Sureler

Göster

Âl-i İmrân Sûresi 28. Ayet

لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ فٖي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًؕ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُؕ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ

28- Müminler inananları bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim bunu yaparsa Allah’tan bir şey beklemesin, ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korkarsa o başka. Asıl Allah kendisinden korkmanızı emreder. Sonunda dönüş yalnız Allah’adır.

 

Müminler Allah'ın, Resulünün ve müminlerin dostudur, olmalıdırlar. Çünkü dostun güvenilir, takva sahibi ve faydalı olması gerekir. Aksi halde; ayetin de bildirdiği gibi; 'O gün bütün dostlar birbirine düşman olur, müttakiler müstesna' (Zuhruf, 67)

Kafirden, münafıktan asla dost olmaz, olsa olsa dost kılıklı düşman olur. Hz. Adem ve Havva'ya 'Yasak ağaçtan yerseniz ebedi burda kalacaksınız, melek olacaksınız' diye Allah üzerine yemin eden şeytan olur. Firavunu imandan caydıran Haman olur.

Ezeli düşmanımız şeytan gibi, şeytan ruhlu inançsız, batıl kimseler de bizden ayrılmaz. Kah sağımızdan, kah solumuzdan, kah önümüzden, kah arkamızdan gelir ve her zaman doğru yolumuza oturur. Bize daima kötü fikirlerini fısıldar. Hainliklerini sürdürür.



Bir işin mükemmelliği ancak iki şeyledir: Allah'ın emirlerine saygı ve insanlara şefkat. Bu vasıflar da ancak müminde bulunur. Bundan dolayı Allah (cc), "Mü'minler, mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurdu.

Allahu Teâlâ, dünya ve âhiretin mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki mükâfaat ve nimetlere, kendi dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi gerektiğini açıkladı.

Müslümanlar arasında her çeşit anlaşma meşrudur. Ancak helali haram, haramı helal kılan bir anlaşma yapılamaz. Müslümanlar anlaşmalarda koymuş oldukları şartlara bağlı kalmalıdırlar. Fakat helali haram veya haramı helal kılan şartlar geçersizdir. Hadis-i Şerif

Müminler, kafirleri dost edinmesin

İnsanların en çok yanıldıkları konulardan birisi ve en önemlisi, dost edinme meselesidir. Her an ve her şartta dostunu savunacak, destekleyecek, acılarını paylaşacak ve hayatın çilelerini beraberce omuzlayacak dost bulmak çok zordur.

Yüce Allah bu ayetle konuyu çözümlemiş, dost olacak insanların inanç birliğine sahip olmalarına hükmetmiştir. İman birliği, dost olmanın olmazsa olmazıdır.

Dost; her şeyin teslim edilebileceği, emanete ihanet etmeyen, daima arka çıkan, Allah'ı inkar etmeyen, düşmanlık yapmayan, inanan insanları yurtlarından çıkarmayan ve çıkaranlara yardım etmeyen, fırsat kollayıp düşmanlığını tatbikata koymayan kimsedir. Kafir zaten bu tanımın dışında kalmaktadır.

Müminin Kafirlerle Dostluğu:

· Onun küfrüne razı olup, onu dost edinmesi ile olur. Bu, mü'min için yasaktır. Çünkü böyle yapan, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip etmek ve küfre razı olmak küfürdür.

· Dünyevî meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulun-makla olur. Bu, mü'mine yasak kılınmamıştır.

· Bu, ilk ikisi arasında orta bir haldir. İster akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiği halde ona duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazen mü'mini onun yolunu güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini İslâm'dan çıkarır.

Allah (cc) müminleri, kafirlere dost olmaktan, sevgi ile yaklaşmaktan, akraba olmaktan ve uzun zaman arkadaşlık yapmaktan menetmiştir. Çünkü mü'mine gereken, Allah düşmanlarından uzaklaşmak ve yüz çevirmektir. Kafirleri sevmek ve dost edinmek, kalpte aynı anda barınabilecek duygular değildir. Bu dostluk ister kalbi, ister yardım etmek veya ondan yardım taleb etmek tarzında tecelli etsin, aynıdır. Mü'minle kafir arasında yakınlık, akrabalık, din, akide, rabıta ve dostluğun hepsi yok olmalıdır. Çünkü imanla küfür arasında hiçbir bağ yoktur.

