام kelimesinden ism-i mef'uldur. "إحكام" maksada zıt bir şey kendisine ulaşmasın diye, bir işi en güzel surette ve sağlamca yapmak demektir. Hikmet de buradan alınmıştır.

Manası belli, anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt olmayan buyruklara muhkem denmiştir. Çünkü kelimeleri gayet açık, dizilişleri sapasağlamdır. Bu iki husustan birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmazsa müteşâbih olur.
 

اُمُّ الْكِتَابِ  Onlar kitabın aslıdır.

اُمُّ, çoğu kendisinde toplanan, dalları ayrılan bir şeyin aslıdır. Bu sebeple, dimağı içinde taşıdığı için kafatasına ‘اُمُّ الرّأْسِ’ denir. Yine askerlerin kendisinde toplanması sebebiyle bayrak اُمُّ, büyük şehirler de ‘أُمُّ الْقُرٰى’ olarak isimlendirilmiştir. Anne de doğumun hakikati, dünyaya gelen neslin aslı ve bütün çocukları kucakta topladığı için, اُمُّ ismini almıştır. Teşbihi beliğle اُمُّ bu kelimelere ıtlak olmuş, sonra yaygınlaşarak hakikat olmuştur.

‘اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ’ kelimesi cemi olduğu halde, müfret ‘اُمُّ ’ kelimesi müsned kılındı. Çünkü muhkem ayetler Kuran’ın aslı, kitabın özü, kaynağı, kitabı ve maksatlarını anlamada mercidir. Her muhkem ayet, tazammun ettiği manalarda kitabın esasıdır.

'Kitabın anası' ifadesi, "ana yasa" manasına da gelir. Kur'an "ana yasa" kavramını, dünya hukukuna sokan ilk kutsal kitaptır. O devir için "ana yasa" kavramı, hukukta yapılan en büyük devrimdir.

"Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" Yani bu âyetlerin sıralanışı, dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır.

Muhkemât, helal ve haram hükümlerinin dayanağını oluşturan, yoruma ihtiyaç göstermeyen, birbirinden farklı anlamlara ihtimal vermeyen açık ayetlerdir. Emir, yasak, müjde ve tehdit ihtiva ederler.

Muhkem ayetler, İslam davetinin hedeflerini, temel esaslarını ve asıl amaçtan uzaklaştırılmaya yEer bırakmayan sağlam prensipleri ifade eder. Allah'ın birliğini, rububiyetini, kemal sıfatlarını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlatan ayetlerdir. Ayrıca muhkem ayetler, ahlakın en güzelini anlatarak bunlara sıkıca sarılmayı, kötü ahlaktan uzak kalmayı ve şeriata uymayı emretmektedir.

'Muhkem' kelimesi geri çevirmek, mani olmak manalarına da gelir. Haksızlığı önlediği ve zalimi zulmünden menettiği için hakime "hakim" denilmiştir. Anne de çocuğunu kötülüklerden koruduğu için 'Ümm-anne' ismini almıştır. Bazı ayetlere de ummu'l-kitab (kitabın anası) denmesi, koruyucu, engelleyici ve menedici olmasındandır. Muhkemlik, dış etkilere karşı ayakta kalabilecek sağlamlığı ifade eder. Kur'an; dış müdahalelere açık olmayacak kadar sağlamdır.

Dış etkilere açık olmayacak kadar sağlam; insanları yanlış davranıştan alıkoyacak kadar etkin; ana yasa kavramını getirecek kadar çağdaş; anlaşılmasında pürüz olmayacak kadar açık; bütün hükümlere kaynaklık edecek kadar evrensel bir kitabı ancak Allah indirebilir.
 

Müteşabih

Müteşabihat, her biri murad edilen manaya benzeyen birçok anlama delalet eden, birbirine tercih edilemeyen manasındadır. "Müteşâbih bir kitap olarak" bir kısmı diğer bir kısmına benzer ve bir grubu ötekini tasdik eder, demektir. "Muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali olmayan buyruklardır. Müteşabih, tevile muhtaçtır, tam olarak manasını tesbit etmek mümkün değildir.

Müteşâbih, yüce Allah'ın ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan buyruklardır.
 

    Bir kitap ki, Allah'ın beşere son kelamı

    En büyük mucizesi ve en büyük selamı

    Bir kitap ki ne dengi, ne benzeri, ne eşi,

    İnsanlık aleminin batmayan tek güneşi
 

Kuran’da müteşabih ayetlerin gelmesinin sebebi; Kuran'ın bir davet, nasihat, talim kitabı olması, mucize olması, baki kalacak şeri hükümler koyması, daha önce talim ve şeraitin geçmediği bir topluluğa hitap etmesi sebebiyle, bütün bunlara uygun bir üslup taşımasıdır. Müteşabih ayetlerin inmesi, ulemanın fazlını ortaya koyup, ictihada hırslarının artmasını sağlar.

Allahu Teâlâ Kur'an ı Kerim’in hepsini muhkem yapmadı. Çünkü müteşabih ayetlerde imtihan ve hak üzere sabit olanla, bocalayanların arasını temyiz hikmeti vardır. İsrailoğullarının nehri geçerken peygamberlerine tabi olup olmamakla denendikleri gibi, bu ümmet de anlamı bilinmeksizin müteşabih ayetlere iman edip kabul etmekle imtihan olunmuştur.

Müteşabih ayetlere nazar etmek, bu konularda çalışmak, kafa yormak, hakkın ortaya çıkması için onlardan istidlal etmek büyük bir sevaba ve Allah katında yüksek derecelere nail olmaya vesiledir.

Nasihat ve davette kullanılan üslub, hitab üslubuna yakındır. Bu sebeple Kuran ilim için telif edilmiş, şeri hükümlerin konulduğu kanun kitapları üslubunda gelmez. Ondaki ilimler ve şeri hükümler, nasihat ve davetlerin arasına derc edilmiştir. Alışveriş gibi muamele hükümleri bile birbirine muttasıl değildir. Dinleyenlerin sıkılmaması için, nasihat ve davet ifadeleri dağıtılmıştır. Sonra bu hükümlerin bildirilmesi, yirmi yıldan fazla uzun bir zamanda, ihtiyaçları miktarında, tahammülleri kadar olmuştur. Bazı şeri hükümler değişmeyen usuller, bazısı da durumlarına göre değişen füru olarak bildirilmiştir.

Kuran’ın iki maksadı vardır:

1- Daimi şeriat olması. Bu; ibare kapılarının açılmasını gerektirir. Böylece bu hükümlerden, öncekilerin ve sonrakilerin hükümleri alınıp, çıkarılır.

2- Bu şeriatı taşıyanları ve ümmetin alimlerini, iyice araştırmaya, işin hakikatini bilmeye ve manası zor anlaşılan delillerden maksatların çıkarılmasına alıştırmaktır. Ta ki ümmetin alimleri, her zamanda, şeri hükümlerdeki maksadı anlayıp, yeni hükümleri çıkarmaya muktedir olsunlar.

Müteşabih; kıssalar ve misallerdir. Müteşabihe iman edilir, amel edilmez. Muhkemde manalar makuldür, müteşabihte değildir.

Müteşabih ayetler hangileridir?

♦ Lafzen birbirine benzemekle birlikte olağandışı anlamlar taşıyan ayetlerdir.

♦ Bunlar mensuh (kaldırılmış) ayetlerdir.

♦ Helal, haram ve diğer hükümleri açıklayan ayetlerin dışında kalan tüm ayetlerdir.

♦ Allah'ın gerçek mânâsını kendisine ayırdığı ayetlerdir.

♦ Kıyamet zamanını ve şartlarını belirleyen ayetlerdir.

♦ Kıssalar ve misallerdir.

♦ Mecaz ve benzetmelerdir.

♦ Birden fazla mânâyı ifade eden ayetlerdir.

♦ Sûrelerin başlarında bulunan mukattaa harfleridir.
 

    Bırak o çağdaşlar ne derse desin,

    Hayat bir sınavdır bu hüküm kesin

    Secde et ki varsın Allah'a sesin

    Sanma ki önünde seçenekler çok

    Ya Kur'an, ya hüsran; üçüncüsü yok!
 

Teşabehet mertebeleri ondur:

1- Beşerin, künhünü anlama kabiliyeti olmaması veya bazılarının bir asırda, bir cihetten anlayamaması sebebiyle manası mücmel bırakılmıştır. Kıyamet halleri, bulutlardan bir gölge içinde gelme, görme, konuşma vb. rububiyete ait olan şeyler bu kısma girer.

2- Teville, bilinen manaya hamletme imkanı olmasıyla birlikte Müslümanlara manalarını bildirme kastedilerek icmali açıklanmıştır. Surelerin başındaki huruf-u mukattaa, ‘Rahman arşa istiva etti’ (Taha, 5) ‘Sonra semaya istiva etti’ (Bakara, 29) gibi.

3- Nihai manalarını ancak ehlinin bildiği, lügat manasının künhünü karşılayamadığı yüksek manalar. Fehmin anlayabileceği en son manalarla ifade edilen; Rahman, Rauf, Mütekebbir, göklerin ve yerin nuru gibi Allah (cc)’ın sıfatlarının çoğu bu kısma girer.

