19- Allah katında din, İslam'dır. Kendisine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki ihtirasları yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse Allah (onların) hesaplarını çabuk görür.
Ezelden ebede Allah (cc) nezdinde din İslam’dır. Hz. İbrahim’e bu isim bildirilmiş, ancak daha sonra geçen yıllarda bu isim insanlara unutturulmuştu. Sonra Hz. Peygamber’e verilen dine bu isim tekrar verilmişti. Tıpkı zemzemin kaybolup, yıllar sonra ortaya çıkması gibi, Allah nezdindeki asıl dinin adı olan İslam ismini, Resulullah'a verdiği son dinle değişmez bir gerçek olarak sabitlemiş oldu. 'İbrahim'in dininden yüz çevirenden daha sefih kim olabilir?' (Bakara, 130)
Allah İslam dini ile insanlığı çirkinlikten güzelliğe, kötülükten iyiliğe, ahlâk çöküntüsünden güzel ahlaka, zulümde adalete, anarşiden nizama çağırır. Din insana gönül genişliği, huzuru kalp, ruh sükunu ve zorluklarda kolaylık sunmakla beraber emrettiği ibadetlerle de gönüllere nur yağdırır. O ibadet ki, o bir kurtuluş helvasıdır, o bir menü helvadır. İslam dini Efendimiz’den önceki dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Artık kıyamete kadar geçerli tek din İslam’dır. O dinler muvakkat zaman için idi, zamanları doldu. İnsanlar onları tahrif ettiler. Allah (cc) Kuran’ı kıyamete kadar bizzat kendi muhafaza edeceğini Hicr, 9’da bildirdi. Son dinin hükmünü son peygamber Muhammed Kuran olarak vahyetmiştir. O hatemünnebi oldu. Şu anda yeryüzünün hiçbir yerinde İslam’dan başka hak din yoktur, olmayacaktır da . ‘Bugün dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam’ı seçtim.’ (Maide, 3)
Ehli kitabın ihtiladı ilimle geldikten sonra haset ve taassupları yüzünden olmuştur. Ayetleri inkar edenlere karşı Allah (cc) hesabı en çabuk olandır. Yahudiler peygamberin kendi soylarından gelmediği için inanmadıklarını söylüyorlar. Bu söz, bu düşünce ve bu mantıkla Allah (cc)’ın takdirine karşı çıkıyorlar. Peygamberi ve müminleri incitiyorlar. Oysa öne sürdükleri bahanelerinde sadık değiller. Kendi soylarından gelen nice peygamberi yalanladılar, nice peygamberi öldürdüler, kendilerine gelen kitapları tahrif edip değiştirdiler.
Mümin dinini Rabbinden alır. Dinde olan seyyie, dinde olmayan hasenatından hayırlıdır. Zira dinde günah affolur. Ama dinsiz hasene kabul olmaz.
Din; iman, tasdik, şeriat, ilim, din-i İslam ikrar olarak da tefsir edilir.
Din, zahiren şeriatın emirlerine teslim olmak, batınen sıkılmadan Hakk'ın hükümlerine teslim olmaktır.
"Allah katında" ifadesi dinin geçerlilik ölçüsünü belirler. Hak din, Allah tarafından belirlenir, beşerin ölçüsüyle tesbit edilemez. Bir insanın katında değerli olan felsefî sistem, din olma vasfını kazanamaz.
Allah katından yetki almayan bir fikir sistemi, hak din olamaz. Hak din ilahî vahiyle oluşan bir müessesedir. Allah'ın tasvip etmediği dine, din denmez. Allâh mizânında kabule şâyan olmayan hiçbir değerin itibârı yoktur. Allah’ın nizâmına muhâlif olan hiçbir nîzam, hiçbir kâide, hiçbir prensip, hiçbir âdet meşrû değildir.
Din
Din kelimesinin Kuran’da dört anlamı vardır:
1- İtaat ve kulluk.
2- Bir inanç sistemi, din.
3- Kanun.
4- Ceza, karşılık, mükafaat.
Bu dört anlam birbirine bağlantılıdır. Hepsinin temelinde de itaat vardır. İnanç sistemi, itikadi düzeydeki itaati, kanun; davranıştaki itaati teşkil eder. Ceza da, kişinin Allah’a itaatinin ya da O’na isyanının neticelerini temsil etmektedir.