Dostluk, mü'minlerin hakkıdır. Mü'minlerle kurulan dostluk kafirlerle kurulan dostluktan daha geniş ve sağlamdır. Mümin kafirlerin dostluğuna ihtiyaç duymaktan müstağnidir.

Mü'minin mü'mini dost edinmemesi, aralarına ayrılık girmesi imanın yapısına terstir. Mü'minler arasındaki sevgi bağının kopması, mü'minlerle Allah arasındaki bağlatının da kopmasına yol açar. Kullar, aralarındaki sevgi, merhamet ve dostluk bağlarını koparmadıkça, Allah, kullarıyla arasındaki sevgi ve rahmet bağlarını koparmaz.

İmanın toplumdaki en önemli etkisi, insanların gönlünü birbirine bağlaması, bütünleştirmesi, kardeş yapmasıdır. Hakiki iman, insanın sadece gönlünde kalan bir duygu değildir; kalpten çıkıp toplumsal hayata uzanan, tefrikaları, düşmanlıkları, kin ve kavgaları sevgi ve dostluğa dönüştüren bir güçtür.

Allah müminler arasında bu dostluğu tesis etmekle aralarında kültürel bütünlüğün gerçekleşmesini istemektedir. İman kardeşliği, kültürel, manevî bütünleşme şeklinde sosyal hayata yansımalıdır.

Hz. Peygamber Medine'de ehl-i kitapla aynı anayasa altında birarada yaşama ortamı oluşturmuş, sosyal bütünleşme meydana getirmişti. Farklı kültürler, saygı sınırları içinde sosyalleşebilir. Ancak saygı dışına çıkan bütünleşmelerde (yakın ahbaplık gibi) mutlaka zarar doğacaktır.

Dört şey büyük günahlardandır.

1- Dünya menfaati için sofu elbisesi giymek.

2- Salihlerin amellerini yapmadığı halde onları sevdiğini iddia etmek.

3- Zenginlerin malını alıp yediği halde onları kötülemek.

4- Kazanç edinip (kendisi helalden çalışıp, kazanmayıp) insanların kazandığından yemek ve insanlara yük olmak.

Kıyamet günü bir mümin getirilir, amelleri tartılır, günahları sevaplarından ağır gelir. Bunun üzerine cehenneme atılması emredilir.

Der ki: “Ya Rabb! Bana bir saat mühlet ver, anneme gideyim, onun sevaplarından isteyeyim”. Kendisine mühlet verilir, annesine gelir.

“Anneciğim! Dünyada beni büyüten, her türlü ihsanı benden esirgemeyen sendin. Şimdi cehennemden kurtulabilmem için bana sevaplarından bir sevap ver.

Annesi; “Oğulcağızım! Ben kendimi kurtarmaktan acizim. Akibetimin ne olacağını bilmiyorum, seni nasıl kurtarayım?” der. Annesinden ümidini kesen adam, diğer akrabalarına gider. Onlardan da kendisine bir sevap veren çıkmaz. Hepsinden ümidini kesmiş, cehenneme götürülürken, dünyada Allah için dost edindiği biri onu görür. O dostu der ki: "İkimiz de cehenneme gitmektense, ben bütün sevabımı sana vereyim. Hiç değilse birimiz kurtulsun, bu daha ehvendir.” Bunun üzerine adam cennete götürülür. Koşarcasına cennete giderken yolda birisi kendisine seslenir: “Arkadaşını cehenneme bırakıp cennete gitmek, kerem değildir.” Bunun üzerine adam secdeye kapanır, arkadaşı da affedilir ve ikisi de cennete girerler.

Batıya meylin zararı

Batı medeniyeti, zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri hükmüne getirmiş, bir insanın gerçekte muhtaç olduğu dört şeyi yirmiye çıkarmış, gelir gideri karşılamadığından insanlığı gayr-i meşru yollara yöneltip, ahlakını tahrip etmiş, topluma büyük ihtişam getirirken, ferdi aç hale getirmiştir. Amerika’daki aç insanlar ve sokakta yatan evsizler bunun delilidir.

Batı medeniyeti, maddeci ve inkârcı olduğundan riyakârlığı düstur haline getirmiş, aileyi bozmuştur.

