61- Sana bilgi geldikten sonra artık kimse seninle bu konuda tartışacak olursa de ki: ‘Gelin sizin çocuklarınızı, bizim de çocuklarımızı çağıralım, sizin kadınlarınızı ve bizim kadınlarımızı ve siz ve biz de onlarla bir araya gelelim ve sonra duâ edip yalan söyleyenlere Allah (cc)’ın lanetini dileyelim!’
Efendimiz'e gelen ilim, hüccete ve delile lüzum bırakmayan nezd-i ilahiden gelen gerçek ilim. Buna rağmen Efendimiz'le tartışan kimseler delilleri gördüğü, duyduğu halde bir türlü kabule yanaşmıyorlar. O zaman karşılıklı beddualaşmaya çağrılıyorlar. Bunu kabul etmiyorlar, başlarına bela gelmesinden korkuyorlar. Cizye vermeyi kabul ediyorlar.
Demek ki; inanmamanın sebebi delilsizlikten kafalara yatmaması değil, kabule yanaşmamaları kitabullahın ahkamını değiştirmelerine karşılık aldıkları paranın kesilmesidir.
Yemin etmekten Necranlıları alıkoyan, hakikatte Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu bildikleri halde inkar etmeleridir. Bu asırda da öyle değil mi?
Bir adam bir yanlışı yapıyorsa, bir hurafeye inanıyorsa gerçekler karşısında onu savunuyor. Yaptığı suçtan tevbe edeceğine ikaz edeni suçluyor. Sanki 'Ben yapıyorsam doğrudur' havasına giriyor. Bu yalanlama, bu zeytinyağı gibi üste çıkma, bu cidal, bu münakaşa, bu cazgırlık yalan temeli üzerine kurulmuş bir serserilikten başka bir şey değil. Mertçe 'Ben inanmıyorum' demiyor da ağzında geveleyip duruyor. Yüce Allah laneti bu yalancılar üzerine gönderiyor.
"Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır."
Hz. Peygamber , Necrân hristiyanlarına deliller getirip, onlar da inkarlarında ısrar edince, Hz. Peygamber onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmiyorsanız, Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretti" dedi. Onlar, "Ey Ebe'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler.
Abdülmesih, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğunu anladınız. Yine onun, sahibiniz Hz. İsa hakkında hak sözü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, bir peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür, hepsi mahvolur. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, soyunuz ve nesliniz kurur. Ama bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, onunla anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi.
Bu esnada, Hz. Peygamber , üzerinde siyah kıldan bir aba olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı. Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, peşinde Hz. Fatma, onun ardında da Hz. Ali vardı. "Ben duâ ettiğim zaman, siz 'amin!' deyin" dedi.
Bunun üzerine Necrân piskoposu, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi.
Ardından "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hz. Peygamber de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz. Müslümanların lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Hz. Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat seninle anlaşak istiyoruz. Bini Safer bini de Recep ayında iki bin takım elbise, demirden yapılmış normal otuz zırh, bir miktar da para verelim, sen bizimle savaşma, dinimizde serbest kalalım" dediler.
Hz. Peygamber onlarla, bu şartlarda anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..."
Hz. Peygamber'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine sokup; "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb, 33) âyetini okuduğu rivayet edilmiştir.
Burada 'Oğullar' zikredilip, kız çocukları zikredilmedi. Çünkü onlara göre erkek çocuklar, kız çocuklardan daha izzetli idi.
Veya 'Kadınlar' zikredilerek, kız çocuklar onlara tağlib edilmiştir.
Kadınların da özellikle zikredilmesi, değerli bildiği ailesinden herkesi, kalbinin bağlı olduğu kişileri çağırmaya işarettir.
Bu âyet Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in, Hz. Peygamber'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah 'Oğullarını çağır' buyurmuş, o da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çağırmıştır.
İbtihal, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek manasındadır.