4- Bazı dönemlerde fehimlerin anlamaktan aciz kaldığı, ilim ehline Kurani mucize olması için getirilen, belli bir süre için müteşabih kalanlar. ‘Güneş kendi yörüngesinde akıp gider’ (Yasin, 38), ‘Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik’ (Hicr, 22), ‘Geceyi gündüze dolar’ (Zümer, 5), ‘Dağları sabit sanırsın, halbuki o bulutların yürümesi gibi yürür’ (Neml, 88), ‘Yağı bitirir’ (Muminun, 20), ‘Zeytin ağacı ki ne şarkta, ne de garptadır’ (Nur, 35), ‘Arşı su üzerindedir’ (Hud, 7), ‘Sonra duman halinde olan semaya istiva etti’ (Fussilet, 11) ve Ye’cuc ve Me’cuc seddinin (Enbiya, 96) zikredilmesi gibi.

5- Arapça'da kullanılan, ancak zahirde, uluhiyetin kemaline muhalif sıfatları hissettirmesi sebebiyle, Allah (cc)’a layık olmayan manaya hamledilme vehmi taşıyan mecaz ve kinayeler. ‘Sen Bizim gözetimimizdesin’ (Tur, 48), ‘Gökyüzünü kuvvetle bina ettik’ (Zariyat, 48), ‘Rabbinin zatı baki kalır’ (Rahman, 28) gibi.

6- Kuran'ın kendilerine nazil olduğu Muhacir ve Ensarın bilmediği yeni kelimeler. ‘Meyve ve çayır فَاكِهَةً وَأَبًّا’ (Abese, 31), ‘Muhakkak İbrahim çok ah çeken ve çok halimdi أَوَّاهٌ حَلِيم’ (Tevbe, 114), ‘İrinden başka yemek yok غِسْلِينٍ’ (Hakka, 36) ayetlerinde olduğu gibi.

7- Arapların hususiyetini bilmediği, sonradan hakikati urfi olmuş şeri ıstılahlar: Teyemmüm, zekat gibi.

8- Arapça konuşmayan kavimlere kapalı olup, müteşabih zannedilen Arapça üsluplar. ‘Hiçbir şey O’nun benzeri gibi değildir’ (Şura, 11) ayetindeki ziyade kaf gibi, ‘Allah (cc)’ı aldatmaya çalışırlar, halbuki Allah (cc) onların aldatmalarına karşılık verir’ (Nisa, 142) kavlindeki müşakale gibi. Arapça üsluplarına vakıf olan, ayetteki aldatmanın ismi celal zamirine isnad edilmesinde müşakale sanatının gerektirdiği mecazi bir isnad olduğunu bilir.

9- Arap adetlerine göre gelen ayetler. Muhataplar onu anlamış fakat onlardan sonra gelenler anlayamamış ve müteşabihat zannedilmiştir. ‘Kim beyti hacceder veya umre yaparsa o ikisini tavaf etmesinde kendisine günah yoktur’ (Bakara, 158) ayetinde olduğu gibi.

İbni Zübeyr Hz. Aişe’ye bunun sebebini sormuş, Hz. Aişe de 'Cahiliye döneminde putperest Araplar da Merve ve Safa tepeleri arasında gidip gelirler (sa'y) ve adı geçen putların yanında kurban keserlerdi. İşte bu putperest geleneğinden dolayı müslümanlar bu iki tepe arasında sa'y etmekten çekinince, bunda bir günah ve sakınca bulunmadığını bildiren bu âyet nazil oldu' demiştir..

10- Batıniye ve Müşebbihe’nin anladıkları gibi müteşabih olmayıp, müteşabih kabul edilen zayıf anlayışlardır.
 

    Bilmek ister isen eğer sen aded-i âyâtı,

    Cümlesi altıbin ü altıyüz altmışaltı.

    Bini vaad beyanında anın, bini vaîd,

    Binidir emr-i ibâdet, bini nehy-ü tehdid.

    Bini emsâl-ü iberdir, bin, ahbâr-u kasas.

    Beşyüz âyâtı helâl ile harama muhtas,

    Buldu yüz âyeti tesbih-i duâda çü rüsuh.

    Altmış altısı dâhi nasih-ü mensûh, İbn-i Kemal
 

Müteşabihat kelimesi birbirine benzeyen ve bu özellikleri nedeniyle karıştırılma ihtimalleri olan ayetlerin sıfatıdır. Muhkem ayetler insanın sosyal, ahlâkî, ekonomik ve hukukî davranış ve ilişkilerini, müteşabih ayetler imanî, gaybî konuları, tabiat kanunlarını, fizik ötesini kapsar.

Müteşabih ayetlerin işaret ettikleri konular araştırıldıkça netleşecek ve anlaşılır hale gelecektir. Neticede müteşabih olan ayetler, kitabın anası olan muhkem ayetlere yaklaşacaktır. Onlar ana değildir ama, ananın çocukları gibi, anaya benzemektedirler.

İçerikleri itibariyle müteşabih ayetler, ana ayetlerden farklıdır. İlim adamları bu ayetleri anlaşılır hale getirmek için araştırır ve beyinlerini yorarlarsa, çocuk durumunda olan müteşabih ayetleri annelerine yaklaştırıp anlaşılmalarına yardım edebilirler.

Mesela Kur'an'da ele alınan insan psikolojisiyle ilgili konular başlangıçta müteşabih görünürler; konu deşifre edilince müteşabihlikten çıkar. Ama bilinir hale getirilen o kısım, başka bir bilinmeyene intikal eder. Ruh meselesi müteşabih bir konudur; onun içinde bulunduğu ayet de müteşabih ayettir:

Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (İsrâ, 85)

İnsan aklının ruhun yapısını anlaması, onu bütün ayrıntılarıyla anlatması mümkün değildir. Psikoloji bilimi, sadece ruhun davranışlara yansıyan etkilerini inceler. Ayetin ifadesine göre, bu da ruh hakkında çok az bir bilgi demektir. Çünkü ruh, madde ötesi özelliğe sahip olduğu için, müteşabih konular içine girmektedir.

Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih değillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler:

'Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi.' (Neml, 40)

Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar kısa bir sürede, uzun bir mesafeden getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; gelecekte maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayet müteşabihlikten muhkeme yaklaşır.

Kur'an'da yer alan bazı tabiat kanunlarının bir kısmı geçmişte olduğu kadar müteşabih olmayıp, artık muhkem seviyesine yaklaşmıştır. Mesela, 'İnsan neden yaratıldığına bir baksın' (Tarık, 5) ayeti, hangi maddeden yaratıldığını araştırsın anlamına gelmektedir.

Günümüzde sperm ve yumurta, onların döllenme durumu, anne karnında geçirdiği safhalar bilimsel olarak açıklanmıştır. İnsan DNA'sı bulunmuş, çocuğun kimden olduğunu tesbit etmek de artık mümkün hale gelmiştir. Allah'ın insanları rahimlerde şekillendirmesi (Âl-i İmran, 6), geçmişte tamamen müteşabih bir konuydu. Şimdi bu şekillenmenin bazı yönleri bilimsel olarak açıklanmakta, bazı yönleri de hâlâ müteşabihliğini korumaktadır.

Kainatın sırları çözüldükçe, ondaki kanunların müteşabihliği ortadan kalktıkça, yeni sırlar ve yeni müteşabihler çıkacak, kıyamete kadar insan beyni durmadan araştıracaktır.
 

Kalplerinde eğrilik olanlar.

زَيْغٌ ; lugatta istikametten, haktan sapmak, dönmek, ayrılmak, doğru yoldan çıkmak, şaşmak, mevzudan ayrılmak, abuk-sabuk söylemek, yanlış yola girmek, avare dolaşmak, haktan meyl etmek, eğrilmek, maksattan çıkmaktır. زَيْغٌ, meyl'den daha hususidir. Çünkü meyl maksattan ve doğrudan ayrılmadır.

زَيْغٌ : Hidayetten, haktan, sünnetten dönüp şer ve fesada ısrar etmek, muhkemi batılla örtmek, yanlış, bozuk yorumlar yapmak, şüpheye düşürmek, müminleri fitnelendirmektir.

O dönemde bu ifade ile Necrân hıristiyanlarına işaret olunmuşsa da, 'Kalbinde eğrilik olanlar' dirilişi inkar eden, münafık, zındık, cahil, bidat sahibi, halkı eğrilten bütün kesimleri genel olarak kapsamaktadır. Kalpleri şüpheci, mütemekkin olmayan herkesin kalbi eğridir.

"Kalplerinde eğrilik olanlar" ifadesi, yanlışlığın kalpten kaynaklandığına işarettir. Müteşabih ayetlere, ilim ile yaklaşılmasını isteyen Yüce Allah, kalpteki eğriliğin fitneye ve tevile götüreceğine dikkat çekmektedir.