Din kelimesinin Arapça'daki yaygın anlamı ‘adalet, tatbikat'tı. Fakat Kur'an-ı Kerim kelimeye ‘kanun’ anlamını yükledi. Çünkü İslamiyet siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı da düzenleyen bir dindir. İslam; hayatı dini olduğu kadar dünyevi yönden de kuşatır.
Arapçada daha önce hiç olmadığı halde ‘ceza’ anlamı da din kelimesine Kuran tarafından tesis edildi. Verilen mükâfaatın sebebi olduğu için yapılan ibâdete de "din" denilmiştir.
Din; insana dayatılan bir şey değil, ihtiyacı olan zaruri bir yardımdır. Çevresindeki her şeyin hizmetine sunulduğunu, büyük bir dikkatle nimetlendirildiğini gören insan, göremediği bu cömert ihsan sahibi karşısında şükran duyar. Acziyet ve şükür içinde o varlığa hizmet ve kulluk etmek için harekete geçer, ama bunu nasıl yapacağını bilemez. Bu noktada din, insana hizmet ve kulluğu nasıl yapacağını anlatır. Yaratılışındaki Allah’a meyli açığa çıkarır ve bu meyli ifade için uygun mecra sağlar. Din, insan ruhunun derin bir ihtiyacını, inanç ve ibadeti temin etmiş olur.
Allah insanlara İslam'ı din olarak seçmiştir. Ayrıntılarda birbirlerinden ayrılsalar da, bütün peygamberlere Allah aynı asli mesajı öğretmiştir. Hz. İbrahim, tek Allah’a eksiksiz sadakatinden dolayı örnek Müslüman olarak tanıtılır. Çünkü tevhid ezeli dinin en önemli unsurudur ve ilk insan olan Hz. Adem’in itikadını teşkil eder. İnsan tevhidden şirke ilerlemiş değil, tevhidden şirke gerilemiştir.
İnsanları asli dinden ne uzaklaştırdı? Asıl neden hakikati bilmemek değil, onu bilerek, inatla reddetmekti. Hakikati inhisar altına alma hırsı insanları çoğu kez birbirine karşı bağy etmeye, (adaletsizlik, günah, zulüm) sürükledi.
Allah her çağda aynı aslî dini indirmiştir. Fakat dinin zahiri devirden devire değişmiş, bu değişiklikler her devrin kendi ihtiyaç ve şartlarına göre gerçekleşmiştir. Her devirde dinin bir evrensel, daimi, bir de mahalli, geçici unsurları olmuştur. Resulullah son peygamber, İslam da son dindir. Din İslamiyet ile kemale ulaşmıştır.
İslam
Bu ayette din, itaat ve millet anlamındadır. İslâm ise iman ve itaatler anlamındadır.
"İslâm" kelimesinin Arapçada üç mânası vardır:
a) Boyun eğip itaat etmektir.
b) Barışa giren demektir. Selamet, kurtuluş manasındadır.
c) Dini ve inancı sırf Allah'a has kılma ve yapma demektir.
İslâm'ın şeriat örfündeki mânâsı "imân"dır.
"Bedeviler, "imân ettik " dediler. De ki: "Siz imân etmediniz. Fakat (bari) "Müslüman olduk" deyin.." (Hucurat. 14) âyeti, İslâm'ın, imândan farklı bir şey olduğunu bildirir.
Lugâvi bakımdan İslâm, inkiyad edib boyun eğme mânâsındadır. Münafıklar da kılıç korkusundan ötürü, zahiren inkiyâd edip müslümanların isteklerine uyunca, görünüşe göre onlar da İslâm’a girmiş olur. Münafığın zahirî İslâmdadır. Kalbi Allah'ın dinine inkiyâd etmediği için, âyetin mânâsı şöyle olur: "Siz kalben ve içinizden müslüman olmadınız. Fakat zahiren "Müslüman olduk" deyiniz.
Bazan bu kelimeler eş anlamlı olup; biri diğerinin yerine kullanılabilir.