Bir medeniyetin medeniyet olabilmesi, dört kaynağa bağlıdır: Fikirlerin birbirine eklenmesi, semavi dinler, fıtri ihtiyaçlar ve İslam.

Üstadın ifadesiyle, “Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslam Devleti’dir.” Mevcut medeniyet harikaları, insanlara, Rabbin birer nimetidir.

Hıristiyanlık Avrupa’da üç yüz sene dâhili savaşlara sebep olmuştur. Avrupa, sefahet ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden de uzaklaşmıştır. Batı medeniyeti “dini” değil, “dünyevi” dir. Batı medeniyeti Hıristiyan bir medeniyet değildir. Hıristiyanlık bütünüyle Batı medeniyetine tesir edememiş, tersine Avrupalılar Hıristiyanlığa tesir etmiş, onu tahrif edip, materyalizme kaymış ve şirke girmişlerdir.

İslam’a göre bir medeniyetin başarısı, insanların tamamına veya en azından çoğunluğuna saadet ve kurtuluş getirmesine bağlıdır. İslam, beşeriyet ürünü ve “Roma” temelli felsefeyi kabul etmez. Avrupa Medeniyetine, İslam’ın ve Müslümanların tabi olması mümkün değildir.

 Kur’an medeniyeti, “müspet” beş esas üzerine kurulmuştur:

1. “Dayanak noktası, kuvvete bedel haktır. Hakkın neticesi adalet ve tevazudur. Bundan huzur ve selamet doğar; şikâyet ortadan kalkar.

2. Hedefi menfaat yerine fazilettir. Faziletin özelliği muhabbet ve kaynaşmadır. Bundan saadet doğar, düşmanlıklar ortadan kalkar.

3. Hayattaki düsturu, mücadele yerine yardımlaşmadır. O düsturun özelliği de birlik ve dayanışmadır.

4. İnsanları, hevâ ve heves yerine Allah’ın hidayetine çağırır. Bu da insana yakışan maddi ve manevi kalkınma, rahatlık ve refahı getirir, ruhu nurlandırıp kemale erdirir.

5. Kitleleri birbirine bağlarken ırkçılığı değil, din, vatan, sınıf birliği ile, iman kardeşliğini esas alır. Bu da toplumu birleştirir, bütünleştirir ve kucaklaştırır.

İslam’ın kabul edeceği medeniyet hakka dayanmalı, yardımlaşma düsturunu esas almalı, fazileti hedeflemeli, ırkçılığı reddedip, kardeşlik bağlarıyla insanları birbirine bağlamalıdır.

Sükûn belirdi mi bir milletin hayatında

Kalır senin gibi zillet, esaret altında Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!

Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?

Niçin mi? “Çünkü bu fani hayata yok meylin!

Onun neticesidir sa’ye varmıyorsa elin.” (M. Âkif) Kim bunu yaparsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir.

Bu ifâdede bir hazif vardır. Mâna şöyledir:

- Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin kullanılabileceği hiçbir şey yoktur! O, tamamiyle Allah'ın dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır, demektir. Hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıttır.

- O’nun Allah’ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır, manasındadır.

Günlük ilişkilerimizde iki şeye muhtacız: Allah'tan korkmak, sonra da insanlara karşı merhametli ve şefkatli davranmak.

Müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimiz şu prensiplere göre olmalıdır:

 Sevmek, saygı duymak,

 Dost edinmek ve bunu sürdürmek,

 Yardımcı olmak, yardımlaşmaya katılmak,

 Hastalarını sormak, fakirlerine zekât ve sadaka vermek, cena-zelerine hazır olmak,

 Ticarî ilişkilerimizi daha çok onlarla geliştirmek, ne zulmet-mek, ne de zulme uğramak,

 Her hak sahibinin hakkını vermek,

 Din ve ahlâkı cemaatleşme şuuruyla korumak ve geliştirmek için gerekeni yapmak,

 Komşu haklarına saygılı olmak, her Müslümanın malını canını ve namusunu, kendi malımız, canımız ve namusumuz gibi korumayı bir vecîbe saymak..

