Sureler

Göster

Âl-i İmrân Sûresi 29. Ayet

قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا فٖي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ

29- De ki: ‘İçinizdekini gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir ve yerde ve gökte olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir.

 

Bazen birbirini sevmezken seviyor gözükür, bazen de seviyorken sevmiyormuş gözükürüz. Sevgilerimiz de kalplerimizle birlikte eğrilir. Özellikle bir mümin olarak Allah (cc)’tan uzak olanları, kafirleri, fasıkları sevmediğimizi söyleriz. Oysa Allah (cc) kalplerin künhünü bilir. Onlara olan meylimizden, sevgimizden, hayranlığımızdan haberdardır. Onların izini takip etmemiz, kılık kıyafetlerini benimsememiz, kitaplarını okumamız, filmlerini seyretmemiz de işin aşikar kısmı. Yerleri gökleri her şeyi bilen Allah (cc) gaybi her şeyini bilir. İnsana kalbindeki sevgiye göre değer verir. Çünkü sevgi en büyük tahrik gücüdür. İnsan neyi severse ona uyar, ona meyleder. Sevdiğinde kusur, gayrısında da fazilet görmez. Gözü kör, kulağı sağır olur. Önceki ayetle birlikte düşünürsek, müminleri kafirleri dost edinme yasağına ne kadar riayet ediyoruz. Epey zamandır kafirlerle, müşriklerle, gayrı müslimlerle aramız oldukça iyi. Onlara verdiğimiz değerin yüzde birini kendi dindaşımıza vermiyoruz. Günlük hayatımız, kılık kıyafetimiz, yememiz, içmemiz, ailevi ilişkilerimiz hep onlar gibi, aldığımız eşyalarla yabancı diye övünüyoruz.

Ne oldu bize? Ne bulduk bu nesebi, meşrebi bozuk kara vicdanlılardan? Yabancılarla düşe kalka artık aileye yabancı, dine yabancı, insanlığa yabancı olduk. Bununla da kalmadı, eşlerimizi de yabancılardan seçer olduk. Adetler, örfler nasıl da böyle yabancılaştı? İsimler, markalar yabancı. Neydi bu kadar biz özümüzden döndüren. Kendi ülkemizde yabancı olduk, talebeler yabancı, kıyafetler öylesine. Rusya’da hınzır çobanlarının giydiği kotlar en vazgeçilmez kıyafet oldu. Kıyafetler bedenleri sargı bezi gibi sarıp bütün hatları göstermekte. Zina suç olmaktan çıktı. Hakimler boşama davasından bıktı. Bir muhannet rüzgar esti, maneviyat adına, insanlık adına ne varsa devirdi, yıktı. Bunun böyle olması için asırlık planlar yapıldı, uygulandı ve hala uygulanmaya devam etmekte.

Allah bütün gizlilikleri, entrikaları, desiseleri, mafyaları, hafiyeleri, gizli düşmanları, mümin muvahhid insanları bu hale getirenleri biliyor. Takdir ettiği zamana kadar mühlet veriyor, sabrediyor. Müminlere ‘Onlara dost olmayın’ diye tembih ediyor. Uyuyan uyanır.

Uyanmayan kendi sarhoşluğunun girdabında tepinip durur. Ama zulüm kıyamete kalmaz. Kötü hile sahibinin başına döner. Yalancının mumu çabuk söner. Aziz ve intikam sahibi intikamını iki cihanda alır. Yaptığı kimsenin yanına kalmaz.
 

İçinizdekini gizleseniz de açıklasanız da Allah bilir.

Allahu Teâlâ mü'minleri, kâfirleri dost edinmekten men edip, bundan sadece zahirde olan takiyye halini istisna etti. Bunun peşinden de, takiyye vaktinde kişinin bâtınının zahirine benzemesine dair tehdidini getirdi. Çünkü takiyye esnasında dostluk izhâr edenin, bâtınında da böyle bir dostluk meydana gelebilir. Cenâb-ı Hak, kendisinin zahirî halleri bildiği gibi bâtinî halleri de bildiğini beyân etti. Kuluna, kalben yapmaya azmettiği her şeye mukabil, mutlaka ceza vereceğini bildirdi.