Kıyamet günü âmeller bir bir gelir: Önce namaz gelip «Ya Rabbi ben namazım» der. Allah ona: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Bu kez sadaka gelip: «Ya Rab! Ben sadakayım» der. Allah ona da: «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra oruç gelip, «Ya Rab! Ben orucum» der. Allah ona da : «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra sıra ile ameller bir bir gelir; Allah hepsine de «Sen hayır üzeresin» buyurur. Sonra İslâm gelip «Ya Rab! Sen Selâm'sın, ben İslâm'ım» der. Allah ona : «Şüphesiz ki sen bugün hayır üzeresin; bugün seninle tutacağım ve seninle vereceğim» buyurur. Hadis-i Şerif
İslâm demek, insan hayatı demektir; İslâm demek, kâinat düzeni demektir. İslâm dini insan ruhu ve varlık alemiyle uyum halinde olması bakımdan en son, en mükemmel din olmaya lâyık görülmüştür.
Kıtaların keşfine, haberleşmenin sağlanmasına yakın bir çağda gelen İslâm artık bir millete değil, bütün milletlere ve her çağa hitap etme kudretindedir. Bunun için İslâm her çağın dinidir.
İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah'ın evi Kâbe'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. Hadis-i Şerif, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
✽ ✽ ✽
Bir Yahudi borcunu istemek için İbrahim Acuri Hz.lerinin (ks) yanına geldi. Bir müddet konuştuktan sonra Yahudi:
‘Bana öyle bir şey göster ki o sayede İslam’ın, dinimden daha şerefli ve daha faziletli olduğunu anlayayım ve Müslüman olayım’ dedi. İbrahim Acuri:
‘Doğru mu söylüyorsun?’ diye sordu. Yahudi:
‘Evet, doğru söylüyorum’ dedi. İbrahim Acuri:
‘Rıdanı bana ver’ dedi. Sonra da onun rıdasını kendi rıdası içine koyup sardı ve yanmakta olan fırının içine attı. Biraz sonra da kendisi fırının içine girdi ve ateşin içinden çıkardı. Dışarıda ridasını açınca içine sardığı yahudinin ridasının yandığı görüldü. Kendi ridasına hiçbir şey olmamıştı. Bunu gören Yahudi derhal Müslüman oldu.
✽ ✽ ✽
• Buradaki ihtilaf Hz. Musa'nın aldığı ahidde yahudilerin ihtilafıdır. Hz. Musa'nın vefatı yaklaştığı zaman, Tevrat'ı yetmiş âlime teslim eder ve onları Tevrat'ın bekçileri yapar. Onlara önce halife olarak Yuşa b. Nun'u tayin eder. Birinci, ikinci, üçüncü batın geçtiğinde bu yetmiş âlimin oğulları, aralarındaki hased ve ihtiras sebebiyle Tevrat hakkında ihtilâfa düşerler. Kan dökülür. Dünya sultanlığını, mülkünü, hazinesini, süsünü, ziynetini talep ederler. Allah da onlara zorbalarını, cebabirelerini musallat eder.
• Bu, Hristiyanların ihtilafıdır. Hz İsa’nın Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna dair kendilerine ilim geldikten sonra onun hakkında ihtilafa düştüler.
• 'Kitap verilenler' lakabı İslam'da ihtilafa düşenlerin hepsine ait-tir. Bu lakap onları ziyade takbih içindir. Zira kitap verilmesinden sonra ihtilaf çok çirkindir. İstisna umumi hallerden veya umumi vakitlerden istisna-i müferrağdır.
İhtilafın asıl sebebi bilmemek ya da delil yetersizliği değil, asıl sebep azgınlık ve hasettir.
• Bunlardan murad, yahudî ve hristiyanlardır. İhtilâfları ise, ya-hudilerin "Üzeyr Allah'ın oğludur!" demesi; hristiyanların da, "Mesih Allah'ın oğludur" diyerek, Hz. Muhammed'i inkâr etmeleridir.
İslâm, ihtilafları kaldırmak, ilim ve düşünce hayatına tevhidi getirmek için gönderilmiştir.
Bu ifade, 'Adaleti ayakta tutarak şahitlik eden ilim adamları'nın kıskançlık yüzünden ihtilafa düşmeyeceklerini bildirir. Çünkü adil olmayan ilim adamı kıskançlık gösterir ve bu da ihtilafa sebep olur. Demek ki adil ilim adamı, kıskanmaz ve lüzumsuz ihtilaf çıkarmaz.