Kur'an'da "زَيْغٌ" kelimesi, gözle ve (Necm, 17), kalple (Saf, 5) Allah'ın emrinden sapmayı ifade eder. İnsan sapmadan Allah onun kalbini saptırmaz, insan sapınca Allah da onun kalbini saptırır.

'Sapma' önce kalpte başlamaktadır. Bu ayette, gönüldeki sapmanın, fesat ve tevil sonucu olduğunu ifade etmektedir. Kalpteki sapma, psikolojik bir oluşumdur. Bu oluşum kalpte kendi halinde durmaz, başkalarına bulaşmak için sosyal olguya dönüşür. Kalpteki sapma, fitne çıkarma, insanların kafalarını karıştırma isteği uyandırır ve bilgisizce müteşabih ayetlerin peşine düşer.

Kalpteki sapma kafaları karıştırma isteğiyle yetinmez, keyfî manalar üretme arzusu uyandırır, müteşabih ayeti, başka bir ayete ters düşecek şekilde yorumlar. Kalbinde eğrilik olan kişi, kendi düşüncesini Kuran'a kabul ettirmeye kalkışarak bu fesat ve tevile girmiş olur.

Bütün ilmî araştırmalar, Kuran'ın anlaşılması için vasıta olmalı; şahsî görüşünü yaymak için Kur'an vasıta yapılmamalıdır. Bu durum, çocuğu annesinden koparmak kadar suç ve Allah indinde günahtır. Kitabın anası/özü olan muhkem ayetlerden müteşabih ayetleri uzaklaştırmak manevî kalp hastalığının neticesidir.
 

فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ   Müteşabih olanına uyarlar. 

Tabi olma (ittiba) burada ayrılmama ve adeti üzerine gitme manasında kullanılmıştır. Yani müteşabihe dalmaya devam ederler. Bu devamlılıkları, tabi olanın peşinden gittiği şeyden ayrılmamasına benzetilmiştir.

Hz. Âişe anlatır: Rasûlullah bu ayeti okudu ve şöyle buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah'ın bu ayette kasdettiği kimselerdir, onlardan sakınınız."

Müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur:

1- Kâfir olduklarından şüphe olmayan ve Allahu Teala'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.

2- Kâfir olduklarına hükmedilenler. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele kalmaz. Aksi takdirde irtidat edene yapıldığı gibi bunlar da öldürülürler.

3- Tevil edip etmeme konusunda ayrılanlar. Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin caiz olup olmadığı ihtilâflıdır. Selef şu görüştedir: Müteşâbihin zahiren anlaşılması imkânsızdır, te'viline kalkışmamalıdır. Müteşabih ayetler, muhkem ayetlerin desteklenmesi amacına yönelik vesilelerdir. Hakkında yorumlama hileleriyle çözüm aramaksızın, herhangi bir artırma yapılmaksızın ve gelişi güzel tahminlerde bulunulmaksızın, "bunların hepsi Rabbimin katındandır, biz hepsine iman ettik" denilmelidir.

Bazıları ise bu ayetlerin te'vilini yapmış ve mücmel anlamlarından herhangi birini kesin olarak tayin etmeden, dilde açıklanması mümkün olan izah yolunu izlemişlerdir.

4- Hz. Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller.

Hz. Ömer zamanında Sabiğ b. Şerik adında bir adam Basra’dan Medine’ye geldi ve insanlara Kuran’daki müteşabih ayetleri sormaya başladı. Ömer (ra) durumdan haberdar olunca ona birisini gönderip huzuruna çağırttı.

Önceden de bir deste kuru hurma dallarından hazırlamıştı. Huzuruna gelince Hz. Ömer ona; 'Sen kimsin?' dedi. Sabiğ; 'Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im' dedi. Hz. Ömer de; 'Ben de Allah'ın kulu Ömer'im' dedi, kuru hurma dallarını alıp üzerine yürüdü, kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar şiddetle vurmaya devam etti. Sonunda Sabîğ, 'Bu kadarı yeter ey mü'minlerin emiri, Allah'a yemin ederim, kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitti, sorularımın cevabını buldum' dedi. Hz. Ömer onu Basra’ya geri gönderdi ve Ebu Musa el-Eşari’ye Sabiğ'in insanlara karışmasını engellemesini yazdı.
 

Fitne aramak için...

Kalplerinde eğrilik olanlar, insanları din hakkında şüpheye düşürmek, dine bir şeyler karıştırarak insanları fitneye sokmak isterler. Mü'minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulması, herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesi için, o ayetlerle kendi hevalarını, kuruntularını delillendirmeye çalışır, insanları Kur'an'ın hedefinden, asıl cevherinden saptırmak için, muhkem ayetlerin hükümlerini müteşabih ayetlerle bozmak isterler.

Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyla bir bid'ati yerleştirmeyi, fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeyi ve büyük bir şekilde tazir edilmeyi hak etmiştir.

Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiştir. Çünkü bu sorular, o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatlerinin tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürür, münafıklara nifak sokabilecekleri bir yol vermiş olur.
 

    Ey insan! Yaşıyorken hem de Kur'an çağında

    Çırpınıp duruyosun cehalet batağında

    Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında

    Kur'an sana 'gel' diyor, bak bendedir adresin

    Ey eşref-i mahlukat! Daha Kur'an ne desin?


 

Ve teviline yol bulmak için...

Te'vil, lafzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır, anlamın beyan edilmesidir. Tefsir ise lafzın beyan edilmesidir.

Teviline yol ararlar, yani arzuları doğrultusunda bozuk ve eğri fikirlerle Kur'an-ı Kerim’i tevil etmeyi isterler. Onlar müteşabih ayetleri tevil edecek bir bilgiye sahip olmadıkları halde kötü niyetle Kur'an-ı Kerim’i tevil ederler.

Ayetin sebeb-i nüzulünde zikredildiği üzere, müteşabihi kendilerince yorumlayanların bir kısmı da, Hıristiyanlardı. Onlar, Hz. İsa için Kuran'da geçen 'Kelimetullah' ve 'Ruhullah' ifadelerini, kendi batıl itikatlarına göre anlamak istiyorlardı.

Kur'an, Hz. İsa'nın Allah'ın ruhundan bir nefha ve Allah'ın bir kelimesi olduğunu söylemişse de bu, onun Allah'ın oğlu, O'ndan bir parça ya da Allah'ın insan şeklinde olduğu anlamına gelmez. Böyle bir yorum; kendi batıl fikirlerini temize çıkarmak için birbirine benzeyen ve tahmini anlamlar ifade eden müteşabih ayetleri saptırmak demektir. Oysa bu ifadelerin tümü, ayetin kendi üslubuyla, İsa (as)'ın yaratılışı konusunda Allah'ın mucizelerinin bir ifadesidir.

Lafız, hakikî ve mecazî mânalara gelebilir. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek biçimde varid olursa, müteşâbihat olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. Ancak onlar, kitabın aslı ve anası olan; Allah'ın bir olduğunu, eşi, ortağı ve çocuğunun olmadığını açıkça beyan eden; İsa'yı, Allah'ın oğlu, ilah ya da üç ilahın biri olarak niteleyenlerin kafir olduğunu ilan eden muhkem ayetlere aykırı düşmektedir.

Allahu Teâlâ, mü'minleri, müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir.
 

  Önce insan kimliğini alırdın, sonra irfan adresini bulurdun,

  Ve Allah'ın halifesi olurdun, kendini; Kuran'a sorsaydın eğer

  Hak dine hurafeler katmazdın, zanlarla hükmetmez, küfre batmazdın

  Dünya için ahireti satmazdın, İslam'ı Kuran'a sorsaydın eğer.

 

Kur'an-ı Kerim ve Tevil

İnsan, art niyetli ve tek taraflı olarak Kuran'a yaklaştığında onu anlaması mümkün değildir. Bu, Allah'ın bir kanunudur. Bir kişi ne kadar zeki, kültürlü olursa olsun, samimiyetsiz ve art niyetli bir bakış açısıyla Kuran'ı değerlendirdiğinde onu gereği gibi anlayamaz, doğru yorumlayamaz ve çelişkilere düşer. Bu yüzden, Kuran'a ön yargılı, peşin fikirli, içten pazarlıklı yaklaşan bir kişinin bu art niyetli tutumu, kendisiyle Kuran arasında "görünmez bir perde" oluşturacaktır. (İsra Suresi, 45-46) Bu da kişinin İlahi kitabı anlamasını ve kavramasını engelleyecektir.

Kuran tüm insanlığı doğruya çağıran bir davettir, ancak müminlerin Kuran'ı anlamalarındaki en önemli etken, vicdan ve samimiyetleridir. Müminlerden farklı bir ruh haline ve karaktere sahip dinden uzak kimselerin Kuran'ı anlayamamaları da gayet doğaldır.

Kur'an, son derece açık, sade ve anlaşılır bir dile sahiptir, ama samimi ve vicdanlı kimselerin anlayabilecekleri özellikte bir kitaptır. Henüz iman etmemiş herhangi bir insan, açık bir kalple, ön yargısız ve samimi olarak yaklaştığında, Kuran'ın Allah sözü olduğunu vicdanıyla fark eder. Kuran'ın üslubundaki heybet, mükemmellik ve sadelik, içerdiği üstün ilim ve hikmetle bir insan sözü olmadığını, ilahi bir Kitap olduğunu her vicdan sahibi kabul eder. Bu kişi iman edip saygı ve samimiyetle yaklaştığı takdirde, Kuran'ın hikmetli manaları kendisine açılır.