Allah’ın adeti, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, çocuklar ve kadınlar dahil herkesin imha edilmesidir. Bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza iken, çocuklar için bir ikab değil, aksine onların ölüm ve elemleri kavimlerine bir azab yerine geçmektedir. İnsan, çocuklarına ve ailesine karşı aşırı derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Hz. Peygamber , çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir.
Bu hâdise, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delildir. Çünkü Hz. Peygamber , onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Azabın onların başına geleceğine bu kadar güvenerek konuşmak ancak peygamber olan kimsenin yapabileceği bir şeydir. Ayrıca Hristiyanların mübâheleye yanaşmamaları da Efendimizin nübüvvetinin delilidir. Çünkü onlar Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamberin peygamberliğine delâlet eden şeyleri biliyorlardı, başlarına geleceklerden korktukları için lanetleşmekten kaçındılar.
Nasıl Mücadele?
Hakkı söylemek dışında münakaşa ve cedeli terk edip öfkeden uzaklaşmak, yumuşak davranmak sufiyye ahlakındandır. Cedel ve münakaşayı sevenlerde nefis çok daha ataktır. Müslüman, arkadaşının nefsini kabarmış görünce ona kalbiyle mukabele eder. Kalp ile mukabele gören nefiste, korku ve soğukluk izale olur. Böylelikle cedel fitnesinin ateşi söner.
"Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 34)
Geçimli olabilmek için, cedelden uzak durmak gerekir. Münakaşayı terk etmeli, muhataba yumuşak davranmayı itiyat haline getirmelidir. Yerli yersiz tartışmalar, bilakis karşısındakinin sevgisini azaltır, dostluğu giderir, hatta düşman eder. Hem istenilen yerine getirilmemiş, hem de düşman kazanılmış olur.
Kin ve hileden temizlenmiş nefislerden cedel ve münakaşa arzusu çıkarılıp atılmıştır. Nefiste kin ve hile bulundukça, insanın içinde cedel ve münakaşa duygusu da bulunur, insanın içinden çekişme duygusu çıkınca, dışında da bunun eseri kalmaz. Dünyadan uzaklaşan ve zühdünün ateşi, nefsini eriten kimsede kin ve hileden eser kalmaz. Cedelden uzaklaşmış olur.
Allah bir kuluna hayır dilediğinde ona amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır. Allah bir kuluna şer dilediğinde de ona amel kapısını kapatır ve cedel kapısını açar.
İslâm'ın temel özelliklerinden birisi de tebliğdir. Her Müslüman, aynı zamanda bir tebliğcidir. Öğrendiğini nasıl yaşarsa, aynı şekilde, bir diğer gönüle de ulaştırmak, İslâm'ı yeni bir insana taşımak ister. Bugün ise yapılan yanlış, tebliğden çıkıp, iç cedele yönelmektir. Sanki tartışmasız hiçbir İslâmî konu yokmuş gibi, İslâm'ı bütünüyle bir cedel alanı haline getirmek, son dönemde düşülen en büyük yanlışlardandır.
Bugün insanlık İslâmî bilgiye ve imana susamıştır. Müminler, nefisleri aradan çıkarıp, Allah Resûlü'nün emanet bıraktığı davayı gönüllere taşımanın yolunu bulmak zorundadır. Her mümin kendini Medine'ye gönderilen Mus'ab b. Umeyr'in kimliğinde, Bizans İmparatoru Heraklius'a Peygamber mektubu taşıyan bir sahabenin kişiliğinde farz etmelidir. Bugün tartışmaya, cedele değil, tebliğe ihtiyaç vardır.
İnkar, yalanlama, şüphe ve kıskançlık laneti çağırmaktadır. İnsanlar bilgiye sırtlarını döndükleri müddetçe, insanlığın üzerine lanet yağmaya devam edecek ve insanlık büyük zarar görecektir.