Allah Teala burada ihtilafa düşen kitap ehlinin davranış analizini yapmaktadır. Kendilerine kitap verildiği ve ilim geldiği halde ihtilafa düşmelerine, aralarındaki kıskançlık sebep olmuştur. Demek ki kitap ve bilgi sahibi olmak, kıskançlığı engelleyememektedir, kıskançlık karşısında bilgi etkisiz kalmaktadır. Ancak, önceki ayette dikkat çekilen adalet ile bilgi bir araya geldiğinde kıskançlık ortadan kalkar. Bilgi ve adalet bir araya geldiğinde, kıskançlık hastalığına şifa olur ve haset mikrobunu mağlup eder.
Aynı Rabbe kul, aynı Rasule ümmet olma iddiasında samimi olanları, ne mezhep ne meşrep ne meslek ne makam mevki ne de hasen-ahsen tartışmaları birbirinden koparamaz. Rabbimiz kendi davasına hizmet iddiasında olanların, birbirleri ile tartışmalarına, ihtilafa düşmelerine, çekişmelerine, kavga etmelerine razı değildir.
İnsanlar Allah’a ve Peygamberine teslim oldukları zaman aralarındaki çekişmenin en başta gelen sebebi ortadan kalkmış olur. Çünkü çekişmeye neden olan insanların farklı görüşlere sahip olmaları değildir. İnsanı, görüşünde ısrara sürükleyen ihtirastır, arzudur. Bu da, insanın kendi “şahsını” terazinin bir kefesine, “gerçeği” de bir kefesine koyması ve “şahsını” tercih etmesidir.
"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparken, herkes kendi fikrini mutlak doğru bilir, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görür, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulur.
Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemek; karşısındakinin izzetini kırmaktır. İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, ‘Bana böyle dedi, şöyle dedi’ gibi hiddetli mukabele etmek mücadelenin en büyük zararlarındandır. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunur. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yapması, fikirlere menfî hislerin karışmadığını gösterir.
Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hakaret edip kalb kırana sor: “O bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.
İslâm: muaşereti, edep ve terbiyeye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca ‘Ben sebep oldum, özür dilerim’ kâmilliğini yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir.
Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes’eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle itham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar. Z. Gündüzalp
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.
Siz bu davada iken yoksa, iyazen billah,
Ecnebiler olacak mülkün sahibi nagah.
İhtilaf sebebi; kin ve kıskançlık
İlim adamlarını mahveden şey haseddir. Nice hârika zekâlar, hased yüzünden, kendilerini yükseltme yerine, başkalarını alçaltmak için çalışmıştır. Nice imkanlar insanların ve cemiyetin hayrına kullanılma yerine, hased yüzünden ziyan edilmiş veya yıkıcılıkta harcanmıştır.
Hased öyle bir kurttur ki, genç-ihtiyar, alim-cahil, hoca- talebe demeden herkesin içinde kendisine rahat bir barınak bulabilir. Musallat olduğu her bir ruhu kemirir durur.
Hased, peygamber evladına bile söz geçirebilmiştir. Tarihte nice âlimler, nice âbidler, nice kahramanlar, nice devlet adamları hased yüzünden âleme ibret olmuşlardır.
Kardeşi kardeşe, arkadaşı arkadaşa, komşuyu komşuya, âlimi âlime düşman yapan yine hep bu fitnedir. Birlik, beraberlik içinde görünen nice dostlar, hased tokatlarıyla darmadağınık olmuşlardır. Vücuda yerleşen bazı mikropların, doktorları aciz bıraktığı gibi, hased de en yetişkin, en maharetli irşadçıları aciz bırakmış ve mağlup etmiştir.
Hased, hırs ve kinle pek kolay dost olur, o ne yapıp yapıp hırslı ve kindar kimselerin ruhlarını hemen buluverir. Ve, bu zavallı ruhların sağlam kalan taraflarını da bir güve gibi kemirmeye devam eder durur.
Acaba arkadaşlarımızın başarı ve mutluluğunu kendi başarı ve mutluluğumuz bilip sevinebiliyor muyuz? Dostumuzun ticaretten büyük kârlar elde etmesine dayanabiliyor muyuz? Hatta bundan mutluluk duyabiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı hased karşısındaki yerimizi tayin edecektir.
Komşumuzun, tanıdığımızın, çoluk çocuğuyla mesut bir hayat sürdüğünü görünce “Ne güzel, Allah herkese nasib etsin” diyebiliyor muyuz? Çünkü birine nasib olmuş bir saadetin herkes tarafından erişilmesini, paylaşılmasını arzu etmek ruh zenginliğindendir. Hased böyle ruhlara saldırmayı göze alamaz.