Kur'an kendisine samimi bir kalple yaklaşan için bir hidayet rehberi olduğu gibi, art niyetle, düşmanca yaklaşanlar için de bir sapma vesilesidir. Etraftan duyduğu yanlış bilgiler, çarpık yorumlar, yalanlar ve ön yargılar ile birlikte kendi dünya görüşünü ve yaşam felsefesini de ölçü alarak Kuran'ı taraflı bir biçimde değerlendirmek isteyen, Kuran'ı ne anlayabilir ne de ondan istifade edebilir.

Tam aksine, Kur'an bu kimsenin sapkınlığının artmasına vesile olabilir. Kuran'ı anlayamadığı gibi, Kur'an hakkında akılsız ve mantıksız itirazlar getirip, çarpık ve saçma yorumlar yapabilir. "Oysa o (Kur'an), zalimlere hüsrandan başkasını artırmaz" (İsra Suresi, 82) ayetiyle haber verdiği gibi Kuran'dan ve imandan uzaklaşır.

✦ Kur’anı kendi görüşüyle açıklayan, verdiği mânâ doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir. Hadis-i Şerif, Nesai

✦ Kur’ana ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennemde azap görecektir. Hadis-i Şerif, Tirmizi

✦ Ümmetim için şu iki şeyden korkarım: Helal malın onlara çoğalması, hasetleşip savaşmaları. Kitabın kendilerine açılıp, müminin ondan tevil arayıp sapıtması. Hadis-i Şerif

✧ Allah’ın kitabında bilmediğimi söylersem hangi arz beni taşır ve hangi sema beni gölgelendirir? Hz. Ebu Bekir

Kur'an insanlar için gereken her bilgiyi barındıran mucizevi bir kitaptır. Ayetlere üstün bir hikmetle sınırsız bir ilim yerleştirilmiştir. Ayetler kendi içlerinde zahiri, batıni, içiçe geçmiş ve katlanmış pek çok anlam içerdikleri gibi, ayetler arasındaki bağlantılardan da sayısız anlamlar çıkar. Kimi zaman tek bir ayetin açıklaması bile müstakil bir kitap konusudur. Bu sebeple, Kuran'ı yorumlamak, asıl kastedilen manayı anlayabilmek için herşeyden önce Kuran'ın geneline hakim olmak şarttır. Bunun yanı sıra, çeşitli teknikleri de bilmek gereklidir.

Bu tekniklerin en önemlilerinden biri, ayeti Kuran'da bulunduğu yere göre değerlendirmektir. Çoğu zaman bir ayetin anlamı o ayetin içinde geçtiği konu bütünlüğünden anlaşılır. Ayetin gelişi ve devamındaki ayetler o ayetteki anlamın net olarak anlaşılmasını sağlar. Buna, ayetin "siyak ve sibakı" yani "öncesi ve sonrasında devamı" denir. Bu nedenle, ayeti bulunduğu yerden ayırarak, başını sonunu dikkate almadan, yalnızca içinde geçen kelimelere göre yorumlamaya kalkmak çok yanlış anlamlar çıkmasına sebep olabilir.

Bir diğer önemli teknik de ayetlerde geçen kelimelerin anlamlarını yine ayetleri esas alarak tespit etmektir. Pek çok kelime Kuran'da özel anlamlarda kullanılır. Kuran'ın belli bir yerinde kullanılan bir tabirin anlamı, çoğu zaman o tabirin Kuran'ın başka bir yerinde kullanılma şeklinden anlaşılır. Kuran'da gördüğü her kelimeyi sözlükteki ilk manasıyla ele almak çok yanlış, hatta bazen tam tersi anlaşılıp yorumlanmasına sebep olabilir. Kuran kendi kendini açıklayan bir kitaptır. Bir ayetin tefsiri, bazen bir başka ayetin anlamında saklıdır.

Ayetleri doğru yorumlamanın önemli şartlarından biri de Kuran'ın ruhunu kavramaktır. Kuran'ın ruhunu kavrayabilmek için de Kuran'ın geneline hakim olmak gereklidir. Allah'ın sonsuz merhamet, şefkat ve adaletinin Kuran'daki tecellisi görülüp anlaşılmalı ve ayetler bu bakış açısına göre değerlendirilmelidir.

Kur'an ilahi bir kitaptır, diğer kitaplara benzemez, onlarla kıyaslanamaz. Kuran'ın kendine has özel bir üslubu vardır. Ayetleri gereği gibi anlamak için Kuran'ın genel üslubunu, temel ruhunu hakkıyla kavramak, Kuran'a uygun bakış açısına sahip olmak gerekir.
 

Onun tevilini ancak Allah (cc) bilir.

Yani, tevili benzerleri gibi olmadığından onun teviline kabiliyetli değillerdir. Bu sebeple selef, şeriata raci olmayan müteşabih ayetlerin tevilini yapmamışlardır.

Te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur, gibi. Ve yine bu fiil, işin sonunda tevl edeceği akıbeti anlamına gelir. 'İş sonunda şuna vardı' gibi. 'Te'vil ettim' onu bu hale getirdim, demektir.

Burada zikredilen tevil'in 'öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez' manasında olduğu da söylenmiştir.
 

وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ  Ve ilimde kökleşenler

'Rüsuh' sabit ve sağlam olmak, derinlere kök salmak, yakından bilmek, baştan aşağı her şeyi bilmek, mükemmel bir hünere sahip olmak, içine sızmak, nüfuz etmek, dikmek, zihnine sokmak manalarına gelmektedir.

'Rasihûn' kitabın ilminde, haml edilen manalarını bilmede temekkün eden, Allah’ın murad ettiği manaya irşad eden delillerin şüphe karışmayacak kadar kendilerinde kaim olduğu kimselerdir.

Bazı insanlar, suyun yerin derinliklerine işlemesi, ağacın toprağa kök salması gibi ilmî meselelerde kök salmış, konuların derinliklerine inmiş ve onları yakînen tanıma imkanına sahip olmuşlardır. Köklü ve derin bilgiye sahip olan bu insanlar, müşetabih konuları anlama imkanına sahiptirler.

İlimde kökleşenler, inceliklerini bilenler, onda sabit olanlar ve tevilini güzel yapanlardır. Onların özellikleri; kendisiyle Rabbi arasında takva, kendisiyle halk arasında tevazu, dünya ile kendi arasında zühd, kendisi ile nefsi arasında mücahede bulmasıdır.

Bunun için ‘وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ’ kelimesi ism-i celale atfedilmiştir. Bu atıfta ‘Allah (cc) kendinden başka ilah olmadığına şahitlik etti, melekler ve ilim sahipleri de’ (Âli İmrân, 18) ayetinde olduğu gibi büyük bir şereflendirmedir.

Kuran’da Allah (cc)’ın ilmini kendi katında sakladığı bunun üzerinde bir ayet yoktur. Allah’ın ilimde kökleşenlerin faziletini ispat etmesi, onları rusuhla vasıflaması, müteşabih ayetleri anlamada onların meziyeti olduğunu bildirmesi bunu teyid eder. İbni Abbas (ra) bu ayet hakkında ‘Ben onun tevilini bilenlerdenim’ demiştir.

Müfessirler günümüze kadar müteşabih ayetleri daima tefsir etmiş, tevillerde bulunmuşlardır. Müfessirlerin Kur'an-ı Kerim’den bir şey üzerinde durdukları ve ‘bu müteşabihtir bunun manasını Allah’tan başkası bilemez’ dedikleri vaki değildir. Hatta alimler heca harflerini ve diğer benzeri ayetleri de tefsir etmişlerdir.

Bilgide derinleşmek, bilgiyi yığın olarak bilmek, zihinde tutmak değil; tam tersine düşünmek, bilgiden yeni bilgiler üretmektir.

Bu cümlenin, öncesine atfedilmeyen, yeni bir cümle başı olup, ifadenin 'Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir' buyruğunda tamamlandığı da söylenmiştir.

İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta, bir sonraki ayette onların: "Biz O'na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" demeleridir.
 

Gerçek alim

Ey ilim iddiâsında bulunan, hani ağlaman? Allah korkusundan göz yaşın akıyor mu? Hani çekinmen? Korkun ve günahları itirâfın nerede kaldı? Nefsinle cenk etmek ve onu terbiye etmek yok mu? Onu Hak tarafına çağırmak nerede kaldı? Bunlar sende yok. Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır.

Her âlim denilen kimse ile oturup sohbet edilmez. Ancak kendisinde şu vasıflar varsa, o âlimin sohbetlerinden istifade edilir:

1- Hakk’a davet edecek, hakikate celbedecek. Zühd ve takvaya, âhirete hazırlanmaya teşvik edecek.

2- Kibirden uzaklaştırıp tevazu haline büründürmeye çalışacak.