Gayr-i Müslimlerle ilişkiler ise şu prensiplere göre olmalıdır:

 Haklarına saygılı olmak, vatandaşlık hakları varsa korumak,

 Fakir olanlarına sadaka vererek yardımcı olmak,

 Gerektiğinde alış-verişte bulunmak, ticari ilişkileri bir ölçüye kadar sürdürmek,

 Komşuluk haklarına saygılı olup korumak.

 İslâm dışı yaşantılarına özenmemek, onları taklit etmemek, Müslümanlığın yüceliğini kendi günlük yaşantımızla onlara örnek ve model olarak sunmak.

Onlardan gelebilecek tehlikelerden sakınmanız hariç.

إِلَّ أنَْ تتَقَّوُا مِنْهُمْ تقُاَةً Bütün umumi hallerden istisnadır. Yani 'Zahiri ve batıni bütün hallerinizde onları dost edinmeyin; ancak korunma haliniz hariç' demektir.

Bazı durumlarda düşmanın şerrinden ve zararlarından emin olmak için dostluğa müsade edilmiştir. Yalnız müsaade edilen bu dostluk, geçici, göstermelik bir dostluktur. Su bulunmadığında teyemmüme ruhsat verildiği gibi, hayat tehlikesi bulunduğunda da kafiri dost edinmeye ruhsat verilmiştir.

Bu sakınma, kafirlerin galip gelmesinden korkulunca olur. Ya da mü'min onların arasında kalmıştır. Böyle bir durumda kalbler tamamen iman etmiş olarak kafirlere düşmanlık, kin ve buğz beslendiği halde dostluk izhar etmek caizdir. Kalbde bulunanı izhar etmek için zor olan durumun geçmesi beklenir.

Hz. İsa şöyle buyurdu:

"Ortada ol kenardan yürü. Suret ve şekil bakımından onların arasında ol! Ahlak bakımından onlardan kaçın! Dostluk ve kalbi yakınlık ilişkisiyle onların içine katılma! Onların yolu ve ahlakıyla ahlaklanma!"

Böyle hallerde takiyye yapmak, Allah (cc) tarafından müminlere verilen bir ruhsattır. Yalnız takiyyeyi terk edip ölene kadar sabretmek daha hayırlıdır.

Takıyye hakkında

Takıyye, düşman şerrinden korkan mü'minin, şahsını, malını ve etrafındaki müslümanları korumak için kalbi imanla mutmain olduğu halde lisanen küfrü icab ettiren bir söz söylemesi veya yapmasıdır. İslâm hukukuna göre, böyle bir kimse, günahkar değildir ve öldürülemez. "Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain olduğu halde zorlananlar müstesna" (Nahl, 106)

Kalbi imanla dolu kimseye, kafir olması için ölünceye kadar zor kullanılsa da, lisanıyla küfür söz söylememesi daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler, sahabi Hübeyb bin Adiyye'ye (ra) küfre dönmesi için ölünceye kadar işkence yaptıkları halde, küfrü gerektiren bir şey söylemedi. İslam alimlerine göre bu sahabi, kafirler tarafından işkence yapılınca, takiyye yaparak küfrü gerektiren sözler söyleyen Ammar bin Yasir (ra)'dan daha faziletlidir.

Resulullah , Ammar bin Yasir'e, «Küfrü gerektiren sözler söylediğiniz zaman kalbiniz nasıldı?» diye sorduğunda, «İmanla mutmain idi» dedi. Bunun üzerine Resulullah , «İmanınızdan ötürü kafirler tekrar işkence yaparlarsa kalbini bozmadan küfrü gerektiren sözler söyleyebilirsiniz» buyurdu. Peygamber Efendimizin, Ammar bin Yasir (ra)'e tavsiyeleri, farz değil, bir ruhsattır.

Müseylemetü'l Kezzab, kendisinin Beni Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hz. Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu.

Hz. Peygamber'in ashabından iki kişiyi yakaladı. Onlardan birine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi...

Bunun üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam 'Ne dediğinizi duymuyorum. Ben sağırım...' dedi. Müseyleme aynı soruyu üç kere tekrarladı, hep aynı cevabı aldınca, onu katletti. Bu olay Hz. Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu:

"Öldürülen kimse, yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, dinine bağlılığından şehadetin en yüksek mertebesine ulaşmıştır. O'na müjdeler olsun, gözleri aydın olsun. Allah mübarek etsin. Diğeri ise; Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur."