Allah (cc), Müheymindir. Rabbü’l-âlemindir. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O’dur. Hiçbir zerre, hiçbir lahza O’nun bu lûtuf ve âtıfetinden boş değildir. Buyruk tutup güzel işler yapan kullarının yaptıkları iyi işlerden hiçbirini saklamaz, inkâr etmez, istihkak kazandıkları sevaptan bir zerresini eksiltmez. Yâhut kulları iyilik yapmakta birbirleriyle yarış edercesine faaliyet gösterseler, ‘artık yeter, ben bunların karşılığını veremem’ demez, bilâkis onların güzel işler yapmakta birbirlerini geçmeye çalışmalarından hoşnut olur, vaad ettiği sevabı kat kat artırır. Buyruk tanımayan âsilerin de cüret etikleri kötü işleri bir zerre artırmaz, ne yapmışlarsa odur. Görecekleri cezâ da santimi santimine odur. İstihkaklarından bir zerre fazla cezâ vermez.

Allah (cc) her şeyi, bilhassa hükmünü infaz edeceği kimseleri, istediği vakitte hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. İstediği şey, istediği zaman hemen o anda huzurundadır. Hiçbir şey O’na karşı kendini gizleyemez ve O’nun elinin ermeyeceği, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz, herşey dâima Hakkın huzurundadır.
 

    Dinlensinler diye uyku verirsin

    Geceyi bir örtü gibi bürürsün

    Gizli açık hep olanı görürsün

    Kalplerin sırrını bilen Allah'ım... M. Balcı

 

صُدُورٌ kelimesi صَدَرَ kökündendir. Çıkmak, vuku bulmak, bir şeyden ortaya çıkmak, meydana gelmek, dönmek, birini döndürmek, birinin göğsüne dokunmak, hasıl olmak, yollamak, yolcu etmek, dışarıya mal göndermek, yayınlamak, meydana çıkarmak, kitabın önsözünü yazmak, başlamak, açmak, yakalamak, tevkif etmek, müsadere etmek, dürtmek, baskı yapmak, sıkıştırmak, yolu üzerine engeller koymak, su içirip geri getirmek, göğüs, sine, kalp, bağır, ön kısım manalarına gelir.

İmanın bulunduğu yere kalp, küfrün bulunduğu yere sadr denir. İman ile küfrün mekanı insanın kalbi ve göğsüdür. Zaten pis kan ile temiz kan da bu organlarda bulunur.

Sadr kalpten daha geniştir. Sadr'da (göğüste) bulunan kalp, sadr'ın özüdür.

Kur'an'da kalbin mühürlendiği ifade edilmiş, ama sadr'ın mühürlendiği hiç söylenmemiştir. Kur'an-ı Kerim, sadr'da neler olduğunu şöyle bildirmiştir:

• Söylenen sözlerden dolayı daralan sadr'dır (Hud12, Hicr 97)

• Allah'ın İslâm'a açtığı manevî organ sadr'dır (Zümer, 22)

• Bütün sırlar sadr'dadır (Âl-i İmran, 119)

• Kur'an, sadr'a şifadır (Yunus, 57)

• Kuran'ın nüfuz ettiği manevî organ sadr'dır (Ankebut, 49)

• Şeytanın vesvese verdiği manevî merkez sadr'dır (Nas, 5)

• Allah sadr'da bulunan şeyleri imtihan eder, yani sadr imtihan yeridir (Âl-i İmran, 154)

• İhtiyaç duyan sadr'dır (Mü'min, 80)

• Kin tutan sadr'dır (Âl-i İmran, 118)

• Sıkılan sadr'dır (Nisa, 90)
 

Göklerde ve yerde olan her şeyi bilir.

Bu ifade son derece etkili bir sakındırmadır. Allah’a (cc), yerlerde ve göklerde hiç bir şey gizli kalmayınca, göğüslerdeki kalplerde olan şeyler de gizli kalmaz.

Bu cümle Hz. İsa'nın ilah olduğunu iddia edenlere de bir cevaptır. Çünkü onlara göre Hz. İsa'nın gaybdan haber vermesi, onun ilahi olduğuna delildi. Hz. İsa birine; "Sen evinde şunu yedin!" bir başkasına da "Sen de evinde şunu yaptın!" diye haber veriyordu. Gaybı bildiğine göre O’nun ilah olması gerekir, diyorlardı.