3- İhlâsı tarif ve tavsiye edecek, ruhu besleyici nefsi zayıflatıcı bilgiler ve öğütler verecek.

      ✽      ✽      ✽ 

Nevevî, hadis alimlerinin efendisiydi. Şafii fıkhında ise, devrinin en büyük alimiydi. Şafii mezhebinin esaslarını, bir meseleye dair sahabi ve tabiin alimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirlerinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi.

Bir gün İmam Gazali'nin el-Vasit adlı eserinden yapılan bir nakil hakkında onunla münakaşa ettiler. Halbuki Nevevî münakaşayı da sevmez, münakaşa edenleri de sevmezdi. Dayanamadı, yanındakilere dönüp şöyle dedi:

"Benimle el-Vasit hakkında münakaşa ediyorlar. Halbuki ben o eseri dört yüz defa okudum..."

      ✽      ✽      ✽ 

Bu haller bulunmayan âlimin ilmi kendisine fayda vermez ki başkası istifade etsin. Hâl, kâl, fiil ahkâma uymuyorsa işin ehli değildir.

Âlimler, zâhirî ve bâtınî âlimler olarak ikiye ayrılır. Zâhirî âlim; ilmi arttıkça ortaya çıkması, tanınması artan kimsedir. Fakat bâtınî âlim gizlidir. Mânâlar âleminde ilerledikçe, kendisi, kendisini ve ilmini anlamaktan, idrâk etmekten âciz kalır. İlmi de kendisi ile birlikte gizlidir. Görünüşte onun ilminin ve kendi hâlinin bir belirtisi olmaz. Ancak ehli olanlar tarafından tanınabilirler.
 

Hakiki âlimin vasıfları:

1- Dünya ziynetlerine kıymet vermemek.

2- Sultanlarla düşüp kalkmaktan sakınmak.

3- Fetvâdan kaçınmak.

4- Yakini kuvvetlendirmeye ehemmiyet vermek. Bu da, yakin sâhipleriyle buluşup, onlara uymakla olur.

5- Halkın ittifâkıyla da olsa ihdas edilen şeylere kıymet vermemek. Sahabenin hâli, ahlâkı ve ilmi üzere olmak.

6- Tevekkül sâhibi olmak ve Resûlûllah (sav) ve sahabeden başkasını taklit etmemek.

7- Ameli bozan, kalbin huzûrunu kaçıran şeyleri iyice araştırıp öğrenmek.

8- Dâima mahzun, başı öne eğik vaziyette sükût etmek.

9- İlm-i bâtın (Allah bilgisi), kalp murâkabesi ve âhiret yolculuğu için gerekli bilgileri elde etmek için ciddi çalışmalar yapmak.

10- İlmiyle dünyalık istememek.

11- İşi sözüne uymak.

12- Faydası az ilimlerden sakınmak.

✧ Hakiki alim, suali cevaplandırırken kıyamette, "Bu cevabı nereden buldun?" diye sorulacağından korkan kimsedir. Ebu Hafs-ı Haddad

✧ İlim sâhibi, mâlûmâtı ve nakilleri çok olan değildir. Âlim, bilgisi az olsa da öğrendiklerini uygulayan, uygulattıran ve sünnetlerden ayrılmayanlardır. İbrâhim el-Havvâs

✧ Bulunduğu muhitte kendisinden daha bilgili kimselerin bulunabileceğini kabul eden kimse, gerçek âlimdir. Ama kendisini herkesten üstün gören, her âlimden daha bilgili sayan, kendini âlim sanan bir câhildir. Abdullah b. Mübârek
 

Kur'an-ı Kerim'i anlamak

Yalnızca birtakım ilimlere sahip olmak Kuran'ı gereği gibi anlamada yeterli değildir. Tarih, görünürde pek çok ilmi vasfa sahip oldukları halde Kuran'ı yanlış yorumlayıp sapanların örnekleriyle doludur. Pek çok batıl mezhebin kurucuları bu tür alimlerdir. Bunlar hem kendilerinin hem de kendilerine tabi olan kitlelerin İslam'dan uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır.

Peygamberimiz zamanında, Mekke müşrikleri Kuran'ı anlamayıp inkar etmişlerdi. Ancak onlar Arapçayı da çok iyi biliyorlardı.

Kuran'ı Kerim'i tam anlayabilmek için, Allahu Teâlâ'nın kuluna bir fehim vermesi gereklidir. Allah bu anlayışı müttaki ve ihlaslı olana verir. Heva ve hevese tabi olmak, bunu engeller. Kuran'a olumsuz bir ruh haliyle, Allah'ın beğenmediği bir niyet ve bakış açısıyla yaklaşmak, Kuran'ı yanlış anlamaya yol açar. Heva ve heves kişinin aklını kapatır, Kuran'ın sırlarını, inceliklerini, derinliklerini kavrayamaz. Ayetleri kaba ve yüzeysel bir bakışla yorumlar, ilahi hikmetleri göremez.

Hevasına uyan kişi Kuran'ı nefsî isteklerine, çıkarlarına uygun biçimde yorumlamak ister, ayetlerden Allah'ın kastettiğini anlayamaz. Böyle kişiler normal insanların kolaylıkla kavrayabilecekleri konuları dahi anlamakta güçlük çekerler. Ayetler arasında, ayetlerle olaylar arasında bağlantı kuramazlar. Sonuçta da; kavrayamadıkları ayetleri çelişkili sanırlar.

Kibir Kuran'ı anlamada çok büyük bir engeldir. Kibirli insan kendini herkesten üstün gördüğü için, Kuran'a gereken tevazu ve kulluk bilinci içinde yaklaşamaz. Kibir kendi aklını, kültürünü, bilgisini herkesten üstün görmeye sebep olur. Akademik kariyeri, kültürü, bilgisi, onu Kuran'dan iyice uzaklaştırır. Bilim adamı veya aydın görünürken, Kuran hakkında akılsızca iddialar ortaya atar.

Kuran'ı, kibir ve gurur üzerine kurulu şahsiyeti için bir tehdit olarak görür. Onu yalanlayabilmek için var gücüyle mücadele eder, ayetler hakkında alabildiğine tartışır durur. 'Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim...' (Araf, 146)

Kuran'ı doğru anlayabilmek için büyüklenmemek, mütevazi, olmak Allah'a tam teslim olmak, boyun eğmek, Allah'ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunun bilincine varmak gerekir.

Bazı insanlar da, yaşadıkları zaman ve toplumun şartlarını ölçü alır, çoğunluğun uyguladığı kuralları mutlak doğru sanarak Kuran'ı değerlendirir. Kuran'a itiraza kalkışanların en ahmak ve en kalabalık grubu bu insanlardır. Her meslek grubunda ve sosyal çevrede rastlanan bu insanlar fazla düşünmez, herhangi bir dünya görüşleri yoktur. Gününü gün etmeye, hayatını kazanmaya çalışır, küçük hesaplar, basit çıkarlar peşinde koşarlar. Kuran'ı çıkar ve zevklerini engelleyecek, keyiflerini kaçıracak, özgürlüklerini kısıtlayacak, alışılmış kurulu düzenlerini bozacak bir tehlike olarak algılar ve ayetlere karşı çıkarlar.

Genellikle kendileri düşünüp bulmadıkları, sağdan soldan duyup benimsedikleri klasik kalıpları kullanırlar: "21. yüzyılda…", "bu devirde…", "uzay çağında…", "batıda…" gibi kalıplaşmış cümlelerle Kuran hakkında yorumlar yaparlar. Hikmetlerini anlamadıkları hükümler, anlamlarını kavramadıkları ayetler hakkında akılsızca tartışmalar açar ve hiçbir tutarlı mantık içermeyen iddialarını ateşli biçimde savunurlar. Mantıklı, tutarlı olmaktan değil çoğunluktan cesaret ve güç alırlar.

"Hayatın gerçekleri" adını koydukları dünya görüşünü ölçü alarak Kuran'da hata veya eksik aramaya kalkışırlar. Asrın gerekleri zannettikleri kavramlar, topluluk psikolojisiyle birbirlerini avuttukları, kendi kendilerini kandırdıkları içi boş kuruntulardır.

      ✽      ✽      ✽

Mi’sar anlatıyor; İmam Ebû Hanife’yi izledim. Sabah namazından sonra ilim meclisine oturur, ikindiye kadar bu hal üzere devam ederdi. İkindiden sonra akşama, akşamdan da yatsıya kadar bu vaktin namazını kıldıktan sonra hemen ilim dağıttığı yere geliyor, ders vermeye devam ediyordu. Kendi kendime; ‘Bu adam ne zaman ibâdet edecek?’ diyordum. Onu geceleyin de takip etmeye karar verdim. Yatsıyı kıldıktan sonra evine girdi. İnsanlar uykuya daldığı, ortalığın iyice sâkinleştiği bir sırada mescide geldi, namaza durdu. Gece boyunca hep namaz kılıyordu. İnsanların kıpırdanmaya, yavaş yavaş kalkmaya başladığı saatlerde evine döndü. Sonra yine her zaman ki vakitte evinden çıktı. Üstü başı düzgün, sakalı temizdi. Cemaatle berâber sabah namazını kıldı. Yine ilim halkasına geldi, bütün günü ilimle geçirdi. Ben bu sefer kendime; ‘Herhalde sadece bugüne has bir ibâdetti bu!’ dedim. Sonra ki günlerde de onu takip ettim. Onun gecesinin de gündüzünün de dolu olduğunu gördüm. Sadece öğleden önce biraz kestiriyordu.