Arkadaşlıkta ölçü

Allah için sevgi ve Allah için buğz, iman esaslarından bir asıl olup, büyük bir mesele ve hakikate nail olma kapısıdır. Güzel ahlak ve sadık muhabbet ancak batını tasfiye ile olur. Bu da akide ile yaşama tarzının birliğine bağlıdır. Çünkü kalpler birbirlerine münasip oldukları zaman safıleşir. Eğer kalpler arasında manevi muvafakat bulunmaz da, sulh nevi benzerlik hasebiyle ünsiyet ve nefsani bir ülfet, suri bir cinsiyete dayanan ittifak bulunursa bir çok rezalet hazır demektir.

Fazilet sahipleri, birbirine benzemeli ve birbirinin güzel ahlakını almalıdır. Kişinin kendisinden sorma! Arkadaşlarını gör, dostlarına bak! Çünkü herkes yakın arkadaşına uyar! Cahil kardeş ile sohbet etme! Kendini ondan koru! Nice cahiller, kardeşlik kurdukları halim, selim insanları helak ettiler. Hazret-i Ali

İnsan insan ile değerlendirilir. Kişi kiminle gezerse onunla kıyaslanır!

Kişi hac veya cihad gibi yolculuklarda facirlerle sohbet etmek ve arkadaşlık yapmaya mecbur kalırsa, onların sohbetleri sebebiyle asla ibadet ve taatını terk etmemelidir.

Onların yaptıklarını kalbiyle ikrah etmeli, asla onların yaptıklarına razı olmamalıdır. Kalbten kalbe yol olduğu için onun kerih görmesiyle belki fasığın kalbi de yumuşar ve kötülüğü terkeder.

Hatemü'l Esam ve Şakik-i Belhi beraber sefere çıktılar. Fasık bir şeyh kendileriyle arkadaşlık etti. Yolda çalgı aletlerini çalıyor oynuyor ve teğanni edip söyleyerek, onların manevi halvetlerini bozarak onları rahatsız ediyordu.

Hatemü'l Esam, Şakik i Belhi'nin onu uyarmasını ve bu işi yapmasına mani olmasını bekliyordu. Şakik-i Belhi ona hiçbir şey söylemedi. Yolun sonuna varıp; ayrılmak istediklerinde; bu fasık şeyh onlara:

- Sizden ağır hiç kimse görmedim! Önünüzde her türlü makam ve alet çaldım söyledim hiç heyecana gelip, bana katılmadınız" dedi.

Şakik i Belhi yine ses çıkartmadı. Hatemü'l esam:

"Ey şeyh! Bizi mazur gör. Bu, Şakiki Belhi'dir! Ben de Hatem'im!" dedi.

Bunun üzerine fasık şeyh tevbe etti. Çalgı aletlerini kırdı. Onlara talebe oldu. Onlara hizmet etmeye başladı. Bunun üzerine Şakiki Belhi Hatem'e:

"Ricalullah'ın (Allah adamlarının) sabrı nasılmış gördün" dedi.

Bir şair şöyle demiştir: Kendisiyle cenk ve muhalefet edilmeyen, muhalefete güzellikle cevab vermesini bilmeyen kişi halkı irşad davasına oturmasın! Çünkü değirmen taşının birbirlerini aşındırması bir yanlışlık değildir. Yoksa un olmaz. Taşları yoldan kaldırmayan ve taşlık yolda yürümeyen kişi arif değildir.

Mü'min kafirlerle dostluğu kestiği gibi, facir akrabayla da dostluğunu kesmelidir.

Diyanet ve takvası olmayan akrabalar ile yakınlığı kesmek takvaca sevgi ve yakınlıktan daha iyidir. İnsanın, şekaavetine sebeb olan herkesle ilişkisini kesmesi gerekir. Velev ki en yakın akrabası olsa bile.

Ehl-i irfan, 'Allah'ı tanımayan ve takvadan uzak bin akraba, Allah'ı tanıyan ve ehli takva olan bir kişiye feda olsun' demiştir.

Mecburi bir sebep olmaksızın kafirlerle oturup yemek yemek, kafirlerle dostluk kurmaktır.

Mümine düşen ağyar ile ilgiyi kesmektir. Hz. İbrahim gibi "Onlar ın hepsi benim düşmanım, ancak Rabb'ul alemin müstesna" demelidir.