Hasedi en çok yıldıran şey kadere imandır. Hased ne kadar şahlanırsa şahlansın, kadere iman takviye edildiği zaman, dizlerinin feri kesilir. Hased iman ve ibadet nurundan da çok yılar, bu nur onun belini kırar.
Her cemiyetin en çok muhtaç olduğu şey, mihver insandır. Yeni nesillerin örnek alabileceği insanlar her cemiyette sayılı ve sınırlıdır. Bunların şahsiyetlerini korumak için üzerlerine titremeli, her fırsatta onların kemalleri, gıbta edilecek örnek yönleri ortaya konmalıdır. Büyük adamların ufak tefek kusurları kat’iyyen nazar-ı dikkate alınmamalıdır.
Birlik ve beraberlikte kuvvet; ayrılıkta sıkıntı ve felaket vardır.
Yaprağa soruyoruz, kendi kendine tamam mısın? Yaprak cevap veriyor: Hayır, benim hayatım dallardadır. Dala soruyoruz, dal diyor ki: Hayır, benim hayatım köktedir. Köke soruyoruz, cevap veriyor: Benim hayatım gövdede, dallar ve yapraklardadır. Dallardaki yaprakları koparırsanız ben ölürüm.
Tek taşla duvar olmaz.
Çokluk bozulmaya azlıktan daha az elverişlidir.
Birlik içinde eriyen her işte muvaffak olur.
Diye dursun atalar: ‘Kala içinden alınır.’
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhume sağır!
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Ayet, tehdit ifadesi bildirir. "Âyetleri inkâr eden kimse, çarçabuk Allah'a varır, Allah da onu hesaba çeker, küfründen dolayı onu cezalandırır" manasındadır. Amelleri ne kadar çok olsa da Allahu Teâlâ, o kimseye, günahlarını, inkârlarını, tüm yaptıklarını süratli ve eksiksiz bir şekilde bildirecektir.
İhtirasın, kıskançlık ve kinin getirdiği ihtilaf, inkara kadar uzanır. İhtilaf edenlerin biri hakkı kabul ederken, diğeri inkar etmektedir. Bilgiyi ihtilaf konusu yapmak, onu ihtirasa kurban etmektir.
Yüce Allah, ilmi ihtirasa kurban etmenin doğuracağı kötü neticeye dikkat çekerken, ilme ne kadar önem verdiğine dikkat çekmektedir.
Allah katında hak dinin İslâm olduğu gerçeği tartışmaya açılamaz, ihtiras konusu edilip üzerinde ihtilaf yapılamaz. İnsanları bu hatadan, ancak adaleti ayakta tutan ilim adamları döndürebilir. Bu din ihtiras, kin, düşmanlık ve inkar alanı haline getirilemez.
Bilgiyi hakem kılmamak, ona sırt dönmek ve ihtirasa kapılmak inkarı getirir; inkar da ilahî hesabı süratlendirir. Allah'ın hesabı çabuk görmesi, suçun cezasını dünyada vereceği anlamına gelir. Allah'ın, hesabı acele görmesinin nedeni de, -ayetten anlaşıldığı üzere- bilgiden sonra ihtiras yüzünden ihtilafa düşmek ve inkardır.
Kıyâmet günü bir adamı Allah (cc)’ın huzuruna çıkarırlar. Kazancı da masrafı da haramdır. ‘Bunu cehenneme götürün!’ denir. Başka bir adamı getirirler. Helalden kazanmış harama sarf etmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Bir diğeri de haramdan kazanmış helale sarf etmiştir. Onu da cehenneme gönderirler. Sonra başka birisini getirirler. Helal kazanmış helale sarf etmiştir. Ona bu serveti kazanırken farzlardan bir ibadeti geçirip geçirmediğini sorarlar. Hiçbir farzı bırakmadığını açıklar. Bu servete birinin hakkı geçti mi, mesela işçilerinin ve hayvanlarının hakkını verdin mi?’ diye sorarlar. Onları da verdiğini söyler. Bakmakla mükellef olduğu kimseye vaktinde nafakalarını ulaştırıp ulaştırmadığını sorarlar. Bu sırada çalıştığı kimseler getirilir, hakları karşılaştırılır. O da temiz çıkınca ‘Verdiğimiz nimetlere karşı ne gibi şükürde bulundu? Onun hesabını görelim!’ derler. Hadîs-i Şerîf
✽ ✽ ✽
Fatımatüz-Zehra (ra) vefat ettiğinde, kabir kenarına konulunca, Ebu Zer Gıfari (ra): “Müjdeler olsun ey kabir! Sana, Rasülullah’ın kızı Fatımatüz-Zehra’yı getirdik” diye seslendi. Kabirden “Ben, hasep ve nesep yeri değilim. Ben amelin geçerli olduğu yerim. Bende azaptan ancak hayrı çok olan, ameli ve kalbi riyadan halis olan kimseler kurtulur” diye bir ses işitildi.