      ✽      ✽      ✽

Kur'an ilimleri

Kur’an ayetlerini tefsir etmek, herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir için ihtisas yapılması gereken 15 ilim dalı:

1-Lügat İlmi: Kur’an’daki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. “Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” (Mücahid)

2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek nahv ilmine bağlıdır.

3-Sarf İlmi: Kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. O yüzden sarf ilmini bilmek gereklidir. “Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.” (İbni Faris)

4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen “mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.

5- Meani İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.

6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeler bilinir.

7- Bedi İlmi: Söz güzelliklerini bildirir. Bu üç ilme “İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır.

8- Kıraat İlmi: Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.

9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onlarda tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi. Bu teviller ancak akaid ilmi bilinirse anlaşılabilir.

10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.

11- Sebeb-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen de manayı anlamak iniş sebebine bağlı olur.

12- Nasih ve Mensuh İlmi: Kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.

13- Fıkıh İlmi:

14- Hadis İlmi

15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onu hususi kullarına lutfeder.

Bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur ki, bu yasaktır.

✦ Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın. Hadis-i Şerif

✧ Kur’an-ı kerimin tefsiri, Resulullah'tan işitildiği gibi yapılabilir. İ. Rabbâni

✧ Kur’an-ı Kerimi, kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa dahi, mutlaka hata etmiştir. Nesai

Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerden doğru hükümleri çıkarmak için “Usul” ilmine ihtiyaç vardır. Fakih, fer’î bir olayın hükmünü tesbit etmek için, usul kurallarını alır, o fer’î olayla ilgili delile uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar.
 

وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ  Ancak akıl sahipleri düşünür.

‘وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ’ kavli, ilimde kökleşenlerin müteşabih ayetlerin tevilini bildiğini hissettirir.

Yani 'yoldan saparak heva ve heveslerine meyletmekten kurtulmuş aklı selim sahipleri anlar. Bu makam, uyarı ve nasihatlerden öğüt alıp, hakka gereken itinayı gösteren akıl sahiplerinin ulaşabilecekleri makamdır.'

Bu vasıf rüsuh sahibi olanlara iyi bir zihin, keskin bir zeka ve güzel nazarları (bakış ve düşünceleri) sebebiyle bir medihtir.

Yine burada, rüsuh alimlerin müteşabih ayetlerin tevillerini kavramalarını sağlayan istidadın, hissi örtülerden arınmış bir akıl olduğuna işaret vardır.

'İlimde kökleşenler' cümlesinin öncesine atıf olmadığı görüşüne göre de mana şöyle olur: 'Rabbimiz kalplerimizi kaydırma' diyen, iman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir.
 

      Renkleri ince ince ne anlatırsın köre?

     ‘Konuşun insanlara akıllarına göre.’  Necip Fâzıl

 

Ulû'l elbâb- Akıl sahipleri

Akıl sahipleri; akılları hidayet nuruyla sıfatlanmış, adet ve heva kabuğundan sıyrılmış olanlardır.

En yüksek akıl, Efendimiz'in aklıdır. Onun mübarek zekası ve aklı, her düşüncenin üzerindedir. En büyük dahilerin ve en parlak fikirli adamların akıl ve dehaları, onun yüksek zekası yanında sönük kalır. Bu gerçeğe onun mükemmel hayatı şahittir. Arab Yarımadasının; nübüvvetten önceki hali ile sonraki durumunu düşünmek zaten yeterli bir delil olacaktır. Onun kadar insanların ruh hallerini anlamış, insanları güzel bir siyasetle idare etmiş, onları doğru yola getirip ıslah etmeyi başarmış, bunun için gereken esasları hazırlamış bir akıl ve hikmet sahibi gösterilemez.

Dolayısıyla ayeti kerimede geçen 'Bunu ancak akıl sahipleri anlar' cümlesi zımnen Efendimiz'e ve fetanet sahibi peygamberlere işaret eder, tecriddir.

✦ Allah katında kulların en sevimlisi, gizli takva sahipleridir. Bunlara kimse itibar etmez. Şöhretleri yoktur. İşte asıl hidayet mumları, ilim çıraları böyle kimselerdir. Hadis-i Şerif
 

Akıl

Akıl: Men etmek ve tutmak anlamındadır. Hayvan yularına da ikal denir. Akıl ile ikal aynı köktendir ve 'güzel şeyleri tutup kötüyü men etmek' anlamına gelir.

İmansız akıl, bedende yılan görevi yapar. Bizler de akıl sahibi nasıl olur, sorusunun cevabını Efendimiz'in hayatını, sünnetini, okuyup öğrenerek, yaşantımıza geçirerek bulabiliriz. Hz. Mevlana bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: Aklını Hz. Muhammed'in aklına kurban et!

✦ Allah (cc) yeryüzünde akıldan daha az hiçbir şey yaratmamıştır. Hadis-i Şerif

✦ Ey Ademoğlu! Rabbine itaat ettiğin gün kamil manada akıllı denilmeye layık olursun. O’na asi olma, cahil denilmeye müstehak olursun. Hadis-i Şerif

✦ Akıllı nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için hazırlanandır. Hadis-i Şerif

Enes b. Mâlik anlatıyor:

- Yâ Resûlâllah! Ameli az, günahı çok olan kişi için ne buyurursunuz?

- Her Âdemoğlu, çok hatâ eder. Kimin yaratılışta bir aklı ve gerçeği öğrenme güdüsü varsa, günahları ona hiçbir zarar vermez.

- Nasıl olur bu yâ Resûlallah?

- Çünkü o ne zaman hata yapsa, hiç beklemeden tevbe eder. Onun günahları silinir ve ona geride sevap artığı kalır ve onunla cennete girer. Akıl, Allah’a itaat edenin lehine, Allah’a isyan edenlerin aleyhine bir hüccetdir.

Akıl bakımından en tamamınız, Allah’dan korku bakımından en ileride olanınız ve ibret bakışı bakımından da Allah’ın emrini yerine getirmek ve yasakladığını terk etmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.

✦ Aklın, Allah (cc)’a imandan sonra gösterdiği en şerefli şey, insanlarla iyi geçinmektir. Hadis-i Şerif

Allah aklı yarattığında, ‘Bana dön’ dedi, döndü. ‘Geri dön’ dedi, yine döndü. Sonra şöyle buyurdu: ‘Senden daha sevimli bir şey yaratmadım. Zîrâ seninle isteyeceklerimi alır, seninle de veririm.’

Akıl iki çeşittir:

1- Matbû: İnsanın kendinden kaynaklanan.

2- Mesmû: Duyu organları ile elde ettiği.

Matbû akıl, mesmû yoksa bir fayda sağlamaz. Tıpkı insanın gözünün nûru yoksa, güneşin bir anlam ifâde etmediği gibi.

Hiç aklı olmayana deli denir; bir şeyle mükellef değillerdir. Aklını terbiye edip, ondan faydalanamayana ahmak-sefih denir. Aklın terbiyesi ilme bağlıdır. Onun için ilim, her müslümana farzdır.

Akıl ilimle kuvvetlenince, sâhibine dâima olan biten işlerin hangi yollardan çıkıp geldiğini dikkate aldırır. Her hâdisede Allah’ın irâdesini, kudretini sezdirir. O’nun rızâsı için çalışmayı sevdirir.

İtaat, akıldan üstündür.
 

    Fâtihlik nimetinden yüzü bir nurlu mühür,

    Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki, asıl hür.  N.Fâzıl

 

Tezekkür

Kuran’da yer alan tezekkür (geçmişe yönelik düşünme), tedebbür (geleceğe dönük düşünme), taakkul (geçmiş ile gelecek arasında bağlantı kurma), tefakkuh (bağlantılardan sonuç çıkarma) ve tefehhüm (anlama, farkına varma) aşamalarının bütünü olan tefekkür, akıl melekemizin bir meziyetidir, malzemesi de faal aklın sınırlarıdır.

Aklın sınırları aynı zamanda göklerin ve yerin sınırlarıdır.

Tefekkür kesafetten nurâni olana, vehimden rikkât ve vahdete kaçıştır. Kendisine bir dağ gibi kesif, câmid, cismanî bir vaziyet veren aklımıza uyup koca gövdemizle tembel ve faaliyetsiz olarak hayata kuruluvermek de var; güneş misali herşeyle münasebet kurabilen kalp ile sancılı bir tefekküre girişmek de.

İman ve teslimiyetsiz tefekkür ve akletmenin sonucunda muğalata başlar. Hakikât de şüphe ve gafletin gölgesinde kalır; bir azaba dönüşür.