Allah sizi, yüce Zatından sakındırıyor.

“Allah, sizi zatına isyan edip, azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." نفَْسٌ kelimesinin zikredilmesinde ince bir nükte vardır. Cenâb-ı Hak “Allah sakındırıyor” buyursaydı, sakınılacak şeyin, Allah'dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb olduğu anlaşılmazdı. نفَْسٌ kelimesinin kâfirleri dost edinmek anlamında olduğu da söy-

lenmiştir. "Allah sizi bu gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" manasındadır.

Dönüş Allah'adır.

Müslüman, her koşulda Allah için tevekküllü olur, her koşulda Allah için sabır gösterir. Ve bunu bir ömür boyu şevkle, zevkle yapar, asla güzel ahlak göstermekten taviz vermez. Her defasında Allah rızası için güzel olan davranış ne ise onu uygular. Tek başına Allah’a varacağını, tek başına hesap vereceğini ve hesabını da hiç kimseyle paylaşmayacağını unutmaz. Kimse onun günahını yüklenmeyecektir. Yahut hiç kimse onun tek başına Allah’a adayarak yaptığı amellerine ortak olmayacaktır. Yalnızca niyetine göre bir tek kendisi yaptıklarından sorumlu olacaktır.

Dünya, her bir birey için tek tek, Allah tarafından, kişilere has bir kaderle yaratılmıştır. Uzun yaşayanların olması kişinin kendisinin de uzun yıllar yaşayacağı manasını taşımaz. Herkesin kaderi farklıdır. Herkesin tek bir nihai sonu vardır. Herkes Ezeli ve Ebedi olan, Yüce Rabbine varacaktır.

Ayetlerde zikredilen 'Allah’a dönüş' ifadesi, yakınlaşma manasında değildir.

Yakınlık ve uzaklık daha çok maddi anlamda kullanılır. Ancak Allahu Teâlâ cisim değildir, bir mekanda olmaktan münezzehtir. Yakınlık ve uzaklık kelimeleri Allah hakkında kullanıldığı zaman hiç bir şekilde maddi mana ifade etmez ve tamamen manevi bir mana alır. Allah’a yaklaşmak, dönmek manevi yakınlıktır. Uzaklık ise manevi uzaklıktır.

Ölümle Allah’a dönüş demek maddi hayatın bütün bağlarından kurtulduğumuz, üzerimizdeki bütün hicapların kalktığı ve gerçek sebep ve maliki açık bir şekilde görmek demektir.

Muhakkak ki dünya fâni, ahiret ise bakidir. Fâni olan sizi şımartıp azdırmasın, baki olandan alıkoymasın. Siz, bakiyi fâni olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allah’adır. Allah’tan korkunuz. Hz. Osman

 

Sebebi Nüzulü

· Yahudileri dost edinen müslümanları uyarmak için nazil ol-muştur. Çünkü Ka'b bin Eşref'in antlaşmalısı Haccâc ibn Amr, Kehmes ibn Ebi'l-Hukayk, Kays ibn Zeyd adlı yahudiler belki dinlerinde fitneye düşürürüz düşüncesiyle ensardan bazılarına karşı dostluk gösteriyorlardı. Sahabeden Rifâ'a İbni Münzir (Ebu Lübabe), Abdurrahman İbni Cübeyr ve Sa'îd İbni Heyseme, o müslümanlara, "Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte olmaktan sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler" diye nasihat ettiler, ancak tesirli olamadılar. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

· Âyet; Ubade bin Sâmit hakkında nazil olmuştur. Ubâde Bedr gazvesinde bulunmuş müttakî bir sahabî idi. Yahudilerden anlaşmalı oldukları kimseler vardı. Hendek muharebesine hazırlanırlarken «Ya Resulallah (sav), benim beş yüz tane anlaşmalı yahudi dostum var, bize yardım için savaşa gelmelerini düşünüyorum. Böylece düşmana karşı onlarla daha bir güçleniriz. Ne buyurursunuz?» dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

· Bu âyet Hatib İbni Ebî Belte'a (ra) ile bazı müslümanlar hak-kında nazil olmuştur. Onlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allahu Teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti.