Oysa ilah, yerde gökte ne varsa herşeyi bilir, hiçbir şey ilâha saklı kalmaz. Yaratıcı, mutlaka yarattığı şeyleri detayıyla bilir. Hz. İsa gayba dair bazı şeyleri ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ile bilir. Onun gayba dair her şeyi bilememesi, ilâh olmadığına kat'î delildir.

"Allah onu bilir" kavli, te'kidi pekiştirmek ve zihinlere iyice yerleşmesi içindir.

Padişahın köleleri, padişahın durumdan haberdar olması için her tarafa gözcüler koyduğunu ve kölenin gizli hallerini öğrenmek için casuslar yetiştirdiğini bilseler, köleler ona göre tedbir alır ve yaptığı her işte uyanık davranır, böylece kendisini korumuş olur. Allahu Teâlâ'nın gizli ve açık her şeyi bildiğini, her şeye hükümran olduğunu bilen de, halinden asla emin olamaz.

Allah (cc), en küçük bir mikrobun gece karanlıklarında gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden, hava boşluğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekâtından haberdar olduğu gibi, mülkünün her tarafında meleklerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığı en gizli noktalarda olan biten şeylerden haberdardır.

En gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimseye açılamayan esrar ve temâyülâtından, iyi veya kötü, sâhiplerinin neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini, ne düzenler kurduğunu, ne kararlar verdiğini bilir; bunların hiçbirinden gaflet etmez, hiçbirini hükümsüz, cezâsız bırakmaz ve hiç kimse yakasını kurtaramaz.

      ✽      ✽      ✽ 

Allahu Teâlâ sonsuz ilmiyle, dünya ve arz arasında mükemmel bir denge kurmuş, bu mükemmel sistemi en ince ayrıntılarıyla, sonsuz bir ilimle devam ettirmektedir.

Dünya atmosferinde bulunan ozon tabakası hayat için tehlikeli olan ultraviyole ışınları tutar, sadece faydalı ışınların geçmesini sağlar. Acaba ozon perdesinin yorulan moleküllerini şimşek çakmasında yenileyen ve böylece bizleri kavrulmaktan koruyan kimdir?

İbret için düşen birkaç meteor (göktaşı) hariç, meteorlar atmosferdeki sürtünmeyle yanıp parçalanarak toz haline gelir, yeryüzü afetlerden korunur.

Dünya atmosferi, % 21/78 oranında oksijen-azot dengesine sahiptir. Bitkiler ve okyanuslar tarafından emilen azot ve canlılar tarafından kullanılan oksijen dengeli bir şekilde tutulur. Azotla oksijenin zamanla ve özellikle yağmurlu havada şimşek çaktığı zaman bileşik oluşturmalarını engelleyen asal gazlar da (Helyum, Argon, Neon, vb.) dengeli bir şekilde atmosfere yerleştirilmiştir. Böylece azotun oksijenle oksit bileşiklerini yapması ve bunların da su buharı ve yağmurla birleşerek asit şeklinde yere inip zarar vermesi önlenmekte, neticede canlılar da asit yağmuru afetinden korunmuş olmaktadır.

      ✽      ✽      ✽ 
 

Allah her şeye kadirdir.

'Nehyedildiğiniz davranışlara son vermezseniz, sizi en ağır azapla cezalandırmaya kadirdir.'

Bu cümle, önceki ayette geçen 'Allah sizi zatından sakındırıyor' cümlesine bir izahtır.

Bir şeyi bir şeye kıyaslamak, ölçülü yapmak, tedbir almak, bir şeyi planlamak, miktarını beyan etmek, hükmetmek ve taksim etmek; bir şeye gücü yetmek, güçlü olmak, yüceltmek anlamlarındaki "قدر" kökünden türeyen kâdir, güçlü, kuvvetli, istediğini istediği gibi yapabilen, âciz olmayan demektir. Muktedir kelimesi kâdir kelimesi ile aynı anlamdadır. Kadîr kelimesi ise "kâdir" kelimesinin mübalağalı şekli olup çok güçlü, istediğini istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapan demektir.