Tefekkür etmek, Kur’ân-ı Kerim’in bir emridir. Kalbin bu faaliyetiyle mümin, hem Allah’ın nimetlerini düşünerek ibâdet eder, hem bir takım konularda bilgiye ulaşır, hem kalbini lüzumsuz işlerden uzaklaştırır, hem de kişinin kendisine kendisini hatırlatır.

Tefekkür; kalbin, ahlakın iyi yöne doğru değişerek nurlanmasının anahtarı ve basiret sâhibi olmanın başlangıcıdır. Tefekkür, kalbin; itaat organların işidir. Kalp şerefli olduğu için, işi de şereflidir. İlim, mârifet ve anlayışlar, tefekkür sayesinde elde edilir.

      ✽      ✽      ✽  

Hicrî ikinci asır sonlarındaki Abbasî halifelerinden Me`mun, Müslüman-Hıristiyan bütün ilim adamlarına itibar eden ileri görüşlü biriydi. Onun devrinde yabancı dildeki ilim kitabları Arapçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştu. Yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes`elelerinde kesin hükme varılmıştı.

Me`mun, meclisinde zekiliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün sordu:

-Mâdem hâdiseleri bu kadar inceleyebiliyorsun; neden Müslüman olmuyorsun? Kuran`la, İncil ve Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?

Yahudi şöyle cevap verdi:

- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.

Yahudiyi kendi hâline terkeden Me`mun, ona bir daha bu mevzuyu sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me`mun`un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak Yahudi bu defa İslâm`ı bütünüyle benimsemiş, Kuran ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me`mun buna şaşırdı:

- Bir sene önceki Kur`an`la bir sene sonraki Kur`an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm`a girdiniz?

Yahudi şöyle îzah etti:

- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur`an`la bir sene sonraki Kur`an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm`a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten. Bir sene önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı, ilave yapmıştım. Bu üç İncil`i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti.

Dönüp geldim, aynı şekilde üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ettim. Bunu da Haham`a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.

Bu defa sıra Kuran`daydı. Kur`an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüzünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüzü tam yazdım. Üçüncü cüzünü de birkaç satır ilâve ile yazdım. Büyük bir ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kuran`ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar;

- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kuran`ın aslında böyle bir kelime yoktur, dediler.

 Hepsi de benim yazdığım Kurân`ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki, Kur`an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kuran`da ilâve-noksan söz konusu değildir. Bundan sonra Müslüman oldum.

Bu hâdiseyi duyan Süfyan bin Uyeyne şöyle demiştir:

- Bu hâdise, Kuran`ın, bir âyetinin de fiilî tasdikidir. Rabbimiz 'Tevrat ve İncil`i ben muhafaza edeceğim' diye te`minat vermemiştir. Ama Kur`ân-ı Kerîm için böyle bir te`minat-ı İlâhiyye vardır. Hicr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöyle buyurur: 'Kurân`ı biz indirdik, onu biz muhafaza edeceğiz!'

      ✽      ✽      ✽  

"Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler.

‘يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ’ kavli ‘وَالرَّاسِخُونَ ’dan haldir. Selef alimlere göre ‘يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ’ haberdir. ‘اٰمَنَّا بِهٖ’ "manasını anlamasak da Allah (cc) katından olduğuna iman ettik" demektir.

Köklü, sağlam ve derin bilgiye sahip olan insan, neye inanacağını, neyi nasıl bileceğini, neyi nasıl anlayacağını ve aklını nasıl kullanacağını bilen adamdır. Aklını kullanıp düşünemeyen, neye inanacağını bilmeyen insanın derin bilgi sahibi olduğu söylenemez.

 

Sebeb-i Nüzulü

♦ Bir yahudi, Hz. Peygamber Bakara Sûresinin ilk âyetlerini "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." diye okurken duyar. Daha sonra bu duyduklarını yahudi Ebu Yâsir bin Ahtab'a söyler. Yâsir de yahudilerden bir toplulukla kardeşi Huyey bin Ahtab'ın yanına gelir:

"Biliyor musun? Kendisine indirilenler içinde Muhammed'in "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu Kitabda hiç şüphe yoktur..." diye okuduğunu duydum."

Huyey, "Gerçekten böyle okuduğunu işittin mi?" sorusuna evet, cevabı alınca kalkar ve yanındaki yahudilerle birlikte Hz. Peygamber'in yanına gelir. "Sana indirilenler içinde "Elif lâm Mîm, Bu Kitab, işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." şeklinde bir şeyler okuduğun bize söylendi, gerçekten öyle mi?" diye sorarlar. Hz. Peygamber: "Evet, doğru duymuşsunuz." buyurur.

"Peygamberlerin bununla gönderildiği kesindir ama senin dışında hiçbir peygamberin hükümranlığının süresi nedir, ümmetinin ömrü ne kadardır bilemiyoruz. Elif bir'dir, lâm otuzdur, mîm de kırktır; toplam 71 sene eder" derler.

Sonra Huyey Efendimiz'e dönüp sorar: "Ey Muhammed, yanında bu Elif Lâm Mîm'den başkası var mı?" - Evet, Elif Lâm Mîm Sâd var.

- Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Mîm kırk, Sâd doksan, toplam 161 eder. Peki yanında bundan başkası var mı?

- Evet, Elif Lâm Râ var.

- Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Râ ikiyüz'dür, toplam 231 sene eder. Bunun yanında başkası da var mı?

- Evet, Elif Lâm Mîm Râ var.

- Bu daha uzun ve ağır, 271 sene eder. Senin durumun bize karışık göründü; bilemedik ki sana az mı yoksa çok mu ömür verildi?

Huyey arkadaşlarına "Kalkın bu adamın yanından" der. Yâsir de "Nereden bileceksiniz ki, belki Muhammed'e bunların hepsi de verilmiştir; 71, 161, 231, 271; toplam 734 sene eder" deyince "Bu adamın durumu doğrusu bize karışık geldi" derler.

Âyet-i kerime bu olay hakkında nazil olmuştur.

♦ Necran heyeti Hz. Peygamber'e "İsa'nın Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh olduğu fikrinde değil misin?" diye sordular. Peygamber "Elbette ki öyledir" dedi.

Bunun üzerine heyet, "Bu açıklama bize yeter" dediler. Efendimizin 'Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi olması' tabirini tasdik edişinden, kendi fasid inançlarına delil çıkardılar. Bunun üzerine "Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve kendilerince yorumlar yapmak üzere onun müteşabih olanlarına tabi olurlar" ayeti nazil oldu.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Bu ayette Allahu Teâlâ muhkem ve müteşabih olmak üzere ayetleri iki kısımda açıklamıştır.

Muhkem ayetler açıktır, zahirdir. Avam ve havas, şeriatlerinin ve hidayetlerinin genişliği miktarınca onları anlayabilir.

Müteşabihat; kapalıdır, anlaması müşkildir. Onları has ve havassü’l has olanlar anlayabilir. Bundaki hikmet, Allah (cc)’ın esrarı ağyardan (inceliklere vakıf olamayan yabancılardan) gizlemesidir.

Kalplerinde eğrilik olanlar, insanları saptırmak için onun müteşabih olan kısmının peşine takılırlar. Onların kalpleri şüphe perdeleriyle kapalıdır, gayb nurlarından mahrumdurlar.

Onun tevilini ancak ilimde kökleşenler bilir. Onlar cehalet abasından sıyrılmış, ihsan nurlarıyla Allah (cc)’ın destek verdiği insanlardır. Onlar fehimlerine doğan hak nurunun marifet lemalarına huzur-u nefs ile kulak verirler.

‘Bunu ancak akıl sahipleri tezekkür eder, anlar’ cümlesindeki tezekkür fiilinde şu işaret vardır: Kuran ilimlerinin tevilinde ve diğer ilimlerde kökleşenlerin bu ilmi, Allah’ın onlara misaktaki ahidleri esnasında, rububiyet sıfatlarıyla tecelli ettiği zaman, ilahi talim ile hasıl olmuştur.

‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ buyurdu, onlar da, ‘Bela’ diyerek şahit oldular. Böylece fıtratlarına ilm-i tevhid yerleşti. Bütün ilimler ilm-i tevhidin içine derç edilmiştir.

Allahu Teâlâ zerreleri babaların sulbüne geri iade etti. Sonra onlara ruhları nakletti, dokuz ay boyunca o ruhları ana rahminde hapsetti. O ruhun üzerinden geçen her kırk günlük zaman diliminde, bir halden başka bir hale, bir makamdan başka bir makama nakledildi.

Hakk’ın huzurundan uzaklaştıkça uzaklaştı.

Nihayet yedi etvar tamamlanıp tam bir çocuk haline gelince, nefsi ona ekledi, kalıb esfel-i safilinine indirdi. O artık beşeriyetin ve yedi etvarın (Zahiri yedi azanın) hicabıyla örtülüdür, kendisine ezelde söylenmiş ilimleri unutmuştur.

Sonra ana babası ona bu ilimleri tedricen hatırlatırlar. O bunları sanki perdelerin, sislerin arkasından hatırlar gibi olur. Ancak öğrenmeye başladığı bu ilimleri ana babasının lisanıyla söylemeye başlar. Söylediği bu dil, Rabbine cevap verip ‘Bela’ dediği o dil değildir.