· Ayet Abdullah İbni Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Onlar yahudi ve müşrikleri dost edinir, belki Allah'ın Rasûlü (sav)'ne karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların haberlerini onlara taşırlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Âyet-i kerime; müşrikler bazı kelimeleri söylemesi için zorladıklarında, onların istediği şeyleri söyleyen Ammâr ibn Yâsir hakkında nazil olmuştur.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

‘Müminler kafirleri dost edinmesin’

İmanın alametlerinden biri şudur ki; müminin kafirleri sevmesine imkan yoktur. Onlar düşmanların en kuvvetlisidir. İman; Allah (cc) için sevmek, Allah (cc) için buğzetmektir. Kafirleri sevmek ve onlara dostluk göstermek, küfürdür. Küfre rıza küfürdür. İki zıt bir arada cem edilemez. Müminin kalbinde Allah (cc)’ın, Resulünün ve müminlerin sevgisi ile kafirlerin sevgisi ebediyen bir araya gelemez.

Burada bir başka ince işaret de şöyledir:

Kalp mümindir. Müminleri yani ruhu, sırrı ve bu ikisinin sıfatlarını bırakıp kafirleri yani; nefsi emmareyi, şeytanı, hevayı, dünyayı dost edinemez.

‘Kim bunu yaparsa Allah (cc)’tan bir şey üzere değildir.’ Yani bunu yapan bir kalp, Allah (cc)’ın nazarı, inayeti ve rahmetinden hiçbir şeye nail olamayacaktır.

‘Ancak onlardan gelebilecek tehlikelerden korkmanız müstesna’

Yani ruhun bineği olan nefsinizin hevasına muhalefette, onunla mücahedede aşırı gidip de helak olmasından korkarsanız, biraz zahiren gevşeklik yapmanızda vebal yoktur. Çünkü nefs, ruhu Rububiyetin huzuruna götürecek binektir. Bu yolculuk esnasında aciz kalmaması gerekir.

‘Allah (cc) sizi zatından sakındırıyor.’ Burada kastedilen Allah (cc)’ın kahrıdır. Çünkü Allah (cc)’ın zatı kahır ve lütuf olmak üzere iki sıfatla muttasıftır. ‘Sakındırıyor’ dendiğinde, bu ancak kahır sıfatından sakındırıyor, demektir.

Bu cümle şunu ifade eder: Nefse dostluk göstermek, Allah (cc)’a düşmanlık etmek demektir.

 

Belagat

• الْمُؤْمِنٖينَ ve الْكَافِرٖينَ arasında tibak-ı icab vardır.

• Kendilerinden başka, denmeyip مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ Müminlerden başka, buyrulmuş. Zamir yerine açık isim gelmesi, gayrılardan ayırıp tahsis için, zihne yerleşmesi için.

Ayrıca tecrid var, aslında emir verilenler de mümin.

‘مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ’ zarfiyeti tekit içindir. Dostlukta müminlerden uzaklaşarak, manasındadır.

• 'Kim bunu yaparsa وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ' derken ism-i işaretin gelmesi tahkir içindir.

• ‘فٖي شَيْءٍ’ kavli, nefyin çoğunlukla olduğu tevilini kaldırarak, bütün durumlarda olduğunu açıklar. Mana şöyledir: Bunu yapanın Allah (cc)’a bağlılığı kopmuştur.

Lazım, Allah'tan bir şey üzere değildir, melzum, amelleri boşa gitmiştir, Allah ona artık değer vermez.

• Ayet-i kerime 'Müminler' diye açık isimle başlamıştı, ' اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةً Onlardan gelecek bir tehlikeden sakınmanız müstesna' derken muhatap zamiriyle geldi. Gaibten muhataba iltifat oldu.

• 'وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ' Allah sizi zatından korkutuyor, derken tecrid ve açık ismin zamir yerine gelmesi vardır. Emre itaati kuvvetlendirmek ve kalbe korku bırakmak içindir.

• "وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ - Dönüş Allah'adır" cümlesinde ‘الْمَصٖيرُ’ dönüş manasındadır, ölümden sonra diriliş murad edilmiştir. ‘إلى الله’nin takdim edilmesi ihtimam sebebiyledir ve tehdit bildirir. Kendinden önceki açık vaid bunu kuvvetlendirmiştir.