✽ ✽ ✽
Ebu'I Hasan Hemedani anlatır:
Gençliğimde bir gece Cafer el Halidi'nin yanındaydım. Onun meclisine gitmeden önce evde bir kuşu fırına atıp pişirmelerini söylemiştim. Aklım hep evdeydi. Cafer bana:
"Bu geceyi bizimle beraber geçir" dedi. Ben bir bahane ile eve döndüm.
Kuşu fırından çıkarttılar. Önüme koydular. Evdekilerin gafil oldukları bir anda kapıdan bir köpek girdi. Kızarmış kuşu önümden kapıp kaçtı. O sırada kuşun altında pişen pilavı getiren hizmetçinin eteği bir yere takılıp, düştü. Bütün pilav yere döküldü.
Sabah olduğunda Cafer'in huzuruna vardım. Gözleri bana iliştiğinde şöyle dedi:
"Meşayih-i Kiram'ın kalbini hoş tutmayan kişiye eza verecek bir köpek musallat kılınır."
✽ ✽ ✽
Yalancı
✦ Kul şaka da olsa yalanı, haklı da olsa münakaşayı terk etmedikçe tam iman etmiş olmaz. Hadis-i Şerif
✧ Hile ile iş gören mihnet ile can verir. İnsanlar küçük başarılarını daha yenir hale getirmek için üzerine yalanlardan biber eklerler.
✧ Allah indinde en büyük hata yalan, en büyük pişmanlık kıyamet günündeki pişmanlıktır. Hz. Ali
✧ Yalanı sökmeden hakikati dikmeye çalışma! Tutmaz. C. Şahabettin
✧ En büyük yalancı en çok kendinden bahsedendir.
✧ Akıllı bir kimse nefsi yalana meyilli olsa bile yalan söylemez.
✧ Her kim şehvetinin arzu ettiği şeyi terk eder de, bunun sevincini kalbinde bulmazsa, o kişi yalancıdır. İbrahim Havvâs
✽ 'Seninle onda mücadele ederse' cümlesinde حَٓاجَّكَ fiilinden sona gelen فِيه harf-i ceri istiare-i tebaiyedir. Mücadelenin derin bir kuyu gibi çıkılmaz olduğunu, bataklık gibi insanı içine çektikçe çektiğini ifade eder.
✽ 'مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ Sana gelen ilimden sonra' cümlesinde geçen 'İlim' kelimesi umum, hususi olarak kastedilen vahiy, ayetler, Hakk'ın delilleridir.
✽ 'Sana gelen ilimden sonra mücadele ederse' tabiri, dal bil delalesi ile mücadelenin ilimden sonra olmasının, çok daha kötü olduğunu bildirir.
✽ 'Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım' cümlesi itnabtan ittiraddır. Ayrı ayrı sayıldığı için tefridir.
✽ Lazım; oğullarımızı, kadınlarımızı çağıralım; Melzum, ailelerimizi bir araya toplayalım.
✽ Dal biddelalesi ile; delilden, ilimden yüz çeviren insanlara, ayet hadis okumaya, ikna çabalarına gerek olmadığını bildirir. Onların anlayacağı dil ile ikna edilmeleri yeterlidir.
✽ Delaleti tazammuniyesi ile; insanın ciddi olduğu konularda ailesini feda etmekten kaçınmayacağını bildirir. Hak üzere olan, kendinden, ilminden bir çekincesi olmayan canını feda etmekten kaçınmaz, eşini çocuğunu dahi öne sürer.
✽ 'Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun' cümlesinde 'Yalancılar' umum, hususi olarak inanmakta direnen Necran Hıristiyanları kastedilmektedir.
✽ Mantık yollu kelam: Benim hak üzere olduğumu kabul etmiyorsunuz. Öyleyse hak üzere olan sizlersiniz, yalancı olan benim. Bana lanet etmekten korkmamanız gerekir. Hak üzere olan siz olduğunuza göre, lanetten korkmanıza gerek yok, çünkü bana gelecek. Ama lanetten korkup, kaçınırsanız, benim doğru olup sizin yalancı olduğunuzu kabul ettiniz demektir.