✽ ✽ ✽
Bu ayetteki işaret şudur: Suret alemindeki ihtilaflar, ruhlar aleminde birbirini tanımamanın neticesidir. Efendimiz şöyle buyurdu: Ruhlar Allah (cc)’ın toplanmış ordularıdır. Orada birbiriyle tanışanlar ülfet eder, tanımayanlar ihtilaf ederler.’
Ruhlar birbiriyle karşılaşınca, eğer misak gününde aynı safta birbirlerine yakın veya karşı karşıya aynı menzilde iseler, birbirlerine ülfet ederler. Eğer misak gününde safları birbirine uzaksa veya birbirlerine sırt dönmüş durumda iseler, ihtilaf ederler.
Zahiren ihtilaf bir takım sonradan olma sebeplere bağlı gözükse de, batındaki bu tanışmaya bağlıdır. İki insan karşılaşınca birbirlerinin simasına bakarlar, o anda ruhlar birbirlerini tanır. Kalpler birbirlerini hatırlarsa ülfet ederler. Veysel Karani’de (ra) olduğu gibi. Herm b. Hayyan’ı görünce ona ‘Esselamü aleyke ey Herm’ dedi, Herm, ‘Beni tanıdın mı’ deyince ona şu cevabı verdi: "Ruhum ruhunu tanıdı."
İhtilaf da ruhların birbirini tanımayıp anlaşamamasından kaynaklanır. Ancak bu ihtilaf, zahirde bir takım sebeplerden doğan düşmanlıklarla ortaya çıkar.
‘Onların ihtilafı ancak aralarındaki hasetten dolayıdır’ buyrulduğu gibi.
Bu ayet, ilmin hased zeminlerinden olduğunu gösterir. Ehli ilmin hasedi, mezmum ve övülen olmak üzere iki kısımdır.
Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hased ancak iki kişiye yapılabilir: Bir adam ki Allah (cc) ona mal vermiş, onu hak yolunda, gerekli yerlere harcar. Bir adam da Allah (cc) ona hikmet vermiş, o da onun gereğiyle amel eder ve onu öğretir.”
İbni Mesud bu hadisi şöyle açıklar: Bu hasetten kasıt, gıbtadır. Çünkü o, kardeşinde olanın benzerinin kendisinde de olmasını ve onun amel ettiği gibi amel edebilmeyi istiyor. Hasedin bu çeşidi övülmüştür. Mezmum olan, kardeşindeki malın ve ilmin sadece kendisinin olup, onun elinden gitmesini istemektir.
Kim kardeşlerine üstün olmak, dünyada yükselmek, mertebesinin yücelmesini, makam sahibi olmayı ister, açık delilleri burhanları inkar ederse, Allah (cc) seriu’l hısabdır. Onu dünyada peşinen hesaba çeker. Onu katı ve kararmış bir kalple, Hakk’tan uzaklaşmakla, şeytanın, dünya hırsının, nefs ve hevasının kendisini istilasıyla peşinen cezalandırır. Ahirette de hicapla ve şiddetli bir ikabla cezalandıracaktır.
✽ اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ 'Muhakkak ki Allah katında din İslam'dır' cümlesinde müsnedin marife gelmesi kasır ifade eder. Normalde müsnedin ileyh (isim cümlesinde mübteda) marife, haber nekre olur. Haber (müsned) marife gelince tahsis bildirir.
✽ Kasrı mevsuf alessıfattır. Kasrı kalptir. Yani; Efendimiz’le (sav) gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan tek din İslam’dır. İslam'dan sonra hiçbir din iddiası geçerli değildir. Şimdi artık ne yahudilik, ne hıristiyanlık diye bir din yoktur. Bu iki din önceden hak din idi. Diğer mecusilik, budizm vs. ne kadar din adına sayılan isim varsa hepsi asıldan uydurma ve yalandır.