Kur'ân'da 7 âyette "kâdir", 5 âyette çoğul şekli olan "kâdirûn kâdirîn", 45 âyette "kadîr", 3 âyette "muktedir", bir âyette çoğul şekli olan "muktedirûn" Allah'ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Kâdirînkâdirûn ve muktedirûn, çoğulları azamet çoğuludur. "Kâdir" ve "kadîr" kelimeleri çoğunlukla "على" edatı ile kullanılmıştır.

34 âyette Allah'ın "her şeye" gücünün yettiği bildirilmiştir. Her şeyden maksat nedir? Başka bir ifade ile Allah'ın nelere gücü yeter? Bu soruların cevaplarını Kur'ân vermiştir. Yaratmaya (Yâsîn, 81), ölüleri diriltmeye (Kıyame, 40), ölülerin parmak uclarını bile yeniden yaratmaya (Kıyame, 4), mucize ve gökten azap indirmeye (En'âm 37, 65), suyu yer yüzünden yok etmeye (Mü'minûn, 18), bir toplumu yok edip yerine yenisini getirmeye (Meâric, 40-41) Allah'ın gücü yeter. O'nun âciz olduğu, gücünün yetmediği hiçbir şey yoktur.

Hiç kimse ve hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz.

Allah'ın bir şeye "ol" demesi ile o şey hemen var olur. Yok olmasını istediği şey de yok olur. Allah için "imkânsız" diye bir şey yoktur. Mutlak manada kâdir Allah'tır. Yaratıkların kudreti Allah'ın kudret verdiği nispettedir.

"Kâdir" ismi Kur'ân'da ölçen, biçen, biçim veren, takdir eden, programlayan anlamında da kullanılmış ve bu anlam daha çok

"kaddere-yukâddirü" fiili ile ifade edilmiştir: "Ölçtük, biçtik. Ne güzel biçim vereniz biz." (Mürselât, 23).

Allah'ın rızkı, dilediğine ölçü ile vermesi, kısması, Kur'ân'da "kadere - yekdiru" fiiliyle ifade edilmiştir. "Allah dilediğine rızkı açar, bol verir, dilediğinden kısar, az verir." (Ra'd, 26).

Kudret, ‘fiilin sıhhati ve terki’ şeklinde tarif edilir. Yani, bir işi yapmaya güç yetirebildiği gibi, o işi terk etmeye de güç yetirebilen kimse kudret sahibidir. Bunlardan birine sahip olmayana, kadir (kudret sahibi) denilmez.

Bir insan, kolunu kaldırmaya da indirmeye de güç yetirir. Böylece, bu pek az kuvvetiyle, kudret sıfatından bir tecelliye sahip olmuş olur. Ama, koca güneş bütün gezegenlerini etrafında çevirmesine rağmen, kudret sahibi sayılmaz, çünkü bu fiili terk etme imkânından mahrumdur.

Bizim kudretimiz sonradan verilmiştir, Hakk’ın mahlukudur, ilk ve son noktası vardır. Bir insan, faraza yüz kilogramlık bir yükü kaldırabiliyorsa, yüz kilogramdan sonsuza kadar uzanan bütün ağırlıklar onun aczini ifade eder. Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Allah (cc) göklerde olanları bilir; kalplerinizdeki nefs dostluğunu ve hak düşmanlığını bilir.

Yerde olanları bilir; nefsinizdeki hevaya muvafakatla Hakk’a muhalefeti bilir. Sizi bu düşmanlık ve dostluğunuz ölçüsünce cezalandıracaktır.

 

Belagat

✽ اِنْ تُخْفُوا مَا فٖي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ Açıklasanız da, gizleseniz de; arasında tibak-ı icab vardır.

✽ İçinizdeki; sıfatlı kinayedir. İçinizdeki kafirlere dostluk düşüncesi, kastedildi.

✽ يَعْلَمْهُ اللّٰهُ cümlesinde mefulün takdimi, tehirde mana bozulması olacağı için ve önemine binaendir. Lazım; Allah onu bilir, melzum; size ona göre cezasını verir.

✽ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ cümlesinde cüz-kül alakası vardır. Yani Allah her şeyi bilir. 'Yeryüzü' ve 'gökyüzü' arasında vasıldan ihamı tezat ve tibak-ı icab vardır.

✽ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ cümlesinde zamir yerine 'Allah' ism-i zahirinin gelmesi, ilahi heybeti artırmak ve durumun korkunç olduğunu ifade etmek içindir. Cümle mesel tarikı cari olan tezyildir.