Sureler

Göster

Bakara Sûresi 15. Ayet

اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فٖي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

15- Asıl Allah (cc) onlarla alay eder de taşkınlıklarında şaşkın şaşkın süründürür onları.

 

Allah’ın onlarla istihza etmesi, alaylarına ceza vermek anlamında müşakale sanatıdır (yansılama, muhatabın ağzıyla konuşmak.)

Hadisi şerifte; bu tip kimselerin âhiretteki cezaları cennet kapılarının sonuna kadar açılıp, davet olunmaları, koşup gelince de yüzlerine kapanması ve bu olayın defalarca tekrarı olarak bildirilmiştir. Bu muamele onları ateş azabının yanısıra hasret ateşi ile yakacaktır.

Ayrıca bu münafıklara dünyada bol nimetler verilip, şımarıp azmaları, kalp gözlerinin kapanması, sonunda kötü akıbete düçar olmaları da bir istihza muamelesi sayılır.

‘ فٖي طُغْيَانِهِمْ  ’kelimesi istiare-i tebaiyedir. (Çünkü فٖي harfi kendi yerinin dışında kullanılmıştır.) Aslında فٖي harfi ceri, zaman ve mekan için kullanılır. Âyette tuğyan üzerine gelmiş, oysa bu soyut bir kavramdır, masdardır. O zaman mana kuşatma, içine alma, daldırma, dibe inme şeklini alır.

Bu kurala göre şunları düşünebiliriz:

Allah’ın dinini inkar etmekle kalmayıp alay konusu yapan kimseler gerçekten haddi aşmış, azgınlıkta had safhaya ulaşmış olduklarından artık nefislerinin yularını ellerinden kaçırmışlar.

Kontrolu kaybetmiş, freni tutmayan araç gibi tuğyana, isyana dalmış gitmişler. Gerçekleri görecek basiretleri kalmamış. Azgınlığın derin denizlerinde ardamarları, şah damarları, din damarları, vicdan damarları çatlaya çatlaya mânevi hayata son vermişler.

Dalmamış olsalardı belki bir kurtaran olurdu ama derine, çok derine dalmışlar. Zaten hayret, şaşkınlık, tereddüt, hissizlik anlamına gelen ‘ عَمَه ’  kelimesi de bu manayı teyid etmektedir.

‘ يَعْمَهُونَ ’ fiili ‘ عَمَه ’ kökündendir. Bunun manası, basiretin körlüğü demektir. Bu durumda olanlar şaşkınlık ve hayret içerisinde kıvranıp dururlar. Battıkça batarlar.

Tuğyan kelimesinin ‘sapmak, zulmetmek, zorba, şeytan, kahin, sihirbaz, bâtıl mabud’ manalarıyla bu istiareyi düşünürsek, müminlere eziyet eden bu güruhun nelere daldığını, hangi girdaplarda boğulduğunu daha iyi anlarız. Allah’ın dini ile alay etmek, kainatın hışmını, gadabını Allah’ın azabını üzerine çekmek demektir.

 

اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ

‘Allah onlarla istihza eder.’ (İstihzalarına ceza verir, istihzalarını başlarına geçirir.)

İstihza alay etmek, karşıdaki muhatabı hiçe saymak, hafife almak ve oyuncak etmek demektir. İstihzâ'nın asıl anlamının intikam olduğu da söylenmiştir.

İstihzâ (alay), bir kimseyi şaka içinde maskara etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir.

Burada, ‘Allah Teâlâ'ya alay yakışır mı?’ diye akla derhal bir soru gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu fiillerde ve sıfatlarda farklı gayeler olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde görmüştük. Bilindiği gibi, alaydan maksat şaka değil, şeref ve haysiyeti kırarak maskara etmek, budalalığı gizlice anlatıp sezdirmeden hakaret etmek ve hafife almak, bunlardan da hoşnutluk duymaktır.

Halbuki münafıklar gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere hakikaten hakaret etmeye güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret, alaycıların kendilerinde kalır ve onunla eğlenirler. Halbuki Cenâb-ı Allah, rızâsı olmaksızın hareket edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için, böyle bir hakaret ve hor görmeyi istediği zaman, bütün kâinata onu rezil eder de, o, bir deli gibi kendisinin bu halinden haberdar bile olmaz. ‘Ayıplarımı gizliyorum’ zannederken, bütün âleme sergiler de farkında olmaz. Böyle bir şuursuzluk elbette en büyük bedbahtlıktır. İşte Allah'ın istihzası ki, bunu ancak Allah yapabilir ve bu bir ilâhî adalettir. Dolayısıyla; şer'an Allah'a (haşa) ‘alaycı’ denilmez, fakat ‘istihza muamelesi yapar’ denilir.

Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etmesi, onlara pek çok dünyevî nimetler vererek onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada onlara pek çok lütuf ve ihsanda bulunur, âhiretteki azaplarınıda gizler, göstermez. Allah kalp körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik, anlayışsızlık içinde şımarıklık etmelerine adeta yardım eder, azgınlıklarına meydan verir, körü körüne tuğyanlarında sürükleyip götürür. Onlar da Allah'ın kendilerinden râzı olduğunu sanırlar.

Hâlbuki yüce Allah, kesinlikle onlara azap edecektir. ‘Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar.’ (Nisa, 145) ayeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olacaklardır.

İşte düşünüldüğü takdirde bu muamele, sanki bir alay, hile ve aldatma gibi gözükür. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
‘Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir istidrâcdır. (Derece derece azaba yaklaştırmaktır). Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu:
‘Bunlar kendilerine verilen nasihatı unutunca üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihâyet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansızın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zâlimler topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun.’ (En'am, 44–45)

Onlara dünyada müslüman muamelesi yapılmasıda bu istihza muamelesine dâhildir. Münafıklar İslâm toplumu dışında tutulmazlar. Gayr-i müslimler gibi dinlerinde serbest değillerdir. İbâdet ve muamelelerle ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar gibi münafıklara da tatbik edilir.

Mü'minler onlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini açıp mücahede etmeye, nizamı, hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda başlıca üç hikmet vardır:

Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin yüksekliği, ruhî hoşgörüsüdür.

İkincisi bunların İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine imkan bırakmaktır.

Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İlâhî alaydan biri budur.

Bu gibi muamelede Cenâb-ı Hakk'ın ‘ben’ ve ‘biz’ gibi mütekellim (birinci şahıs) zamiriyle hitap etmeyip de gâib ile (ortada olmayan, üçüncü şahıs) ‘Allah'ın’ buyurması, büyüklük ve ululuğunu açıklamak içindir. Mesela bir komutanın, emri altındakilere hitap ederek ‘ben şöyle istiyorum’ demesiyle, ‘komutanınız böyle istiyor’ demesi arasında çok fark vardır.

Belâğat

❊ ‘ اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ’ âyetinde müşakale sanatı vardır. Müşakale yoluyla istihzanın karşılığı istihza olarak isimlendirilmiştir. Müşakale; lafızların aynı, manaların farklı olmasıdır.

‘ فٖي طُغْيَانِهِمْ  ’kelimesi istiare-i tebaiyedir. (Çünkü فٖي harfi kendi yerinin dışında kullanılmıştır.) Aslında فٖي harfi ceri, zaman ve mekan için kullanılır. Âyette tuğyan üzerine gelmiş, oysa bu soyut bir kavramdır, masdardır. O zaman mana kuşatma, içine alma, daldırma, dibe inme şeklini alır.