Mümine, müslümana yakışan İslam'dan başka din diye bir şey olmadığına inanmak ve insanlığı İslam'a davet etmek, sözüyle, özüyle bizzat hayatıyla örnek olmaktır. Bugün yaygınlaşan "dinler arası diyalog" sözleri bütünüyle asılsızdır. İslam'dan başka hak din yok ki aralarında diyalog olsun.
✽ Buradaki kasır da, ayetin başındaki اِنَّ de bu gerçeği tekitle defalarca vurgulamaktadır. Cümlenin isim cümlesi ile de gelmesi dinin sübut ve devamını ifade etmektedir.
✽ عِنْدَ اللّٰهِ 'Allah katında' izafeti de, muzafın gayrını tahkir bildirir. İslam'dan başka dinlerin Allah katında reddini açıkça beyan eden bir kavli mucibtir. Allah kabul etmedikten sonra kim neye inanırsa inansın inancına ne isim verirse versin, hiçbir anlamı yoktur. Ancak hak dini bozmaya çalışan bir virüs olmaktan öteye gidemez.
✽ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْ cümlesi, kasrı sıfat alel mevsuf, kasrı kalptir.
İslam dininin bilgisi Efendimize ve ümmetine ulaşınca, öncelikle hak dinlerini tahrif edip yürürlükten çıkmasına sebep olan yahudi ve hıristiyanlar olmuştur. Üstelik bunlar son peygamberin geleceğini bütün vasıflarıyla kendi kitaplarından öğrendikleri halde bu menfur itiraza yeltendiler. Bu büyük hatayı, inkarı sırf haset ve azgınlıkları yüzünden yapmışlardır.
✽ Cümle medhe benzer zemmi tekittir. Kitap verilmiş ilim ehli olmaları, artı bir vasıf olmakla medhedilirken, hem kendi kitaplarını hem Hz. Muhammed'e gelen kitabı inkarları zemmedildi. Haset ve azgınlık sıfatlarıyla da bu zem tekit edildi. 'Kitap verilenler ihtilaf etmedi ancak' deyip istisna edatı gelince, ardından geçerli bir mazeretleri vardı, sanki şu özürlerinden dolayı ihtilaf ettiler denecekken, 'Hasetleri yüzünden' buyrularak zemm tekit edildi.
✽ اخْتلَفَ 'nin iftial babından olması da ihtilaflarının yapay olup, gerçeğe dayanmadığını gösterir. Çünkü iftial babının mutavaat ifadesi gelici-geçicidir.
✽ بَغْياً “ihtirastan dolayı” kelimesinin mensub olması:
a) Mefulü lehtir. “Hasetleri sebebiyle ihtirasları için” demektir.
b) Mana yoluyla masdar olduğu için, mefulu mutlak olarak mensubtur.
Mef'ûlü leh ile masdar arasındaki fark: Mef'ûlü leh, fiilin gayesidir. Masdar ise, failin ortaya koyduğu bir mef'ûlü mutlakdır.
✽ 'Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse' cümlesi, hususiyi zikirden sonra umumiyi zikirle itnab yapılarak konu pekiştirilmiştir. Çünkü önünde zaten ehli kitabın inkarları ve bu inkarın sebebi anlatılmıştı.
✽ Ayrıca bu hükmün sadece ehli kitaba ait olmadığını bildiren, itiraz itnabı olması da mümkündür. Hak dinin karşısına hangi insan hangi sebeple çıkarsa çıksın küfre girmiştir.
✽ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَرٖيعُ الْحِسَابِ cümlesi şart cümlesi takyid içindir, küfredeni 'Seriu'l hısab' ile cehenneme bağlar.
✽ Aslında tek bir ayeti inkar eden, iman dairesinden çıkar. Allah'ın ayetini inkar ederse, denmeyip, Allah'ın ayetlerini, buyrularak cemi getirilmesi tağlibtir. Bir tek ayeti inkarın, ayetlerin hepsini inkar manasına geldiğini gösterir.
✽ Şartın cevabı olan 'Muhakkak Allah Seriu'l hısabtır' cümlesi, vasıtalı kinayedir. Mecaz-ı mürselden kevn-i lahık alakasıyla küfrün neticesi, kısa yoldan izah ile tehdit bildirmiştir.