Çünkü bu dil, o asıl dilin kabuğudur. İnsanın bütün vücudu da, misak günü Rabbe cevap veren o öz vücudun kabuğudur. İnsanın bu zahiri kulağı, misakı işiten kulağının kabuğudur.

Bu göz, Hakk’ın cemalini gören asıl gözün kabuğudur.

Kalp, Hakk’ın hitabını takip eden asıl kalbin kabuğudur.

Aklı, Hakk’ın hitabını anlayan asıl aklının kabuğudur.

Nefsi, Hakk’ın hitabını idrak eden, cevabın ve ilimlerin temekkün ettiği asıl nefsin kabuğudur.

Ana babası, insana küçükken bu kılıfların, kabukların arkasından ilimleri hatırlatırlar. Ancak Nebi (sav) bu ilimlerin hakikatini hatırlatmak için gönderilmiştir. Nitekim ayette ‘Hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın’ buyruldu. (Gaşiye, 21)

Rad, 19. Ayette ‘Ancak akıl sahipleri düşünür’ buyruldu. Onlar Nebi’ye tabi olarak, vücutlarının nefsani karanlıklarından çıkanlardır. Onlar, dini ilimlerin özlerindeki hakikatlere vasıl olan, aynı zamanda ilimlerin kabuğu denen zahiri ilimlerde de kökleşenlerdir. O ilimler ancak Habir (cc)’den vasıtasız öğrenilen ilimlerdir.

 

Belagat

هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ ‘O ki sana kitabı indirdi’ kavli, hem tekid, hem de Kuran’ı indirme sıfatını Allah’a hasreden kasr-ı mevsuf alessıfattır.

Kasır sigası olmaksızın, Allah’a mahsus olan inzal fiilini zikretmesi belagatin güzelliklerindendir. İnzal, vahyin eş anlamlısıdır, ve ancak Allah tarafından olur (Menkul-ü şer'i). ‘O ki sana kitabı verdi’ buyursaydı bunun hilafına olurdu, çünkü 'verme' fiili başkası tarafından da olabilir.

✽ Yine bu cümle mefhumu mutabakatıyla müşriklerin ‘Ona ancak beşer öğretmiştir’ sözlerini iptal eder.

'Ümmül kitap' Kitabın anası istiaredir, müstearun leh 'Kitabın aslı'dır. Kuran'ın hüküm ayetleri, açık ayetleri, tüm ilimlerin menşei, asıl kaynağıdır. Bu kitaba uymayan kitaplar gayr-ı meşrudur. Okunmaz, mütalaa edilmez, insanı dinden imandan eder.

Kuran bir anne gibi okuyanı kuşatır, korur, bağımlılık yapar. Lezzet verir, ömür boyu ayrılması caiz ve mümkün olmayan bir kitaptır.

مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ 'onun bir kısmı muhkemdir' cümlesi ile وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ 'Diğer kısmı müteşabihattır' cümlesi arasında ikili mukabele vardır.

 الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ-Kalplerinde eğrilik olanlar ile وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ -İlimde kökleşenler arasında mukabele vardır.

✽ Kalplerinde eğrilik olanlar, hasedçi, fesadçı ve nifakçılar için istiare-i asliyedir. Eğri bir eşyanın üzerine konan her şey düşer, eğri zeminde ayaklar sabit duramaz, kayar. Kalbinde küfür ve nifak olan da, Kur'an'a karşı düz bir bakışla bakamaz, doğru bir açıdan yaklaşamaz. Dengeden uzaktır, sürekli tereddütler, sarsıntılar içindedir.

✽ Müteşabihe uymalarının sebebi; teviline yol aramak ve fitne çıkarmak için, şeklinde iki sebeple açıklandı. Cem mea taksim ve tevşi sanatıdır.

Teşabeh, manadaki farklı ihtimallerden biri tayin edilemediği için, anlamdaki gizlilik anlamında, istiaredir. Bu, birbirinden ayrılamayan şahısların benzerliği gibidir. (Müstearun minh; benzerlik-teşabeh, müstearun leh; anlamı ihtimalli ayetler, camisi; anlamada netliğin olmayışı, mefhumdaki kapalılık)

Teşabüh; müteşabih olmak, birbirine benzemek aslında manaların vasfıdır. Ayeti kerimelerin müteşabih ile vasıflanması dalilin (delalet edenin) medlulün vasfıyla vasıflanması kabilindendir.

✽ Müteşabih ile muhkem arasında tibak-ı icab vardır.

✽ 'Müteşabihe uymak' ifadesinde يَتَّبِعُونَ fiili istiare-i tebaiyedir. Araştırmak, incelemek anlamında 'tabi olmak, peşine takılıp takip etmek' fiili istiare edildi. Kalpleri küfür ve nifakla eğrilmiş insanlar, düz bir şey görmek istemezler, onlara göre her şeyde bir eğrilik vardır. O yüzden Kur'an-ı Kerim'de müteşabih olanları araştırıp hiç kaçırmadan, ardından hiç ayrılmadan daima fitne peşine düşerler.

'O'nun tevilini ancak Allah bilir' cümlesinde kasrı sıfat alel mevsuf vardır. Kasrı kalp ve kasrı hakikidir.

✽ اِلَّا اللّٰهُ kelimesi ile وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ kelimesi üzerinde durak olduğu için, bediden teşridir. İki durakta iki ayrı mana elde edilir:

   1- Yorumunu ancak Allah bilir, ilimde kökleşenler 'Biz Rabbimiz katından gelene iman ettik' derler.

   2- Yorumunu ancak Allah bilir, bir de ilimde kökleşenlere yorum izni verilir.

‘وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ ilimde kökleşenler' tabirinde 'Rusuh' kelimesiyle şüphenin kendisini saptıramadığı, hataların kendisine yol bulamadığı akıl ve ilimdeki kemal istiare yapılmıştır. Bu istiare yaygınlaştığı için artık hakikat gibi kabul edilmektedir.

✽ "رسخ" lugatta temekkün, ağır bir şeyin arza gömülmesi, yerinde sabit ve sağlam olmak, gölün suyu çekilip yere batmak, yağmurun yaşlığı yerde nemli tabakaya ulaşıp tesir etmek manalarındadır.

İstiareyi biraz açacak olursak; İstiare tasvir sanatlarından biridir. Tasvir, fikirlerde teşhis; müşahhaslaştırma, manalarda tecsid, cesetlendirme, manevi şeyleri mahsus, gözle görülür şekle getirmektir. Kuran'da çok kullanılan bir üsluptur.

İstiare teşbihten kısa ve kapalı olmasına rağmen daha mübalağalıdır. Çünkü ism-i müstearı zikrederek müşebbeh ile müşebbeh-i bih'in aynı olduğu iddiasındadır. Ya da teşbih-i tenasiye yöneliktir.

Bir istiareyi anlamak için önce onu teşbih formuna sokmak gerekir ki müstearun minh ve müstearun leh tesbit edilebilsin, cümlede kullanılan ism-i müstearın hangi tarafa meyilli olduğu anlaşılsın. Bu sayede istiarenin türü anlaşılır ve ortak yanı bulup, manayı anlamak kolaylaşır.

Teşbihin öğeleriyle istiarenin öğeleri şu şekilde birbirlerinin yerini tutarlar: Teşbihteki müşebbeh-i bih; istiaredeki müstearun minhtir, müşebbeh müstearun lehtir. Vech-i şebe, ortak yön de camidir.

Müstearun minh (müşebbeh-i bih); kökleşmek, yere gömülmek, müstearun leh (Müşebbeh); alanında uzmanlaşmak, ustalaşmaktır. Camisi (vech-i şebe); sarsılmamak, sabitleşmek, kaymamaktır.

Nasıl ki sabit bir şey zarardan korunur, sarsılmadığı için devamlı kaimdir. Uzun yıllar boyu yıkılmadan insanlar ondan istifade eder.

İlimde kökleşenler de, Allah'ın ayetlerini, kitabını, hadisleri, sünneti uzun yıllar boyu birbirlerine aktararak, sağlam kitaplarla, ilim metodlarıyla korur, ümmetin faydasına sunarlar. Kendileri sarsılmadan sabit durdukları gibi, onlara tutunup dayananları da sarsıntılardan, her türlü zarardan korurlar.

Köksüz bir ağaç, temeli derin kazılmamış bir bina çabuk yıkılır. Geleceği olmaz. Harcanan zaman, emek boşa gider. İlimde kökleşilmediğinde de, bu uğurda harcanan zaman, emek zayi olur. Sadece dışardan bakana görüntü verilmiş olur, faydası çok kısa sürer.

وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ 'Ancak akıl sahipleri düşünür' cümlesi kasrı sıfat alel mevsuftur. Kasr-ı tayindir. Düşünenler vardır ama ilim ve imandan yoksun bir akıldan çıkan düşüncelerin faydası olmadığından yok sayılır.

✽ Ayet, öncesi ile beraber cem mea tefriktir.